Amerikasız Asya: Dolaplar Bomboş

Başkan Trump’ın ittifakları terk etmeye başlaması ve meydan okuyan ülkelerin kapasitesinin artması dolayısıyla, Amerika’nın taahhüdü artık varsayım olmaktan çıktı. ABD sadece sorumluluğu başkasına atmaya çalışmıyor, aynı zamanda Avrupa’ya sorumluluğun burada bitmediğini söylüyor. Asya, Başkan Trump’ın neye karar vereceğini bilmeden bir çıkmazda bırakıldı. Bu, Asya’ya dürüstçe stratejik bir dönüşten, Tayvan’ı pohpohlama ve bir jambon sandviçi karşılığında takas etmeye kadar her şey olabilir. Gerçekten bilmiyoruz. Herkesin bildiği şey ise Çin’in kapasitesinin büyüdüğü ve zamanla Amerika’nın Asya’daki konumunu koruma maliyetlerinin artacağı.
Haziran 11, 2025
image_print

Bölüm 1

Japonya, Güney Kore ve Tayvan; size, Amerika’nın ittifak sisteminin ve kurallara dayalı düzenin çöktüğünü söylüyoruz.

 

İstediğin her şeyi her zaman elde edemezsin

Ama bazen denersen

Göreceksin ki

İhtiyacın olanı elde edersin

THE ROLLING STONES

 

Tarihin birden fazla dengesi vardır. Görünüşte istikrarlı olan düzenlemeler bir anda tersine dönebilir. “Hiçbir şeyin olmadığı on yıllar vardır; ve on yılların yaşandığı haftalar,” diye yazmıştı Vladimir Lenin 1917’de, sürgündeki son yılında.

Ya da 2023’te Vladimir Putin ile yaptığı bir görüşmenin ardından Kremlin kapısında Başkan Xi Jinping’in söylediği gibi: “Şu anda 100 yıldır görmediğimiz türden değişiklikler oluyor.” Xi, basın mensuplarının duyabileceği mesafede kurnazca eklemişti: “ve birlikte bu değişimleri biz yönlendiriyoruz.”

Açık konuşalım: Size söylüyoruz Japonya, Güney Kore ve Tayvan. Başkan Xi’nin bahsettiği değişiklikler, Amerika’nın ittifak sisteminin ve onunla birlikte kurallara dayalı uluslararası düzenin çöküşüdür.

Her ülke hazırlıklı olmalı. Durumu en iyi idrak eden aktörler olayların önüne geçecektir. Başkan Xi, “Bu değişimleri biz yönlendiriyoruz” dediğinde, bu; “biz”e güvenin ve bir parçası da siz olun davetiydi.

2025’te hızlıca yol alınırken var olan eğilimler sadece hızlandı. Başkan Trump, ikinci döneminde Avrupa’ya haksız yere hakaret etti, Panama’ya baskı yaptı, Grönland ve Kanada’yı ilhak etmekle tehdit etti ve dünyanın geri kalanına yönelik kaotik bir ticaret savaşı başlattı.

Dostlar, bu karmaşık bir strateji değil. Bu, Başkan Trump’ın Amerikan gücünden geriye kalan ne varsa kullanıp parçaların bir şekilde kendi lehine dizileceğini umarak satranç tahtasını devirmesidir. Aynı zamanda düpedüz deliliktir.

Stephen Wertheim’in And Tomorrow the World: The Birth of US Global Supremacy adlı kitabında, Japonya’nın Pearl Harbor saldırısından hemen öncesindeki birkaç yıl içinde, Dış İlişkiler Konseyi gibi kurumların ve Başkan Franklin Roosevelt gibi liderlerin, Amerika’nın küresel duruşunu dış müdahalelere karşı temkinlilikten küresel egemenliğe doğru nasıl evirdiklerini anlatır.

Elbette, bunların hiçbiri yüksek sesle dile getirilemezdi. Bu yeni duruş, II. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında gelişirken, “liberal uluslararası düzen” gibi örtülü ifadelerle gizlenmek zorundaydı ve Dünya Bankası/IMF (1944), Birleşmiş Milletler (1945), NATO (1949) ve hatta ABD Kongresi gibi iğdiş edilmiş kurumlar aracılığıyla yürütüldü.

Tüm bunlar, kurucu babaların, Avrupa’dan Atlantik Okyanusu’yla ayrılmış genç cumhuriyete bırakmayı umdukları mirasla çelişir. George Washington, veda konuşmasında yabancı savaşlara ve ittifaklara karışmamayı güçlü bir şekilde tavsiye etmişti:

Kaderimizi Avrupa’nın herhangi bir parçasına bağlayarak barış ve refahımızı Avrupa’nın ihtiras, rekabet, çıkar, keyif ya da kaprislerinin belasına neden bulaştıralım?

