Uzun Amerikan Yüzyılının Sonu

Dünya savaşları ekonomik küreselleşmeyi geçici olarak tersine çevirmiş ve göçü kesintiye uğratmıştır. Ancak küresel çapta bir savaş yaşanmadığı sürece ve teknoloji hızla gelişmeye devam ettiği müddetçe, ekonomik küreselleşme de sürecektir. Ekolojik küreselleşme ile küresel bilimsel faaliyetlerin de devam etmesi muhtemeldir ve normlar ile bilgi sınırların ötesine geçmeye devam edecektir. Küreselleşmenin bazı biçimlerinin etkileri zararlı olabilir; sınır tanımayan bir kriz olarak iklim değişikliği buna en bariz örnektir.
image_print

Trump ve ABD’nin Gücünün Kaynakları

Başkan Donald Trump, hem Amerika Birleşik Devletleri’ni dünyaya dayatmaya hem de onu dünyadan uzaklaştırmaya çalıştı. İkinci dönemine Amerikan sert gücünü öne çıkararak başladı; Grönland üzerindeki denetim nedeniyle Danimarka’yı tehdit etti ve Panama Kanalı’nı geri alabileceğini öne sürdü. Kanada, Kolombiya ve Meksika’ya göçmenlik konularında baskı uygulamak için ceza tarifeleri tehdidini başarıyla kullandı. Paris İklim Anlaşması’ndan ve Dünya Sağlık Örgütü’nden çekildi. Nisan ayında, dünyanın dört bir yanındaki ülkelere kapsamlı tarifeler uygulayacağını açıklayarak küresel piyasaları kaosa sürükledi. Kısa süre sonra bu ek tarifelerin çoğundan geri adım attı, ancak Çin’le yürüttüğü ticaret savaşını—Washington’un başlıca rakibine karşı yürüttüğü saldırının ana cephesini—sürdürmeye devam etti.

Tüm bunları yaparken Trump, güçlü bir konumdan hareket edebiliyor. Ticaret ortaklarına baskı uygulamak için tarifeleri kullanma girişimleri, çağdaş karşılıklı bağımlılık biçimlerinin ABD’nin gücünü artırdığına inandığını gösteriyor. Diğer ülkeler, dev Amerikan pazarının satın alma gücüne ve Amerikan askeri gücünün sağladığı güvenceye bağımlı durumda. Bu avantajlar, Washington’a müttefiklerine karşı baskı kurma alanı tanıyor. Trump’ın tutumları, yaklaşık elli yıl önce ileri sürdüğümüz bir argümanla tutarlıdır: asimetrik karşılıklı bağımlılık, ilişkide daha az bağımlı olan aktöre avantaj sağlar. Trump, Çin’le olan büyük ticaret açığından şikâyet etse de, bu dengesizliğin Washington’a Pekin karşısında büyük bir pazarlık gücü verdiğini de anlamış görünüyor.

Trump, Amerika Birleşik Devletleri’nin güçlü olduğu alanları doğru biçimde tespit etmiş olsa da, bu gücü temelde ters tepen yollarla kullanıyor. Karşılıklı bağımlılığa saldırarak, Amerikan gücünün temel dayanağını baltalıyor. Ticaretle ilişkilendirilen güç, maddi kabiliyetlere dayalı sert güçtür. Ancak son 80 yılda Amerika Birleşik Devletleri, zorlama ya da maliyet dayatmasından ziyade çekiciliğe dayanan yumuşak bir güç de biriktirmiştir. Akıllı bir Amerikan dış politikası, hem ticaret ilişkilerinden kaynaklanan sert gücü hem de çekicilikten doğan yumuşak gücü besleyen karşılıklı bağımlılık düzenini bozmak yerine sürdürür. Trump’ın mevcut dış politikasının devam etmesi, Amerika Birleşik Devletleri’ni zayıflatacak ve II. Dünya Savaşı’ndan bu yana pek çok ülkeye—ve en çok da Amerika’ya—hizmet etmiş olan uluslararası düzenin aşınmasını hızlandıracaktır.

