Küresel Demokrasi Çatırdıyor: ABD Onu Kurtaracak mı, Yoksa Yok mu Edecek?

Amerika’nın liberal enternasyonalizm geleneği, liberal olmayan bir enternasyonalizm geleneğine dönüşebilir: Trump’ın politikaları, bir “post-demokratik” süper gücün dünyaya nasıl yön vereceğinin ön izlemesi niteliğinde olabilir.
Eylül 30, 2025
image_print

Demokrasinin küresel yükselişi kadar çok sayıda insan için bu denli önemli olmuş gelişme pek azdır. Üç yüz yıl önce, neredeyse hiç kimse bir demokrasi içinde yaşamıyordu. Daha 1940’larda, İkinci Dünya Savaşı’nın en karanlık günlerinde, belki bir düzine kadar korkmuş ve dağınık demokrasi kalmıştı. Ancak 21. yüzyılın başlarına gelindiğinde demokrasi, egemen yönetim biçimi haline gelmişti.

Artık milyarlarca insan, göreli olarak özgür, insancıl ve despotik zulümle keyfi yönetime karşı korunaklı ülkelerde yaşıyordu. Bu dünyayı kökten dönüştüren tüm bu ilerlemelerde, demokratik bir süper gücün desteği ve gücü hayati rol oynamıştı. İşte bu nedenle, bugün demokrasinin küresel geleceği bu kadar kırılgan görünüyor.

Fikirlerin mücadelesi, tarih boyunca her zaman güç mücadelesiyle iç içe olmuştur: Antik dönemlerden günümüze kadar, egemen yönetim biçimi genellikle dönemin egemen devletlerinin tercihlerine göre şekillenmiştir. 20. yüzyılda — özellikle de İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana — Amerika, uzak bölgelerde demokrasinin gelişmesini destekleyerek ve en ölümcül düşmanlarını engelleyerek demokrasinin küresel ölçekte yeşermesine öncülük etti. Ancak son yirmi yılda, saldırgan otokratik güçlerin yükselişiyle birlikte demokrasinin etkisi gerilemeye başladı. Şimdi ise demokrasinin küresel kaderi, bizzat Amerika’nın kendi içinde yaşadığı dönüşüm nedeniyle tehdit altında.

Başkan Donald Trump, Amerika’nın demokrasi teşvikine yönelik kurumsal altyapısını adeta yerle bir etti. Trump’ın antidemokratik davranışları — neredeyse sınırsız yürütme yetkisi iddiaları, siyasi rakiplerine yönelik tehditleri — ABD’nin liberal olmayan bir rotaya sapmasının artık hiç de imkânsız olmadığını gösterdi.

Demokrasinin küresel yükselişi, Amerika’nın liberal bir süper güç olarak yükselişiyle ayrılmaz şekilde bağlantılıydı. Eğer ABD, dünyanın siyasi geleceğini şekillendirme mücadelesinden çekilirse — ya da daha da kötüsü, dünya çapında liberal olmayan bir güce dönüşürse — özgür kurumların geleceği son derece karanlık olabilir.

Özgürlük Bir Süper Güce İhtiyaç Duyar

Siyaset ile jeopolitik her zaman birbirine yakın olmuştur: Binlerce yıldır, rakip yönetim biçimleri arasındaki denge, rakip devletler arasındaki güç dengesini yansıtır. Bu, hiç de şaşırtıcı değildir. Büyük güçler, doğal olarak, siyasi açıdan kendilerine benzeyen bir dünyada daha rahat hissederler; en güçlü devletlerin ise yakın ya da uzak coğrafyalardaki daha zayıf aktörlerin davranışlarını şekillendirmek için, kaba kuvvetten ince diplomatik çekiciliğe kadar uzanan geniş bir araç yelpazesi vardır.

Antik Yunan’da, Atina’nın etkisi altındaki şehir devletleri zaman zaman onun demokratik uygulamalarını taklit ederken, Sparta’nın etki alanında olanlar daha çok onun oligarşik yöntemlerini benimsemeye eğilimliydi. Aradan iki bin yıl geçtikten sonra, Napolyon’un Avrupa’yı kasıp kavurması, kıtada yalnızca askerî değil, siyasi anlamda da devrim niteliğinde değişimler yarattı. Nazi Almanyası geleceğin yükselen gücü gibi göründüğünde, faşist hareketler birkaç kıtada ivme kazandı. Soğuk Savaş döneminde, Sovyetler Birliği’nin güçlenmesi, Doğu Avrupa’da ve gelişmekte olan dünyanın büyük kısmında komünist rejimlerin iktidara gelmesini sağladı.

