Kendi Kendine Yeterlilik mi, Kurtarma Paketi mi?
Amerika, İsrail savunmasına milyarlarca dolar akıtmaya devam ederken, rahatsız edici gerçek şu ki: İsrail’in güvenliği ve stratejik konumu, popüler muhafazakâr iddiaların aksine, her zaman dış yardıma bağlı olmuştur.
Ben Shapiro gibi muhafazakâr yorumcular, İsrail’in dış tehditlere karşı sözde bağımsızlığını sürekli överek, “İsrail, karşılaştığı tüm iç engellere rağmen askeri üstünlüğünü kendi çabalarıyla elde etmiştir” iddiasında bulunuyorlar. Ancak bu iddia, Yahudi devletinin 1948’den bu yana aldığı kapsamlı Amerikan ve Batı desteğiyle çelişmektedir.
1948’deki kritik Sovyet silah desteğinden 2016’daki eşi görülmemiş 38 milyar dolarlık ABD askeri yardım paketine kadar, İsrail’in tarihi, bağımsızlık imajının aksine, dış yardıma sürekli bir bağımlılığı ortaya koymaktadır. İsrail’in kuruluş sürecindeki hayatta kalışı, büyük ölçüde dış askeri desteğe —hem de beklenmedik bir kaynaktan, Sovyetler Birliği’nden— bağlıydı.
Sovyetler Birliği, 1948 yılında uydu devleti olan Çekoslovakya ile İsrail arasında silah anlaşmalarını kolaylaştırarak İsrail’e destek verdi. Bu silah transferleri, Bağımsızlık Savaşı’nda belirleyici rol oynadı. David Ben-Gurion’un daha sonra itiraf ettiği gibi: “Ülkeyi onlar kurtardı, bundan en ufak bir şüphem yok… Çek silah anlaşması en büyük yardımdı, bizi kurtardı ve o olmasaydı ilk ayı atlatabilir miydik, çok şüpheliyim.”
Belki de en dikkat çekici olanı, İsrail’in ilk dönemlerdeki hayatta kalışının Yahudi-Amerikalı organize suç şebekelerinin desteğine de dayanmasıydı. “Mafya’nın Muhasebecisi” (the Mob’s Accountant) olarak tanınan Meyer Lansky, 1948 yılında Siyonist davaya bir milyon dolar bağışladı; bu katkı, İsrail’in Bağımsızlık Savaşı sırasında kritik bir rol oynadı. Günümüz Belarus’unda doğan Aşkenazi Yahudisi Lansky, 1911 yılında Manhattan’a göç etti. Daha sonra geniş suç ağını kullanarak Yahudi devletine yardım etti; Arap ülkelerine giden silah sevkiyatlarını engelledi ve Yahudi yerleşimcilere destek sağladı.
Lansky’nin faaliyetleri sadece maddi bağışlarla sınırlı kalmadı. İtalyan mafyası ve Uluslararası Liman İşçileri Birliği (International Longshoremen’s Association) ile olan bağlantıları sayesinde ABD’nin büyük limanları üzerinde kontrol sağladı ve bu sayede kargo sevkiyatlarını manipüle edebildi. JFeed’in bir raporuna göre, Lansky’nin ününden çekinen işçiler ve gümrük memurları, önemli silah sevkiyatlarının İsrail’e güvenli bir şekilde ulaşmasını sağlarken, Arap ülkelerine giden silahlar gizemli bir şekilde vinçlerden denize “düştü” ya da uzak bölgelere giden gemilere “yanlışlıkla yüklendi”.
Benzer şekilde, Yahudi mafya lideri Bugsy Siegel, silah kaçakçılığı için bağış toplamak amacıyla Los Angeles’ta Yahudi iş insanları ve yeraltı dünyasından diğer kişilerle gizli toplantılar düzenledi. Raporlara göre Siegel, Siyonist diplomat Reuven Dafni ile yaptığı toplantılar aracılığıyla İsrail’in bağımsızlık hareketine on binlerce dolar bağışladı. Siegel, Siyonist mücadeleyi, kendi yaşamından öteye geçecek kalıcı bir anlam yaratma fırsatı olarak görüyordu. Bir bağış toplantısında şöyle demişti: “İsrail kurulduğunda, bunun bir parçası olduğumu bilmek istiyorum.”
Yahudi Ajansı, New York’taki Hotel Fourteen’da gizli bir silah satın alma operasyonu yürütüyordu. Brooklyn’den gelen Yahudi gangsterler burada hizmetlerini sundular. Bu toplantılara tanıklık eden elektronik mühendisi Dan Fliderblum’a göre, “Gangsterler ellerinden gelen her türlü yardımı sunmaya hazırdı. İçlerinden biri, ‘Eğer öldürülmesini istediğiniz biri varsa, sadece bir liste hazırlayın, biz hallederiz’ dedi.”