Düzen; devletler arasındaki istikrarlı güç dağılımına, devletlerin ve diğer aktörlerin davranışlarını etkileyen ve meşrulaştıran normlara ve bu düzeni destekleyen kurumlara dayanır. Trump yönetimi, bu üç ayağı da sarstı. Dünya, yalnızca Beyaz Saray yön değiştirdiğinde ya da Washington’da yeni bir düzen yerleştiğinde yatışacak olan bir kaos dönemine girmiş olabilir. Ancak yaşanmakta olan düşüş, geçici bir gerilemeden ibaret olmayabilir; bu, belirsiz sulara doğru keskin bir dalış da olabilir. Amerika Birleşik Devletleri’ni daha da güçlü kılmak amacıyla yürüttüğü dengesiz ve yanlış yönlendirilmiş çabalarla Trump, ABD’nin egemenlik dönemini—Amerikalı yayıncı Henry Luce’un ilk kez “Amerikan yüzyılı” olarak adlandırdığı dönemi—gösterişsiz bir sona sürükleyebilir.

Açık Verinin Sağladığı Avantaj

1977 yılında yayımladığımız Power and Interdependence (Güç ve Karşılıklı Bağımlılık) adlı çalışmamızda, güce dair geleneksel anlayışları genişletmeyi amaçladık. Dış politika uzmanları gücü genellikle Soğuk Savaş’taki askerî rekabet merceğinden değerlendiriyordu. Buna karşılık bizim araştırmamız, ticaretin gücü nasıl etkilediğini inceledi ve bağımlılığın asimetrik olduğu ekonomik ilişkilerde, daha az bağımlı olan aktörün avantaj elde ettiğini savunduk. Ticaret gücünün paradoksu şudur: bir ticaret ilişkisinde başarı—bir devletin bir diğerine karşı ticaret fazlası vermesiyle ifade ediliyorsa—aynı zamanda bir kırılganlık kaynağıdır. Buna karşılık, ilk bakışta sezgisel olmayan bir şekilde, dış ticaret açığı vermek bir ülkenin pazarlık gücünü artırabilir. Neticede açık veren ülke, fazla veren ülkeye karşı gümrük tarifeleri ya da diğer ticaret engelleri uygulayabilir. Hedef alınan fazla veren ülkenin ise, yaptırım uygulayabileceği ithalat kalemleri az olduğundan, misillemede bulunması zordur.

İthalatları engellemekle ya da sınırlandırmakla tehdit etmek, ticaret ortakları üzerinde baskı kurmanın etkili bir yolu olabilir. Asimetrik karşılıklı bağımlılık ve güç açısından değerlendirildiğinde, Amerika Birleşik Devletleri, en önemli yedi ticaret ortağının tamamıyla pazarlıkta avantajlı bir konumdadır. Çin, Meksika ve Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği (ASEAN) ile olan ticareti son derece asimetriktir; bu ülkelerin ABD’ye ihracat-ithalat oranı ikinin oldukça üzerindedir. Japonya (yaklaşık 1.8’e 1), Güney Kore (1.4’e 1) ve Avrupa Birliği (1.6’ya 1) ile olan oranlar da asimetriktir. Kanada ise yaklaşık 1.2’ye 1’lik daha dengeli bir orana sahiptir.

Elbette bu oranlar, ülkeler arası ekonomik ilişkilerin tüm boyutlarını yansıtamaz. Yerel çıkar gruplarının diğer pazarlardaki yabancı aktörlerle kurduğu sınır ötesi bağlar ya da bireyler ve gruplar arasındaki kişisel ilişkiler gibi dengeleyici unsurlar durumu karmaşıklaştırabilir, bazen istisnalara yol açabilir ya da asimetrik karşılıklı bağımlılığın etkisini sınırlayabilir. Power and Interdependence kitabımızda bu çoklu bağlantı kanallarını “karmaşık karşılıklı bağımlılık” olarak tanımlamış ve 1920–1970 arasında ABD-Kanada ilişkileri üzerine yaptığımız ayrıntılı bir analizde, bu faktörlerin çoğu zaman Kanada’nın elini güçlendirdiğini göstermiştik. Örneğin, 1960’larda yürürlüğe giren ABD-Kanada otomotiv anlaşması, Kanada’nın tek taraflı olarak oto parça ihracatına sübvansiyon getirmesiyle başlayan bir müzakere sürecinin sonucuydu. Asimetrik karşılıklı bağımlılık ve güce dair her analizde, dış ticaret açığı veren ülkenin sahip olabileceği avantajları azaltabilecek dengeleyici unsurlar dikkatle incelenmelidir.