Amerikalılar, kendi sistemleri olan demokrasinin yalnızca üstün olduğu için başarılı olduğunu düşünebilir. Oysa gerçek şu ki, demokrasi her zaman güçlü dostların desteğine ihtiyaç duymuştur.

Demokrasi, 19. yüzyılda — döneminin ölçütlerine göre liberal sayılan — Britanya’nın denizlere hükmettiği ve siyasi ile entelektüel geleneklerini dünyaya yaydığı hegemonyası döneminde küresel sahnede ilerlemeye başladı. Bu yönetim biçimi, 20. yüzyılın çalkantılı yıllarında, agresif biçimde demokrasiyi teşvik eden ve onu en tehlikeli anlarında defalarca kurtaran, Britanya’dan bile güçlü bir liberal süper gücün — Amerika’nın — onun yerini almaması hâlinde belki de çoktan yok olmuş olacaktı.

Sağdan ve Soldan Gelen Tehditlere Karşı Koymak

Demokrasi gelişip serpilmeden önce, önce hayatta kalmak zorundaydı. Her iki dünya savaşında da ABD, iddialı otokrasilerin dünyayı baştan aşağı yeniden şekillendirmesini engelleyen koalisyonların belkemiğini oluşturdu. Ardından gelen Soğuk Savaş’ta Washington, demokrasiyi yok etmeye ideolojik olarak adanmış totaliter bir güç olan Sovyetler Birliği’ni sınırlandırdı ve nihayetinde çökertti. Bu onlarca yıl süren mücadele boyunca Amerika, demokratik değerleri farklı yollarla besleyen bir “özgür dünya sistemi” inşa etti.

Bu yolların başında, taklit etkisi geliyordu. Uluslar da insanlar gibi, kazananları izleme eğilimindedir. En güçlü ve en müreffeh ülkenin bir demokrasi olması, bu yönetim biçimini daha cazip kılıyordu: Reformcular, kendi toplumlarının hedeflerini belirlerken Amerika’nın başarılarını örnek gösterebiliyorlardı. Ancak ABD yalnızca örnek olmanın gücüne bel bağlamadı; eşsiz kapasitesini kullanarak dünyanın siyasi dokusunu da doğrudan dönüştürdü.

ABD, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Japonya, Batı Almanya ve İtalya’daki eski saldırganları zorla demokratikleştirdi ve bu kilit bölgelere liberal demokrasiler yerleştirdi. Marshall Planı kapsamında sağladığı yardımlarla, kırılgan Avrupa demokrasilerinin hem sağdan hem soldan gelen tehditlere karşı direnmesine yardımcı oldu. ABD’nin kurduğu ittifaklar, Avrupa ve Batı Pasifik’teki demokratik toplumları bütünleşmiş bir stratejik topluluğa dönüştürdü; Washington ayrıca, ekonomik ve siyasi özgürlük alışkanlıklarını teşvik eden açık bir ticaret sistemi kurdu.

Zamanla ABD, özgür seçimleri ve insan haklarını merkeze alan bir uluslararası normlar sistemi inşa etti. Siyasi özgürlüğün evrensel bir değer olduğu ve demokrasinin toplumların ulaşmayı hedeflemesi gereken bir standart olduğu fikri, doğrudan Amerikan çağının ürünüdür.

Elbette Amerikalılar, demokrasiye olan bağlılıklarında hiçbir zaman katı birer idealist olmadılar. İkinci Dünya Savaşı sırasında Washington, diğer totaliter güçleri alt etmek için Sovyetler Birliği gibi bir totaliter aktörle iş birliği yaptı. Soğuk Savaş’ta ise Moskova’yı çevrelemek için darbeleri destekledi ve sağcı otoriter rejimlerle birlikte hareket etti. Guatemala ya da Şili’deki insanlara ABD’nin her zaman özgür kurumları desteklediğini söylerseniz, muhtemelen alaycı bir homurtu ya da ironik bir gülümsemeyle karşılık alırsınız.

