Son kırk yıl içinde, Orta Doğu’nun jeopolitiğinde en az üç tektonik değişim yaşandı ve bu değişimler genellikle Orta Doğu’nun “haritasını değiştirme” çabaları olarak adlandırıldı. 1982 yılında İsrail Savunma Bakanı Ariel Sharon, Yaser Arafat’ın liderliğindeki Filistin Kurtuluş Örgütü’nün oluşturduğu tehdidi ortadan kaldırmak amacıyla Lübnan’ı işgal etti. 2003 yılında Bush yönetimi, Saddam Hüseyin’in “kitle imha silahlarına” sahip olduğu yalanını ortaya atarak Irak’a müdahale etti. En son olarak, İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, Gazze Şeridi’nde Hamas’ı yok etme kampanyasının bir parçası olarak Orta Doğu’nun “haritasını değiştirmek” amacıyla askeri güç kullanacağını açıkça beyan etti. Orta Doğu’nun haritası değişmedi, ancak yüz binlerce masum Arap hayatını kaybetti.
Her bir örnekte, “ertesi gün” Sharon, Bush ya da Netanyahu’nun vaat ettiklerinden çok daha farklı ve çok daha tehditkâr oldu. Aylar sürmesi öngörülen askeri harekâtlar ve işgaller yıllara yayıldı. Lübnan ve Irak örneklerinde İsrail ve Amerikan işgalleri on yıllar sürdü; Irak’ta ise yirmi yılın ardından hâlâ savunmasız mevkilerde konuşlanmış binlerce Amerikan askeri bulunuyor. ABD’nin Irak’ı işgali, İran’ın Bağdat üzerindeki başlıca dış etken haline gelmesine yol açarak Amerika Birleşik Devletleri için büyük bir stratejik gerilemeye neden oldu. Gazze’ye gelince; Netanyahu bu bölgeyi yaşanmaz kılma sözü verdi ve şu anda Filistinliler için buranın yeniden yaşanabilir olacağına dair hiçbir umut bulunmuyor.
1982 yılında Ariel Sharon, Lübnan işgalini Beyrut’a kadar genişletmeye yönelik gizli bir plan hazırladı. Ancak bu planı, ilk işgalin ardından ve Sabra ile Şatila mülteci kamplarında işlenen savaş suçlarının yol açtığı sarsıcı etkiler nedeniyle sinir krizi geçiren Başbakan Menachem Begin ile paylaşmadı. Operasyonun yalnızca birkaç gün sürmesi planlanmıştı; oysa İsrail güçleri Lübnan’dan resmen 18 yıl sonra çekildi ve bugün hâlâ Lübnan’ın güneyinde İsrail askerî varlığı devam etmektedir. Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), Lübnan’ı ve genel olarak Orta Doğu’yu terk etmek zorunda kaldı ve Kuzey Afrika’ya çekildi. Ancak FKÖ’nün yerini, İran Devrim Muhafızları’nın desteğiyle ortaya çıkan çok daha yeni ve çok daha tehditkâr bir güç olan Hizbullah aldı.
2003 yılında Başkan George W. Bush, Saddam Hüseyin’in aslında sahip olmadığı kitle imha silahlarını yok etme bahanesiyle Irak’a askeri müdahalede bulunmak için kamuoyunu sistematik biçimde aldattı. Ana akım medya, özellikle New York Times, Bush yönetiminin yüzlerce yalanını tekrarlamakta kritik bir rol oynadı. Sharon gibi Bush da Irak’ta başlatacağı bir demokrasi inşası yoluyla diğer Arap devletlerine örnek olabilecek bir model yaratmayı ve böylece Orta Doğu’nun “haritasını değiştirmeyi” hedefliyordu. Başkan Yardımcısı Dick Cheney, demokratik hükümetlerin kurulmasını güçlü şekilde destekleyen isimlerden biriydi ve 2002 yılında Yurtdışı Savaş Gazileri Derneği’nin yıllık kongresinde, bölgedeki “özgürlüksever halkların” demokratik yönetim biçimlerine yöneleceğini dile getirdi.