Brooklyn’in arka odalarının gölgesinin ötesinde, İsrail çok geçmeden yeraltı dünyasının katkılarını gölgede bırakacak resmî devlet anlaşmaları yoluyla hayati bir destek hattı elde etti. 1952 tarihli Lüksemburg Anlaşması, İsrail’e devlet olarak ilk yıllarında bir başka kritik finansman kaynağı daha sağladı. Bu anlaşma kapsamında Batı Almanya, Holokost tazminatı olarak İsrail’e on dört yıl boyunca 714 milyon dolar (3 milyar mark) ödemeyi kabul etti. Bu ödemeler, 1956 yılında İsrail devlet gelirlerinin %87,5’ini oluşturdu ve ülkenin altyapısının inşasında önemli rol oynadı.
Daha sonraki devasa yardım paketleriyle karşılaştırıldığında, İsrail’in ilk yıllarındaki ABD ekonomik yardımı nispeten mütevazıydı. Başkan Harry Truman, 1948 yılında göçmenlerin yerleştirilmesi amacıyla 135 milyon dolarlık İhracat-İthalat Bankası (Export-Import Bank) kredisini onaylayarak ABD-İsrail ilişkilerinin temelini attı. 1949 ile 1973 yılları arasında Amerika Birleşik Devletleri, İsrail’e yıllık ortalama 122 milyon dolar olmak üzere toplamda 3,1 milyar dolar yardım sağladı.
1967’deki Altı Gün Savaşı, ABD’nin İsrail’e yönelik dış yardım politikasının seyrini köklü biçimde değiştirdi. Fransa’nın çatışma sonrası uyguladığı silah ambargosu, İsrail’i güvenilir tedarikçiler arayışına itti ve Washington’a, ülkenin başlıca askerî destekçisi olma konumunu pekiştirme fırsatı sundu. Bunun doğrudan bir sonucu olarak, ABD’nin askerî yardımı 1967’deki 7 milyon dolardan 1968’de 25 milyon dolara fırladı — bu, şaşırtıcı bir şekilde %450’lik bir artış anlamına geliyordu.
Askerî desteğin bu yükseliş eğilimi, bir sonraki büyük dönüm noktasının zeminini hazırladı. 1973’teki Yom Kippur Savaşı, Amerikan tarihinin en büyük hava ikmal operasyonunu tetikledi. “Nickel Grass Operasyonu” kapsamında, 14 Ekim ile 14 Kasım 1973 tarihleri arasında İsrail’e 22.325 ton askerî malzeme ulaştırıldı. Kongre daha sonra 2,2 milyar dolarlık acil yardım paketini onayladı ve askerî yardımı %800 oranında artırdı. Yom Kippur Savaşı sırasında gerçekleşen bu acil müdahale, İsrail ulusal güvenliğini tehdit ettiği iddia edilen her askerî kriz anında, ABD’nin büyük ölçekli askerî yardım yapmasının önünü açan bir emsal oluşturdu.
1978 tarihli Camp David Anlaşmaları, sonrasında yeni bir yardım paradigmasını şekillendirdi. Amerika Birleşik Devletleri, İsrail ile yapılan barış anlaşmasının bir parçası olarak Mısır’a yıllık 1,3 milyar dolar aktarımı kabul etti. Bu ekonomik yardım transferi, bir yandan Mısır’ın rızasını fiilen satın alırken, aynı zamanda İsrail’e yönelik askerî tehdidini etkisizleştirdi ve İsrail’in bölgede Amerikan yardımının başlıca yararlanıcısı olma konumunu korumasını sağladı.
Camp David’in ardından geçen on yıllarda, ardı ardına yapılan anlaşmalar ve politika değişiklikleri, ABD’nin İsrail’e sağladığı yardımın ölçeğini ve kapsamını istikrarlı şekilde genişletti. Bu süreç, önceki yardım paketlerini gölgede bırakan uzun vadeli taahhütler zinciriyle sonuçlandı. 2016 yılında imzalanan tarihi Mutabakat Anlaşması (Memorandum of Understanding), ABD tarihinin en büyük askerî yardım paketini oluşturdu: 2019–2028 dönemi için toplam 38 milyar dolar. Bu miktarın 33 milyar doları yabancı askerî finansman (foreign military financing), 5 milyar doları ise benzeri görülmemiş bir füze savunma desteği taahhüdünü içeriyordu.