Karmaşık bir dünyada hayatta kalmak bazen ahlaki tavizler vermeyi gerektirir. Ancak genel çerçevede, ABD’li yetkililer daha demokratik bir dünyanın, Amerika’nın çıkarlarıyla örtüştüğüne inanıyordu; çünkü özgür toplumlar, insan haklarının ve siyasi özgürlüklerin güvence altında olduğu bir sistemi koruma konusunda Amerika ile ortak çıkarları paylaşıyordu.

Amerika’nın en köklü ve en kalıcı ittifaklarının, özellikle Batı Avrupa’daki diğer liberal demokrasilerle kurulmuş olması tesadüf değildi. Özgür dünyanın kalbinde yer alan bu liberal değerlerin hayatta kalması ve başarıya ulaşması, zamanla çevreye de yayıldı — ve ABD, göreli gücü arttıkça bu değerleri savunma konusunda daha atılgan bir tavır benimsedi.

Washington, Latin Amerika’da bir zamanlar komünistleri dizginlemek amacıyla gerici generallere destek vermişti. Ancak 1980’lere gelindiğinde darbe planlayıcılarını geri püskürtüyor ve demokratik geçişlerin sağlayabileceği daha kalıcı siyasi istikrarı arıyordu. Soğuk Savaş sona erdiğinde, ABD NATO’nun koruyucu şemsiyesini genişleterek Doğu Avrupa’daki demokratik dönüşümlere öncülük etti. Hatta Afrika’da ve 11 Eylül sonrası Orta Doğu’da liberal kurumları teşvik etmeye çalıştı. 2000’lerin başında, özgürlüğün güçleri galip gelmiş gibi görünüyordu. Ancak sadece birkaç yıl içinde, bu yükselişe karşı bir ters tepki başladı.

Yükselen Otokrasi

2005 yılında, 120’den fazla ülke seçimle iş başına gelen demokrasiler olarak sınıflandırılıyordu. Kar amacı gütmeyen bir demokrasi teşvik kuruluşu olan Freedom House’a göre, o yıldan bu yana her yıl, demokrasiye yönelen ülkelerden daha fazlası otoriterliğe kaydı. Her kıtada gerileme yaşandı; 2010’ların sonlarına gelindiğinde, satın alma gücü paritesine göre ölçüldüğünde, otokrasiler küresel GSYİH’dan demokrasilere kıyasla daha büyük bir pay alıyordu. Temel eğilim çok net: Yirmi yıldır küresel ölçekte bir “demokratik durgunluk” yaşanıyor.

Tıpkı diğer karmaşık küresel olgularda olduğu gibi, bu gerilemenin de birçok nedeni var. Soğuk Savaş’tan sonra ortaya çıkan bazı demokrasiler zayıftı ve kolayca yıkıldı. Amerika’nın demokrasiyi yayma konusundaki hevesi, Orta Doğu’daki kanlı ve çoğu zaman ters tepen müdahalelerden sonra azaldı. 2010’ların başlarında, başlangıçta umut vadeden Arap Baharı hızla otokratik bir kışa dönüştü. Kalkınma eksikliği, yaygın aşırılıkçılık ve olgunlaşmamış kurumlar, Afrika’yı isyanlara ve darbelere karşı savunmasız bıraktı. Elbette bu hikâyenin bölgeden bölgeye, ülkeden ülkeye farklılık gösterdiği de bir gerçek.

Ancak bu tabloyu anlamada daha büyük ve kapsayıcı jeopolitik boyutu göz ardı etmemek gerekir: Demokrasinin gerilemesi, otoriter güçlerin yeniden yükselişiyle doğrudan bağlantılıdır.

2000’lerin başında, Rusya Soğuk Savaş sonrası yaşadığı zayıflıktan toparlanmaya başladı. Çin, küresel sahnede patlayıcı bir yükseliş yaşadı. Tahmin edileceği üzere, her iki ülkedeki liberal olmayan rejimler, kendileri gibi yönetim biçimlerinin saygı gördüğü ve güvende olduğu bir dünya düzeni arzulamaya başladılar.