Petrol de Başkan Bush ile İngiltere Başbakanı Tony Blair arasındaki ortaklıkta belirleyici bir faktördü. İkili, Irak’ın petrol zenginliklerinin nasıl paylaşılacağını tartışmıştı ve bu görüşmeler, 1953’te seçilmiş İran Başbakanı Muhammed Musaddık’ı devirmek üzere ABD Başkanı Dwight Eisenhower ile İngiltere Başbakanı Winston Churchill arasında yapılan görüşmeleri hatırlatıyordu. 1956’daki Süveyş Savaşı ise İngiltere, Fransa ve İsrail’in çıkarları açısından büyük bir felaket olmuştu. 2003 yılında CENTCOM (ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı) komutanı General John Abizaid, Bush’un savaşı hakkında kendisine sorulan bir soruya “tabii ki petrol için” yanıtını vermişti. Tüm bu savaşlar esasen ekonomik çıkarlar tarafından yönlendirilmişti.
Netanyahu ise Hamas’a karşı yürüttüğü savaşın, İran’a yönelik saldırıların ve Suriye’ye yönelik yeni operasyonların “yeni” bir Orta Doğu yaratacağını iddia ediyor. İsrail son 12 yıldır Suriye’ye karşı düzenli olarak askeri güç kullanıyor, ancak ana akım medya bu kampanyaya neredeyse hiç ilgi göstermedi. Netanyahu’nun Suriye ile “steril bir savunma bölgesi” oluşturma yönündeki söylemi ise, ardında ne tür bir politika uygulanacağına dair en ufak bir işaret olmadan yapılan fırsatçı bir askeri güç kullanımıydı. Bu, 1967’deki Altı Gün Savaşı’ndan bu yana İsrail’in güç kullanımında sergilediği tipik bir tutumdur: İsrail savaşın ardından toprak işgal etmiş, ancak sonrasında ne olacağına dair hiçbir plan geliştirmemişti.
Netanyahu, Gazze Savaşı’yla ilgili tüm sorulara verdiği yanıtlarda Orta Doğu’nun “yüzünü değiştirmek” vurgusunu ön plana çıkardı ve bu söylem, Amerikan ve İsrail basınının büyük bir kısmında yankı buldu. Jerusalem Post bu durumu şöyle dile getirdi: “Geçtiğimiz yıl İsrail, Orta Doğu’daki istikrar adına, onlarca yıldır etkisiz kalan BM kurumları ve Batılı diplomatların yaptıklarından daha fazlasını yaptı.” (Netanyahu’nun savaşı iktidarda kalmak için nasıl uzattığına dair güvenilir bir analiz için bkz. New York Times Magazine, 27 Temmuz 2025, “Netanyahu’s War”.)
Trump, Netanyahu’nun çabalarına doğrudan bir ortaklık yapmadı; ancak seçim kampanyasını “Orta Doğu meselesi çözülecek” vaadi üzerine kurdu. Trump’ın ilk başkanlık döneminde İsrail lehine attığı adımlar, bölgedeki Netanyahu liderliğindeki saldırgan politikaları destekleyeceğini açık biçimde ortaya koydu. İki devletli ya da tek devletli çözüm konusunda herhangi bir tercihi olmadığını özellikle vurguladı ve İsrail’den herhangi bir taviz almadan Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıdı. Ayrıca, Birleşmiş Milletler’in Filistinli mültecilere yardım sağlayan kuruluşu UNRWA’ya ve Batı Şeria’da, İsrail hükümetlerinin rehinesi haline gelmiş çeşitli Filistin yardım kuruluşlarına yönelik Amerikan yardımını kesti. Son olarak, önceki Amerikan yönetimleri ile çeşitli uluslararası kuruluşların yasa dışı ilan ettiği Batı Şeria’daki İsrail yerleşimlerine hiçbir itirazda bulunmadı.
