B. Balthaser ile; Amerikan Yahudi Radikalliği ve Amerikan İmparatorluğu

Benjamin Balthaser, South Bend'deki Indiana Üniversitesi'nde çok etnikli ABD edebiyatı dersleri vermektedir. Citizens of the Whole World: Anti-Zionism and the Cultures of the American Jewish Left (Verso, 2025) adlı kitabının yanı sıra, ırk, sosyal hareketler ve ABD imparatorluğunun sınırları arasındaki kesişimlere odaklanan makaleler ve monografilerin de yazarıdır. Citizens adlı eserinde Balthaser, ABD Yahudi hareketlerinin 100 yıllık tarihini ve bu hareketlerin Siyonizm ve Amerikan imparatorluğu karşısında ya da onlarla birlikte kendilerini nasıl tanımladıklarını incelemektedir. CounterPunch için özel olarak gerçekleştirilen bu söyleşide diaspora, enternasyonalizm, Yahudi kimliği, antisemitizm gibi meseleleri disiplinlerarası bir analizle ele almakta; edebiyat, sözlü tarih ve arşiv kaynaklarını bir araya getiren yöntemini anlatmaktadır.
Kasım 9, 2025
image_print

Daniel Falcone: Kitabın bölümlerini nasıl yapılandırdığınızı ve insan hakları, sosyal hareketler ve kimlik inşası gibi temaların nasıl birbirine bağlandığını açıklayabilir misiniz?

Benjamin Balthaser: Citizens, Yahudi solunun ansiklopedisi olmak amacıyla yazılmadı; benim vurgum, Yahudi kimliği ve anti-Siyonist siyasetin hem çok önemli olduğu hem de yeniden tasarlanma sürecinde olduğu dört önemli tarihsel an üzerinde. Kitap, yaklaşık 100 yıllık bir tarih boyunca anti-emperyalizm, kimlik, hafıza ve sosyal hareketler arasında dayanışma gibi konular arasında kronolojik ve tematik olarak yapılandırılmıştır.

1.bölümde, 1930’lar ve 40’ların Halk Cephesi’ne, özellikle de ABD’deki Komünist ve Troçkist partilerin etki alanındaki Yahudilere odaklanıyorum. Bu Yahudiler için Siyonizm’e karşı çıkmak, faşizm, sömürgecilik ve etno-milliyetçiliğe yönelik daha geniş eleştirilerinin bir parçasıydı.

2 ve 3. bölümlerde, 1960’ların Yeni Solu’na, özellikle de anti-Siyonizm ile beyazlık eleştirisi arasındaki ilişkiye odaklanıyorum. 19. yüzyıldan 20. yüzyılın ortalarına kadar, Yahudilerin eğitim, barınma ve nihayetinde göç yollarından dışlanması, Aşkenaz Yahudilerinin bile tam anlamıyla “beyazlık” statüsüne sahip olduğu fikrini karmaşıklaştırdı. 1960’lara gelindiğinde, bu yasal engeller büyük ölçüde ortadan kalkmış ve Yahudiler orta sınıfa girmiş, daha önce dışlandıkları üniversitelere ve banliyölere yerleşmişlerdi.

Bu bölümlerde, çoğu Yeni Sol’un önemli figürleri olan Yahudi aktivistlerin yeni sosyal konumlarıyla nasıl başa çıktıkları ele alınmaktadır. İlginç bir şekilde, Abbie Hoffman Yahudiliğini bir tür “çift kimlik” olarak görüyordu: bir yandan asimilasyoncu, diğer yandan ise ezilenlerle dayanışmaya dayanan isyankâr bir geleneğin parçası. Yahudi Yeni Sol’un bu tür aktivistleri için, Siyah Özgürlük Mücadelesi ve onun Siyonizm eleştirisi, politikalarını ve en azından beyazlık politikasını reddetmelerini ifade etmelerinde merkezi bir rol oynadı.