Rusya, komşu ülkelerdeki — özellikle Ukrayna ve Gürcistan’daki — demokratik hükümetleri baltaladı; Kazakistan ve Belarus’tan Venezuela ve Suriye’ye kadar kuşatma altındaki diktatörleri kurtarmak için müdahalelerde bulundu. Çin, adeta bir otokrasi cephaneliğine dönüştü; Sahra Altı Afrika’dan Güneydoğu Asya’ya kadar otoriter hükümetlere baskı araçlarını ve tekniklerini ihraç etti. Moskova ve Pekin, Orta Asya’da muhalifleri izlemek ve “renkli devrimleri” bastırmak üzere birlikte çalıştı; Çin sermayesi ve Rus paralı askerleri, Afrika’daki liberal olmayan, yolsuzlukla beslenen rejimlerin ayakta kalmasına sıkça yardımcı oldu. Pekin ve Moskova, “internet egemenliği” gibi normları savundu — yani, otoriter hükümetlerin kendi dijital alanları üzerinde mutlak denetime sahip olması gerektiği fikrini — ve bunun yanında liberal dünyanın yerleşik normlarını zayıflatmaya ya da çarpıtmaya çalıştı.

Şubat 2022’de, Rusya ve Çin, yönetim biçimlerini küresel ölçekte savunmayı da içeren “sınırsız stratejik ortaklıklarını” ilan etti. Üç hafta sonra Moskova, Ukrayna’ya saldırdığında, ABD Başkanı Joe Biden, diktatörlüklerin yeniden yükselişe geçtiğini ve otokrasi ile demokrasi arasında yeni bir büyük çatışmanın başladığını ilan etti.

Dünya yeniden sert bir ideolojik cepheleşmeye doğru gidiyor gibi görünüyordu. Ancak şu anda, bundan bile daha tehlikeli bir durum yaşanıyor olabilir.

Trump Güçlü Adamların Yanında

Donald Trump’ın dünya görüşü, başlı başına eklektik bir bileşimdir: Barış çağrılarını saldırgan müdahalecilikle, acımasız çıkarcılığı duygusal nostaljiyle, ulusal ihtişam söylemini ise açıkça kişisel çıkar arayışıyla harmanlar. Net olan bir şey var: Trump’ın ne yurt dışında demokrasiyi teşvik etmeye, ne de kendi ülkesinde onu korumaya kayda değer bir ilgisi bulunuyor.

İlk başkanlık döneminde Trump, müttefik demokratlarla değil, güçlü otokratlarla birlikte olmayı tercih etti; Amerika’nın siyasi değerlerini ise, dünya sahnesindeki sert gerçeklerden dikkati dağıtan önemsiz ayrıntılar olarak küçümsedi. Ocak 2025’te yeniden iktidara geldiğinde ise, Trump yönetimi Amerika’nın demokrasi teşvik girişimlerine doğrudan savaş açtı.

Yönetimi, ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı’nı (USAID) fiilen tasfiye etti, Ulusal Demokrasi Vakfı’nın (NED) finansmanını reddetti ve Voice of America’ya verilen desteği ciddi biçimde kesti. Trump’ın destekçilerine göre bu kurumlar radikal solcularla doluydu ve — Rusya ile Çin’in propaganda söylemlerini andıran bir biçimde — “renkli devrimleri” körükleyerek dünyada istikrarsızlık yaratıyorlardı.

Eş zamanlı olarak yönetim, insan hakları raporlamasını ve seçim gözlemlerini geri plana itti; otoriter dezenformasyonla mücadeleye odaklanan Amerikan kurumlarını dağıttı ve bu alandaki uluslararası koalisyonlardan çekildi.

Trump’ın kendisi, Suudi Arabistan’da yaptığı önemli bir konuşmada, demokrasi teşviki politikalarının trajik bir hata olduğunu savundu. Başkan Yardımcısı J.D. Vance ise açık bir dille şunu ilan etti: “Amerika’nın diğer ülkelere nasıl yaşamaları gerektiğini söyleme günleri BİTTİ.”

Elbette, yoğunlaşan ve yüksek riskli bir jeopolitik rekabet ortamında, ABD’nin değerlerini ne ölçüde yaymaya çalışması gerektiği konusunda makul tartışmalar yapılabilir. Yönetimin bazı adımları, Amerika’nın Soğuk Savaş sonrasında benimsediği aşırı “demokratik misyonerlik” anlayışına yönelik bir düzeltme çabası olarak da değerlendirilebilir. Ancak tüm bu süreci daha da kaygı verici kılan gerçek, Trump ve MAGA hareketinin çoğu zaman yabancı demokrasilerle değil, kendisi gibi güçlü adamlarla özdeşleşmesidir.