Trump’ın ikinci başkanlık dönemi çok daha kötü geçti; bu dönem, İsrail’in soykırım niteliğindeki askeri kampanyasına suç ortaklığı yapması ve Filistin halkının zorla aç bırakılmasını görmezden gelmesiyle damgalandı. Biden yönetiminden istifa eden eski Dışişleri Bakanlığı yetkilisi John Paul’un da belirttiği gibi, siyasetçiler “yanıldıklarını asla kabul etmezler, gözlerinin önündeki kanıtları görmezden gelirler ve gerçekle yüzleşmemek için mutlaka bir yol bulurlar.” Trump ve Netanyahu, son olarak Gazze’deki açlık krizinden Hamas’ı sorumlu tuttular; oysa İsrail’in üst düzey askeri komutanları bu iddiayı yalanladı.
Orta Doğu’daki güç dengesi, muhtemelen II. Dünya Savaşı’ndan bu yana hiç olmadığı kadar tehditkâr bir hâle geldi; bunun başlıca nedeni, İsrail’in bölgedeki askeri üstünlüğü ve bu gücü kullanmaya yönelik pervasızca hazır oluşudur. Kesinlikle herhangi bir “istikrar belirtisi” yok. Tarihsel olarak İsrailliler, Yahudilerin Holokost sırasında yaşadığı acılar nedeniyle Arap devletleriyle olan çatışmalarda ahlaki üstünlük iddiasında bulunmuşlardır.
Ne var ki, İsrail’in Gazze’de yürüttüğü soykırım niteliğindeki askeri harekât ve Batı Şeria’daki etnik temizlik kampanyası, bu ahlaki üstünlük iddiasını ciddi şekilde zedelemiştir. Bu durum, Yahudi diasporası da dahil olmak üzere Batı dünyasında, İsrail’in kendi ilan ettiği statüsünün meşruiyeti konusunda ciddi bir bölünmeye yol açmıştır. Amerika Birleşik Devletleri, İbrahim Anlaşması’na katılan Arap ülkelerinin sayısını artırma potansiyeline sahipti; ancak ABD’nin Orta Doğu’daki etkisi belirgin şekilde azaldı. Bölgede “ne savaş ne barış” olarak tanımlanabilecek mevcut durum sürecek gibi görünüyor ve İsrail’deki apartheid gerçeği, ülkenin ahlaki konumunu aşındırmaya devam ederek bölgenin jeopolitiğini daha da kötüleştirecektir.
Bu üç senaryo açıkça göstermektedir ki, savaş Orta Doğu’nun “haritasını değiştirmeyecek”; aksine, daha fazla kaos ve trajedi yaratacaktır. Öte yandan, barış ve diplomasinin Orta Doğu’nun “haritasını değiştirdiği” bir örnek de vardır: 1978 yılında Camp David’de İsrail Başbakanı Menachem Begin ile Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat arasında 13 gün süren görüşmeler sonucunda imzalanan tarihi anlaşma. Bu anlaşma, Mısır dışındaki Arap devletlerinin artık İsrail’e karşı savaş başlatamayacağı anlamına geliyordu. Bu da haritayı gerçekten değiştirmişti.
* Melvin A. Goodman, Uluslararası Politika Merkezi’nde kıdemli araştırmacı ve Johns Hopkins Üniversitesi’nde siyaset bilimi profesörüdür. Eski bir CIA analisti olan Goodman, Failure of Intelligence: The Decline and Fall of the CIA (İstihbaratın Başarısızlığı: CIA’nın Gerileyişi ve Çöküşü), National Insecurity: The Cost of American Militarism (Ulusal Güvensizlik: Amerikan Militarizminin Bedeli) ve A Whistleblower at the CIA (CIA’de Bir İhbarcı) adlı kitapların yazarıdır. En son kitapları ise American Carnage: The Wars of Donald Trump (Opus Publishing, 2019) ve Containing the National Security State (Opus Publishing, 2021) başlıklarını taşımaktadır. Goodman, counterpunch.org sitesinde ulusal güvenlik üzerine köşe yazıları yazmaktadır.
Kaynak: https://www.counterpunch.org/2025/07/30/the-sad-history-of-changing-the-map-of-the-middle-east/