Neden bu kadar ayrıcalıklı bir durumun avantajlarından vazgeçelim? Neden kendi topraklarımızı bırakıp yabancı topraklara gidelim?

Yabancı dünyanın herhangi bir bölümüyle kalıcı ittifaklardan uzak durmak bizim gerçek politikamızdır; yani, şu anda bunu yapma özgürlüğüne sahip olduğumuz ölçüde; zira mevcut taahhütlere sadakatsizliği küçümseyebilecek biri olarak anlaşılmamalıyım.

Wertheim’a göre, Amerikan üstünlüğünü planlayan düşünürler ve liderler kötü niyetli davranmıyorlardı; bunlar Lockheed Martin’de emekliliklerinde iş kapmak için çabalayan Pentagon bürokratları değildi. Bunlar, Avrasya kara parçasının faşistlerce kontrol edildiği bir dünyadan gerçekten korkan adamlardı. Wertheim şöyle yazar:

Ancak barış, Almanya’nın Fransa’yı fethedip kısa süreliğine Avrupa’ya hükmettiği bir dönemin ardından eşi görülmemiş bir bedelle geldi. Amerika Birleşik Devletleri’nin sadece kendi yarıküresinde askeri bir duruş sergilemesi, Avrupa’yı en kötü Avrupalılara, Asya’yı da en kötü Asyalılara bırakma riski taşıyordu – söz konusu bu kötülerin oluşturduğu totaliter diktatörlükler, endüstriyel modernitenin araçlarını silahlı fetih ve tahakküm kurma amacıyla kullanabilirlerdi.

I.Dünya Savaşı’nda Avrupa ve Asya’yı faşist egemenliklerden kurtardıktan sonra (ya da en azından sahnenin dördüncü perdesinde temizlik operasyonlarına katıldıktan sonra), ABD vakit kaybetmeden, Sovyetler Birliği’ne karşı verilen uzun ve muğlak mücadelede kendisini özgür dünyanın lideri ilan etti. George Kennan, meşhur uzun telgrafında şöyle yazıyordu:

Amerika Birleşik Devletleri’nin Sovyetler Birliği’ne yönelik herhangi bir politikasının temel unsuru, Rus yayılmacı eğilimlerinin uzun vadeli, sabırlı ama kararlı ve uyanık bir şekilde çevrelenmesi olmalıdır.… Sovyetlerin Batı dünyasının özgür kurumlarına uyguladığı baskı, Sovyet politikasının değişim ve manevralarına uygun olarak sürekli değişen coğrafi ve politik noktalarda karşı gücün ustaca ve dikkatli bir şekilde uygulanmasıyla kontrol altına alınabilecek bir şeydir; bu baskının uyumlu davranarak veya konuşarak ortadan kaldırılması mümkün değildir.

Öncelikli olma duygusunun, bırakılması zor bir uyuşturucu olduğu ortaya çıktı. Sovyetler Birliği’nin beklenmedik çöküşü ve Çin’in gönüllü olarak Amerikan liderliğindeki ekonomik sisteme katılmasının ardından, ABD kendisini Wolfowitz doktrini uyarınca hızla kalıcı dünya lideri olarak atadı:

ABD, potansiyel rakiplere daha büyük bir rol üstlenmeleri ya da meşru çıkarlarını korumak için daha saldırgan bir tutum sergilemeleri gerekmediğini ikna edici şekilde gösterecek ve yeni bir düzeni kurup koruyacak liderliği sergilemelidir. Savunma dışı alanlarda, gelişmiş sanayi ülkelerinin çıkarlarını yeterince hesaba katmalıyız ki, bu ülkeler liderliğimize meydan okumaya ya da mevcut siyasi ve ekonomik düzeni yıkmaya kalkışmasın. Potansiyel rakipleri, bölgesel ya da küresel çapta daha büyük roller üstlenmeye kalkışmaktan caydıracak mekanizmayı muhafaza etmeliyiz.

İşte tam o sıralarda “liberal uluslararası düzen” kavramı, “kurallara dayalı uluslararası düzen”e evrildi.