4.bölüm, Siyonizmin Yahudi ana akımında az çok sağlamlaştığı 1970’lerin değişen solunu ele almaktadır. Bu, aynı zamanda kimlik siyasetinin birçok hareketin içinde yükselişe geçtiği bir dönemdi: Siyah Güç, Chicano hakları, feminizm vb. Bazı Yahudi solcular, Panthers ve radikal feminizmle dayanışma içinde Yahudi kimliğini geri kazanmaya çalışarak, zorunlu Siyonizm’e ve ADL veya AJC gibi Yahudi kurumlarının beyazların tepkisine direnerek sosyalist kolektifler kurdular. Kolektifler siyasi olarak çeşitlilik gösteriyordu — bazıları dindar, bazıları sekülerdi — ancak Yahudi anti-ırkçı, anti-emperyalist değerlere bağlılıklarını paylaşıyorlardı. Çoğu zaman, bu kolektifler, Labor Bund gibi Marksist hareketler de dâhil olmak üzere eski geleneklerle yeniden bağlantı kurmaya çalışırken, aynı zamanda yeni sosyal gerçeklere (banliyöleşme ve Yahudi kentsel mahallelerinin kaybı gibi) de uyum sağlamaya çalışıyordu.

  1. bölümde, günümüze dönerek, Jewish Voice for Peace (Barış İçin Yahudi Sesi) ve JFREJ (Jews for Racial and Economic Justice – Irksal ve Ekonomik Adalet İçin Yahudiler) gibi grupların, Siyonist konsensüsün çöküşünün ardından kalan kraterde, özellikle gençler ve orta-işçi sınıfı arasında yeni bir anti-Siyonist konsensüsün inşasında Yahudi kimliğini ve kültürel hafızayı nasıl yönlendirdiklerini sorguluyorum. Bu hareketlerin bazıları, Fısıh sederi ya da Sukkot gibi Yahudi dini geleneklerini yeniden yorumlarken, diğerleri sosyalist tarih ve hafızadan besleniyor. Bu gruplar her zaman birbirinden tamamen ayrı değildir (üyeleri sıklıkla örtüşür), ancak hem tarihsel hafıza hem de dini yeniden yazım üzerine kurulu Yahudi sol siyasetinin canlanmasını temsil ederler. Sonuç olarak, kitabım kimlik, hafıza ve direniş konularını bir araya getirerek, Yahudi siyasetinin ırkçılık karşıtlığı, kapitalizm ve imparatorluk meseleleri üzerinden nasıl şekillendiğini ortaya koyuyor. Şu anda görev, sömürgecilik karşıtı davaya ve Filistin halkına destek vermeye adanmış bir Yahudi siyasetini yeniden şekillendirmektir.

Daniel Falcone: Edebiyatı tarih ve siyasetle nasıl ilişkilendirdiğinizden bahsedebilir misiniz?

Benjamin Balthaser: Kültürel çalışmalar alanında eğitim aldım ve bu alan, hiçbir şeyin — edebiyat, siyaset, tarih — tek başına anlaşılamayacağı varsayımıyla başlar. Geleneksel akademik disiplinler bilgiyi çoğunlukla birbirinden kopuk bölmelere ayırma eğilimindedir: sanat, edebiyat, tarih… Oysa bu alanlar kuşkusuz birbirine yakından bağlıdır. Kültürel çalışmaların kökenleri, Frankfurt Okulu’nun faşizm üzerine yaptığı disiplinlerarası çalışmalara ve iktidarı karmaşık toplumsal oluşumlar aracılığıyla anlamak isteyen Stuart Hall gibi Yeni Sol düşünürlere kadar uzanır. Böyle bir çalışma yapmak için, sosyal hareketleri, siyasetteki ve kimlikteki değişimleri, insanların sanat, fikirler vb. yoluyla kendilerini nasıl ifade ettiklerini anlamak gerekir.