Amerika, Liberal Olmayan Bir Güç mü?

Trump, seçilmiş bir otokrat olan El Salvador Devlet Başkanı Nayib Bukele’yi, göçmenleri hukuki süreç olmadan sınır dışı etme konusunda bir müttefik haline getirdi. Avrupa’daki en yakın siyasi muadili ise, yarı otokratik bir figür olan Macaristan Başbakanı Viktor Orbán’dır. Bu yılın başlarında, Amerikan yetkilileri Almanya’daki seçimlere defalarca müdahil olarak, aşırı sağcı ve liberal olmayan bir partiyi açıkça desteklediler.

Pek çok MAGA yanlısı, Rus diktatör Vladimir Putin’e, “geleneksel değerleri” savunduğu için hayranlık duymaktadır. Trump’ın kendisi ise, 2022’deki seçimleri kaybettikten sonra Brezilya’daki demokrasiyi yıkma girişiminde bulunan eski başkan (ve Trump hayranı) Jair Bolsonaro’yu cezalandırmak isteyen Brezilya hükümetine tepki olarak bu ülkeye gümrük vergileri uygulamaya koydu. Bunu, “Amerikan tarzı otokrasi teşviki” olarak yorumlayabilirsiniz.

Elbette Trump yönetimi, aslında demokratik değerleri savunduğunu öne sürmektedir — Avrupalı düşünce polislerinin müdahalelerine, yetkisini aşan Brezilya yargısına ve muhafazakâr görüşleri sansürlemeye hevesli ilericilere karşı durarak. Ancak daha az iyimser bir yorum şudur: Trump, liberal olmayan eğilimlere sahip olduğu için, kendine benzer otokratlarla müttefiklik kurmayı tercih etmektedir.

Görevdeki sekizinci ayında Trump’ın sergilediği ürkütücü ve antidemokratik eylemlerin sayısı azımsanmayacak kadar fazla. Demokratların yönettiği şehirlerde askeri güç kullandı. Hukuku ve devleti, siyasi rakiplerine karşı birer sopa gibi kullandı. Üniversiteleri tehdit ederek baskı altına aldı; kayırmacı kapitalizmin en fütursuz örneklerine imza attı. Doğumla kazanılan vatandaşlık gibi anayasal hakları geçersiz kılmaya çalıştı; bunun yanı sıra, yurt dışında hukuki meşruiyeti tartışmalı askeri operasyonlara girişti.

Her zamanki gibi, Trump bu niyetlerini gizlemeye dahi gerek görmedi: Pek çok Amerikalının bir diktatörü sevebileceğini söyledi; ifade özgürlüğüne açıkça aykırı sınırlamalar getirmeyi ve yine anayasaya aykırı olacak şekilde üçüncü dönem başkanlık ihtimalini dile getirmeyi sürdürdü.

Amerika, elbette Kuzey Kore’ye dönüşmeyecek. Ancak Trump’ın başkanlığı, iki başka senaryoyu son derece olası hale getirmiştir: ABD ya dünyanın siyasi geleceği için verilen mücadeleden tamamen çekilecek ya da önümüzdeki yıllarda liberal olmayan bir süper güce dönüşecektir.

ABD Liderliğindeki Dünyanın Sonu

İlk senaryonun sonuçları bile başlı başına yeterince kaygı vericidir. Eğer ABD, uluslararası ölçekte demokrasiyi koruma ve teşvik etme rolünden çekilirse, Doğu Avrupa’dan Latin Amerika’ya kadar mücadele veren reformcuları dayanışma ve destekten mahrum bırakacaktır. Bu durum, iyi yönetişimi teşvik etmek ve yolsuzlukla mücadele etmek için yürütülen uluslararası çabaları zayıflatır. Rusya, Çin ve onların müttefikleri ise, demokratik toplumlarda dezenformasyon yaymak, uluslararası normları ve kurumları yeniden şekillendirmek ve böylece küresel sahayı liberal olmayan ideolojiler lehine eğmek için daha geniş bir alana sahip olur.