ABD, 2001 yılında Dünya Ticaret Merkezi’ne yönelik 11 Eylül saldırılarının ardından Wolfowitz doktrinini, henüz gerçekleşmemiş tehditleri askeri yollarla önceden ortadan kaldırma hakkını varsayan saldırgan bir dış politika duruşu olan Bush doktrini ile güncelledi. George W. Bush, 2002’de West Point’te düzenlene mezuniyet töreninde şöyle demişti:

Amerika’yı ve dostlarımızı sadece en iyisini umarak savunamayız. Kitle imha silahlarıyla ilgili anlaşmaları ciddiyetle imzalayan ama sonra sistematik olarak ihlal eden tiranların verdikleri sözlere güvenemeyiz.

Eğer tehditlerin tamamen ortaya çıkmasını beklersek, çok geç kalmış oluruz.

Güvenliğimiz, sizin liderliğini yapacağınız ordunun dönüştürülmesini gerektiriyor – dünyanın herhangi bir karanlık köşesine anında vurabilecek bir ordu. Ve güvenliğimiz, tüm Amerikalıların ileriye dönük ve kararlı olmasını, özgürlüğümüzü ve hayatlarımızı savunmak için gerektiğinde önleyici eyleme hazır olmasını gerektirecektir.

Wolfowitz/Bush doktrinleri çerçevesinde yaşanan berbat askeri maceraların yarattığı akşamdan kalmışlık, kurucu babaların amaçladığı, şimdilerde üstünlük yanlıları tarafından aşağılayıcı bir şekilde “izolasyonculuk” olarak adlandırılan şeye yakın bir dış politika çağrılarını ateşledi. Kendini realist olarak tanımlayan Elbridge Colby gibi bazıları ise kaynakların özellikle Çin’i kontrol altında tutmak için kullanılmasını savunuyor; buna sadece Çin’e odaklanan bir üstünlükçülük diyebiliriz.

Her şeyde olduğu gibi, Başkan Trump’ın dış politikası da şizofrenik ve tutarsız olmuştur. Bir Trump doktrini varmış gibi davranmayalım. Ortada bir plan yok. Bir strateji yok. Bir kuram da yok. O, iştahları tarafından yönlendirilen ve erişebildiği kaynaklarla sınırlı bir şekilde, sadece ilerledikçe tarzını oluşturuyor.

Amerikan üstünlüğünü savunanlar, bölgesel hegemonyanın asıl amacının askeri harcamaları azaltmak olduğu fikrini bilerek reddederler. Ülke bu konuda sadece George Washington tarafından değil, birçok kişi tarafından uyarılmıştır. 6. ABD Başkanı John Quincy Adams, 1821’de yaptığı bir konuşmada şöyle demiştir:

Hürriyet ve Bağımsızlık bayrağı nerede açılmışsa ve açılacaksa, onun yüreği, bereketi ve duaları da orada olacaktır. O, canavarları yok etmek için yabancı diyarlara gitmez… Kendinden başka bir bayrağın altına, hatta yabancı bir milletin özgürlük sancağı altına bile girse, kendini kurtarmanın imkânsızlaşacağı, özgürlük maskesi giymiş çıkar savaşlarından, entrikalardan, kişisel açgözlülüklerden, kıskançlıktan ve hırstan oluşan bir bataklığa saplanacağını çok iyi bilir. Politikasının temel ilkeleri, farkında olmadan özgürlükten güce doğru kayar.

Amerika “askerî sanayi kompleks” terimini ilk kez 34. Başkan Dwight Eisenhower’ın 1961’deki veda konuşmasında duydu:

 Muazzam bir askerî yapılanma ile büyük bir silah sanayisinin birleşimi, Amerikan tarihinde ilk kez oluyor… Ancak bunun ciddi sonuçlarını kavramaktan da geri kalmamalıyız.… Devlet yönetiminde, askeri-endüstriyel kompleksin ister bilinçli ister kendiliğinden olsun, haksız nüfuz kazanmasına karşı uyanık olmalıyız. Yanlış ellerde toplanan gücün felakete varan yükseliş potansiyeli vardır varlığını hep sürdürecektir.

Çin’de hegemonik hanedanlar, kaynakları özellikle inatçı savaşlardan uzaklaştırıp kamu hizmetleri projelerine (örneğin, Dujiangyuan su yönlendirme projesi, Büyük Kanal, Çin Seddi) yönlendirmek amacıyla bir araya geldiler.

ÇHC (Çin Halk Cumhuriyeti) hanedanlığı da farklı değil; GSYİH’sinin yüzde 2’sinden daha azını savunmaya harcıyor ve geri kalanın karşılığında Three Gorges Barajı, yüksek hızlı tren, Güney-Kuzey Su Transferi projesi ve ulusal bir otoyol sistemi elde ediyor.