Çalışmalarımın nasıl tanımlandığı beni pek ilgilendirmiyor. Ancak önemli olan, disiplinlerarasılığın insanların yaşamlarını yalnızca politik ya da ekonomik monadlar olarak değil, bir bütün olarak nasıl kavradığını görebilmektir. Bu kitap Amerikan Yahudi soluna odaklanıyor; dolayısıyla kimlik ve siyaset birbirinden veya ABD imparatorluğunun yapısından asla ayrı düşünülemez. Bu düşünce, Amerikan Çalışmaları alanındaki Janice Radway, Donald Pease ve Robin D.G. Kelley gibi akademisyenlerin çalışmalarında daha da derinlemesine incelenmiştir. Bu çalışmalar, gündelik yaşamlarımızın bir imparatorluk bağlamında şekillendiğini ve William Appleman Williams’ın “bir yaşam biçimi olarak imparatorluk” (empire as a way of life) olarak adlandırdığı yapıyı ortaya koymaktadır.

“Çalışmanız Yahudi kimliği, anti-Siyonizm, sol ya da anti-emperyalizm üzerine mi?” diye sorulursa, kısa cevap “hepsi” olur; çünkü bu meseleler birbirinden ayrıştırılamaz. Örneğin anti-Siyonizm yalnızca siyasi bir duruş değil, Yahudi kimliğini ifade etmenin bir yolu ve aynı zamanda imparatorluğa yönelik bir eleştiridir; bu kimlikler ve tutumlar birlikte evrilir. Şu anda, Filistin’e karşı yürütülen savaşın da bir cephesi olduğu Amerikan imparatorluğunun bir krizine tanıklık ediyoruz. Bu durum, JVP (Barış İçin Yahudi Sesi) gibi anti-Siyonist grupların artan popülaritesiyle ve ADL gibi örgütlerin giderek daha otoriter bir üslup benimsemesiyle birlikte, ABD’de Yahudi kimliğinin anlaşılma biçiminde bir dönüşüm yaratmıştır.

Aynı zamanda, bu imparatorluk krizinin başka bir belirtisi olarak beyaz milliyetçiliğin yükselişine de tanık oluyoruz: “beyaz kimlik” hareketleri, ABD’de değişen güç ilişkilerine, düşen yaşam standartlarına ve yeni otoriterlik biçimlerine açık birer tepkidir. Tüm bunlar, Yahudilerin ABD’de kendilerini nasıl konumlandırdıklarını etkiliyor. Yahudiler dışlanmış mıdır, yoksa içeride midir? Beyaz olmayan mı, yoksa aşırı beyaz mı? Her ikisi birden mi? Bu, Amerikan yaşamında uzun süredir karmaşık bir soru olagelmiştir ve şu anki siyasi gelişmeler ışığında yeniden gündeme gelmektedir. Sonuç olarak, edebiyat, siyaset ve kimlik birbirine dolanmıştır ve gerçek şu ki, birini diğerlerini incelemeden analiz edemeyiz.

Daniel Falcone: Zohran Mamdani’nin New York belediye başkanlığı kampanyasının, politik olarak sol eğilimli ABD’li Yahudi seçmenler arasında nesiller arası destek gördüğünü fark ettim. Bu fenomen, çalışmalarınızdaki temalarla nasıl bir ilişki içindedir?

Benjamin Balthaser: Mamdani’nin kampanyasının nesiller arası bir Yahudi sol koalisyonunu bir araya getirdiğini belirtmenizi beğendim. Sunmak istediğim önemli bir müdahale, Yahudi nesiller arası kopuş anlatısını ortadan kaldırmaktır. Yahudilerin ABD’ye göçünü, ortodoksların liberal reformcu Yahudilere, radikal sosyalistlerin sadık Demokratlara dönüştüğü, herkesin her zaman yukarı doğru hareket ettiği asimilasyoncu, teleolojik bir çerçeve içinde anlatmanın uzun bir tarihi vardır. En ünlü örnek belki de Alan Crosland’ın The Jazz Singer (1927) adlı eseridir. Bu eserde, genç bir adamın ortodoks, gerici ebeveynlerini terk edip şov müziklerini, performansı ve tabii ki en Amerikan olan şey olan ırksal ve ırkçı maskaralığı benimsediğini görürüz.