Bu devasa finansman taahhütleri, doğrudan ileri düzey silah alımlarına dönüşmüş ve İsrail’in bölgesel rakiplerine karşı “niteliksel askerî üstünlüğünü” (qualitative military edge) sürdürmesini mümkün kılmıştır. İsrail, 2024 yılı itibarıyla sipariş ettiği elli adet F-35I “Adir” savaş uçağının otuz dokuzunu teslim almış, Haziran 2024’te ise 3 milyar dolar karşılığında yirmi beş adet daha gelişmiş hayalet savaş uçağı siparişi vermiştir. 2018 yılında İsrail, F-35’leri savaş operasyonlarında kullanan ilk ülke olmuştur. Buna ek olarak, Amerika Birleşik Devletleri, 2011 yılından bu yana Demir Kubbe (Iron Dome) sisteminin geliştirilmesi için 1,7 milyar dolardan fazla destek sağlamış, Eylül 2021’de ise 1 milyar dolarlık ek fonu onaylamıştır.
7 Ekim 2023 saldırılarından bu yana, ABD’nin İsrail’e sağladığı askerî yardım benzeri görülmemiş boyutlara ulaşmıştır. Eylül 2024 itibarıyla Washington, İsrail’e 17,9 milyar dolarlık güvenlik yardımı sağlamış durumdaydı. Takip eden ayda, Joe Biden yönetimi, içinde F-15 savaş uçakları ve gelişmiş füze sistemleri bulunan devasa bir 20 milyar dolarlık silah satışını onayladı. Bu artış, Donald Trump’ın ikinci başkanlık döneminde de devam etti; yönetimi, Mart 2025’te 3 milyar dolarlık ek acil silah paketine onay verdi.
Amerika Birleşik Devletleri hâlâ İsrail’in en büyük askerî yardım sağlayıcısı konumunda olsa da, Avrupa ülkeleri de önemli miktarda silah tedarik etmiştir. 2018 ile 2022 yılları arasında Avrupa Birliği üyesi devletler, İsrail’e toplam 1,76 milyar avro değerinde silah sattı. Almanya, 2019–2023 döneminde İsrail’e sağlanan silahların %30’unu temin ederek en büyük Avrupa tedarikçisi olarak öne çıktı.
Mevcut Trump yönetimi, görevdeki ilk yüz gününde İsrail’e yaklaşık 12 milyar dolarlık askerî satışa onay verdi. Dışişleri Bakanı Marco Rubio, Mart 2025’te olağanüstü yetkilerini kullanarak 4 milyar dolarlık askerî yardımı hızlandırdı. 1948’den 2025’e kadar Amerika Birleşik Devletleri, İsrail’e 300 milyar doların üzerinde yardım sağlamış olup bu, on yıllardır süregelen desteği yansıtmaktadır.
Bu muazzam ve kesintisiz mali, askerî ve ekonomik yardım akışı basit bir gerçeğin altını çizer: ABD dış yardımı olmadan, İsrail’in güvenliğini, ekonomik istikrarını ve bölgesel konumunu sürdürme kapasitesi ciddi biçimde zayıflayacaktır. Pratik açıdan bakıldığında, ülkenin varlığını sürdürebilmesi ve stratejik gücünü koruyabilmesi, Amerikan desteğinin devamına derin biçimde bağlıdır.
İsrail’in Amerikan yardımı olmaksızın tamamen gelişip varlığını sürdürebileceğinde ısrar edenler, hoş karşılanmayacak bir gerçekle yüzleşmek zorunda kalacaklardır. On yıllardır süregelen ve ezici ölçekteki ABD yardımları, İsrail’in güvenliğinin, teknolojik üstünlüğünün ve ekonomik dayanıklılığının temelini oluşturmuştur. Bunun aksini öne sürmek, bu bağımlılığın derinliğini göz ardı etmek ve İsrail’in Washington’dan bağımsız bir şekilde stratejik duruşunu sürdürebilme kapasitesini ciddi biçimde abartmak anlamına gelir.
Sınırlı veya müdahaleci olmayan bir ABD dış politikasını savunanlar için bu gerçekliğin açık bir sonucu vardır: İsrail yalnızca mali bir yük değil, aynı zamanda artık daha geniş Amerikan çıkarlarıyla örtüşmeyen bir stratejik taahhüttür. Eğer jeopolitik istikrar ve ABD’nin ulusal güvenliğinin uzun vadeli sağlığı gerçekten önemliyse, İsrail’e yönelik Amerikan yardımının nihayetinde sona erdirilmesi gerektiğini kabul etmenin zamanı gelmiştir.