John Mearsheimer tarafından popülerleştirilen “gezinme özgürlüğü” bölgesel hegemonlar için evrensel bir gereklilik değildir. Ming Hanedanlığı Çin’i gücünün zirvesindeyken imparatorluk hazine filosunu yakmıştı. Amerikanların dolaşma dürtüsü, Avrupa’nın (çoğunlukla İngiliz) deniz emperyalizminin bir mirasıdır ve uzun zamandır faydası kalmamıştır, artık faydadan daha çok maliyete neden olmaktadır.

Bugün Rusya, NATO’ya Ukrayna’da meydan okuyor; Çin, Doğu Asya’da ABD’ye; İran, Orta Doğu’da ABD’ye ve Kuzey Kore’de Kim Jong Un’un ne yaptığı ise Tanrı bilir. İhmal edilen iç cephe ise uyuşturucu, obezite, suç ve akıl sağlığı krizleriyle dolup taşıyor. Irak ve Afganistan’da onlarca yıl süren anlamsız savaşların ardından yoğunlaşması dağılan Amerika, üstünlüğünden geriye kalan kısmı, ise şimdi çok taraflı ittifaklardan (G7, NATO, AUKUS, Dörtlü) oluşan alfabe çorbasıyla korumaya çalışıyor.

Bedavacılık ile sorumluluktan kaçmayı karşı karşıya getirmeye çalışan bu ittifaklar doğası gereği istikrarsızdır. ABD, maliyeti ittifak ortaklarına devretmeye çalışarak küresel üstünlüğü ucuza sürdürmeye çalışıyor. Aşırı zorlanan Amerika, sorumluluğu başkasına atmak, kurallara dayalı uluslararası düzeninin maliyetlerini ortaklarına yüklemek istiyor. Bu arada ittifak ortakları, hiçbir katkı yapmadan kurallara dayalı düzenin faydalarından yararlanmak, yani bedavaya yararlanmak istiyorlar.

İttifakların istikrarlı olabilmesi için Amerika’nın, ortaklarla veya ortaklar olmadan tüm maliyetleri üstlenmeye istekli ve muktedir olduğunu göstermesi gerekiyor.

Amerika Birleşik Devletleri bunu II. Dünya Savaşı sonrası dönemin büyük kısmında yaptı. John F. Kennedy, Ocak 1961’deki başkanlık yemini sırasında yaptığı konuşmasında şöyle demişti:

Bize dostça ya da düşmanca yaklaşan her ülke bilsin ki, özgürlüğün sürdürülmesi ve başarısı için her bedeli ödeyeceğiz, her yükü taşıyacağız, her zorluğa göğüs gereceğiz, her dostu destekleyecek ve her düşmana karşı duracağız.

Bunu ve daha fazlasını taahhüt ediyoruz.

Ortaklıklar, değişen iç politikalara bağlı olarak artıp azalırken (örneğin Fransa, Filipinler, Tayland), Amerika’nın taahhüdü uzun zaman boyunca, hatalı da olsa (örneğin Macaristan 1956, Çekoslovakya 1968, Vietnam 1973, Lübnan 1984, Somali 1993, Irak 2011, Afganistan 2021) var sayılmıştı.

Ancak, Başkan Trump’ın ittifakları terk etmeye başlaması ve meydan okuyan ülkelerin kapasitesinin artması dolayısıyla, Amerika’nın taahhüdü artık varsayım olmaktan çıktı. ABD sadece sorumluluğu başkasına atmaya çalışmıyor, aynı zamanda Avrupa’ya sorumluluğun burada bitmediğini söylüyor. Asya, Başkan Trump’ın neye karar vereceğini bilmeden bir çıkmazda bırakıldı. Bu, Asya’ya dürüstçe stratejik bir dönüşten, Tayvan’ı pohpohlama ve bir jambon sandviçi karşılığında takas etmeye kadar her şey olabilir. Gerçekten bilmiyoruz.

Herkesin bildiği şey ise Çin’in kapasitesinin büyüdüğü ve zamanla Amerika’nın Asya’daki konumunu koruma maliyetlerinin artacağı. Ve eğer mevcut eğilimler devam ederse, maliyet başkalarına yüklenmeye devam edecek ve bedavacı ülkeler de rahatsız edici kararlarla yüzleşmek zorunda kalacak.

 

Kaynak: https://asiatimes.com/2025/05/asia-without-america-part-1-the-cupboards-are-bare/

Tercüme: Ali Karakuş

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

SOSYAL MEDYA