Eğer dünya ülkeleri, vatandaşlarına nasıl davrandıklarının ABD ile ilişkileri üzerinde hiçbir etkisi olmadığını fark ederse, devletleri demokratik normları benimsemeye iten en güçlü motivasyonlardan biri ortadan kalkacaktır. Siyaset bilimci John M. Owen’ın yazdığı gibi, bunun nihai sonucu giderek “otokrasiyi seçen” bir sistemin oluşması olabilir — çünkü böyle bir sistem, otokratik aktörlerin izlerini taşır ve onların ayrıcalıklarını yansıtır; zira dünyayı en enerjik şekilde şekillendiren güçler, artık bu liberal olmayan güçlerdir.

Bu tablo zaten yeterince karanlık. Ama daha da kasvetli bir olasılık var: ABD’nin bizzat, benzersiz bir küresel etki gücüne sahip liberal olmayan bir aktöre dönüşmesi.

Trump’ın otoriter taktiklerinin nasıl yangın gibi yayıldığına çoktan tanıklık ettik. 2017’den bu yana, Güneydoğu Asya’dan Latin Amerika’ya kadar pek çok güçlü lider ve otokrasiye özenen figür, Trump’ın demokratik seçimlere dair şüphe tohumları eken söylemlerini taklit etti; medyayı “yalan haber” diye damgalama yöntemini benimsedi. Brezilya’da Bolsonaro’nun destekçileri, Trump’ın ilham verdiği 6 Ocak 2021 Kongre baskınının bir benzerini gerçekleştirmeye bile kalkıştı. Avrupa’da ve başka yerlerde liberal olmayan popülistler, her zaman seçim kazanamasalar bile Trump’ın örneğinden cesaret buldular. Dünyanın en güçlü ülkesi, ister olumlu ister olumsuz olsun, kaçınılmaz biçimde güçlü bir örnek oluşturur.

Liberal olmayan bir Amerika aynı zamanda bir “yolsuzluk süper gücü”ne dönüşebilir; küresel ölçekte kleptokrasiyi ve kötü yönetişimi kökleştiren çıkarcı ve karanlık uygulamalara saldırgan biçimde girişebilir. Avrupa ve Batı Pasifik’teki demokrasilerle olan bağları büyük ölçüde zayıflayabilir; bu da söz konusu ülkeleri saldırgan güçlerin baskı ve tehditlerine karşı daha savunmasız hale getirir. Ve elbette, liberal olmayan bir Amerikan lider, Trump ile Bukele arasında kurulan türden daha fazla “güçlü adam ittifakı” arayışına girebilir ve tıpkı mevcut yönetimin Brezilya’da yaptığı gibi, dost otokratik hareketlere doğrudan müdahalede bulunabilir.

Amerika’nın liberal enternasyonalizm geleneği, liberal olmayan bir enternasyonalizm geleneğine dönüşebilir: Trump’ın politikaları, bir “post-demokratik” süper gücün dünyaya nasıl yön vereceğinin ön izlemesi niteliğinde olabilir.

Ve karanlık sadece bununla sınırlı değil. Artık kulağa uçuk kaçık gelmeyen başka bir olasılık da var: Diğer demokrasilere karşı ekonomik baskı uygulayan, toprak gaspına girişen, nüfuz alanları üzerine rakip güçlerle pazarlık yapan ya da küresel ticaret sistemini yıkıma uğratacak ölçekte korumacılık uygulayan bir Amerika.

Eğer ABD bu yolu izlerse — yani fiilen revizyonist güçlerin en güçlüsü hâline gelirse — bugüne dek özgürlük ortamını beslemiş olan dünya düzeninden geriye çok az şey kalacaktır.

Tüm bunlar kulağa fantezi gibi gelebilir: Trump’ın ikinci döneminin henüz bir yılı bile dolmadı. Ancak böylesine öngörülemez, böylesine sarsıcı bir başkanlık döneminde, radikal sonuçları göz ardı etmek mümkün değil. Bir zamanlar, Amerikan gücü sayesinde yükselişe geçen demokrasi, dünyanın ideolojik görünümünü dramatik biçimde — ve olumlu yönde — değiştirmişti. Eğer Amerika bu mücadeleden vazgeçerse ya da taraf değiştirirse, dünya yeniden dramatik biçimde değişebilir — ama bu kez çok daha olumsuz bir yönde.

Kaynak: https://www.aei.org/op-eds/global-democracy-is-failing-will-the-us-save-it-or-kill-it/