Bu anlatı Yeni Sol için de tekrarlanır: genç Yahudi radikaller muhafazakâr ebeveynlerine isyan ederler. Ancak anıları okuyup röportajlar yaptıkça, hikâye daha karmaşık görünmeye başlar: Yeni Sol Yahudiler genellikle ebeveynlerinin, bazen de büyükanne ve büyükbabalarının etik ve politik taahhütlerini yerine getirdiklerini hissederler. Çoğu zaman, genç nesiller aslında gelenekten kopmazlar, onu yeniden yorumlar ve sürdürürler. Mike Gold’un 1930 tarihli Jews without Money (Parasız Yahudiler) adlı eserinde, ana karakter annesinin işçi sınıfı dayanışmasından ve banliyö asimilasyonuna direnişinden ders alır. Annesinin ona aktardığı şey, bir dinin kuralları değil, sosyal adalete dayalı politik ve etik bir dünya görüşüdür. Benzer şekilde, Grace Paley’nin Conversations with My Father (1974) adlı öyküsü, kızının, sosyal statü yükselmesi ve asimilasyonu benimseyen babasıyla tartıştığı, ancak onu asla reddetmediği bu dinamiği inceler.

Bu nedenle, bugün Siyonizm veya ABD emperyalizmini sorgulayan genç Yahudilere baktığımda, bunu uzun süredir devam eden Yahudi geleneğinden bir kopuş olarak görmüyorum. Aksine, bu genellikle daha önceki radikal anlayış ve varoluş biçimlerine bir dönüş. 1970’lerden önce Siyonizm, Amerikan Yahudileri arasında bir konsensüs değildi. Yeni Sol’daki birçok Yahudi genç, Siyonist ya da anti-Siyonist değildi ve genellikle eski nesillerden ve radikal büyükbabalarından, Yidiş sosyalistlerinden veya anti-faşist aktivistlerden ilham alıyorlardı.

İkinci bölümde, Demokratik Toplum için Öğrenciler (Students for a Democratic Society – SDS) örgütünün eski üyelerinden birçoğuyla röportaj yapıyorum. Bu kişilerin çoğu bugün hâlâ siyasi olarak aktif. Bunlardan biri, benim tapınağım Tzedek-Chicago’nun kurucularından biri. Bir tarihsel andan diğerine uzanan bir çizgi varsa, bu hem insanların kurduğu örgütler hem de solcu bağlılığın sürekliliği aracılığıyla gerçekleşir: diasporizm, enternasyonalizm, ırkçılık karşıtlığı. Elbette, tüm Amerikan Yahudileri için bir iddiada bulunmuyorum; daha çok solun belirli gelenekleri için konuşuyorum.

Bugün, Siyonistler tüm Yahudiler adına konuştuklarını iddia ederken, Yahudi siyasetinin köklerinin ırkçılık karşıtlığında yattığını savunan karşı sesler giderek artıyor. JVP gibi hareketlerde veya Mamdani’nin kampanyalarında yeniden canlanan gelenek işte budur.

* Daniel Falcone, 1848 devrimleri ve New York’ta sığınma arayan siyasi mülteciler konusunda uzmanlaşmış bir tarihçidir. Akademik çalışmaları, Giuseppe Garibaldi’nin New York’un yerel tarihi ve on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllardaki hafıza politikası üzerindeki etkisine odaklanmaktadır. Araştırmalarının yanı sıra, öğretmen ve gazeteci olarak da çalışan Falcone’nin çalışmaları, The Journal of Contemporary Iraq & the Arab World, The Nation, Jacobin ve Truthout gibi yayınlarda yer almıştır. Gazetecilik yazıları ve kamuoyunda tanınmış entelektüellerle yaptığı soru-cevap röportajlar, tarihi günümüzün jeopolitik meseleleriyle kesiştirmektedir.

 

Kaynak: https://www.counterpunch.org/2025/11/07/american-jewish-radicalism-and-the-american-empire-2/