Ticaret sektörü özelinde değerlendirildiğinde, Çin üçe bir ihracat-ithalat oranıyla en zayıf görünen aktördür. Aynı zamanda ittifak bağları ya da başka türden bir yumuşak güç kaynağına da sahip değildir. Ancak Çin, karşılık verebilmek için bazı dengeleyici faktörleri devreye sokabilir; örneğin Apple ya da Boeing gibi Çin’de faaliyet gösteren önemli Amerikan şirketlerini ya da Amerikan iç siyasetinde etkili aktörleri—soya fasulyesi çiftçileri ya da Hollywood stüdyoları gibi—hedef alarak misillemede bulunabilir. Ayrıca nadir bulunan madenlerin tedarikini kesmek gibi sert güç araçlarını da kullanabilir. İki taraf birbirlerinin karşılıklı kırılganlıklarını daha net biçimde fark ettikçe, ticaret savaşının odak noktası da bu öğrenme sürecine göre değişecektir.

Meksika’nın karşı denge oluşturacak daha az seçeneği vardır ve ABD’nin keyfi kararlarına karşı yüksek derecede kırılgandır. Avrupa, ABD ile Çin ve Meksika’ya kıyasla daha dengeli ticaret yaptığı için bir miktar karşı denge kurabilir; ancak NATO’ya olan bağımlılığı nedeniyle, Trump’ın ittifaka destek vermeme tehdidi etkili bir pazarlık aracı olabilir. Kanada, ABD ile daha dengeli bir ticaret ilişkisine ve Amerikan çıkar gruplarıyla örülmüş sınır ötesi bağlara sahip olduğundan daha az kırılgandır; fakat yalnızca ticaret açısından bakıldığında, Kanada’nın ekonomisinin ABD ekonomisine olan bağımlılığı daha fazla olduğu için elindeki koz zayıftır. Asya’da ise ABD’nin Japonya, Güney Kore ve ASEAN ülkeleriyle olan asimetrik ticaret ilişkileri, Washington’ın Çin’le yürüttüğü rekabet politikasıyla bir ölçüde dengelenmektedir. Bu rekabet sürdükçe, ABD Doğu ve Güneydoğu Asya’daki müttefik ve ortaklarına ihtiyaç duymaya devam edecek, bu da ticaretten kaynaklanan baskı gücünü sınırlayacaktır. Bu nedenle ABD’nin ticaret politikasının görece etkisi, jeopolitik bağlama ve asimetrik karşılıklı bağımlılık örüntülerine göre değişmektedir.

Gerçek Güç

Trump yönetimi, gücün önemli bir boyutunu gözden kaçırıyor. Güç, başkalarına sizin istediğiniz şeyi yaptırabilme yeteneğidir. Bu hedef zorlama, ödeme veya çekicilik yoluyla gerçekleştirilebilir. İlk ikisi sert güce, üçüncüsü ise yumuşak güce karşılık gelir. Kısa vadede sert güç genellikle yumuşak güce üstün gelir, ancak uzun vadede yumuşak güç çoğu zaman galip gelir. Joseph Stalin’in bir zamanlar alaycı bir şekilde “Papa’nın kaç tümeni var?” diye sorduğu rivayet edilir. Ancak Sovyetler Birliği artık yok, papa ise hâlâ varlığını sürdürüyor.

Başkan Trump, Amerikan sert gücünün uygulanmasına fazlasıyla bağlı görünüyor, ancak yumuşak gücü ya da dış politikadaki rolünü anlamıyor gibi. Kanada ya da Danimarka gibi demokratik müttefiklere yönelik zorlayıcı hamleler, ABD ittifaklarına olan güveni genel anlamda zayıflatıyor; Panama’yı tehdit etmek, Latin Amerika genelinde emperyalizm korkularını yeniden canlandırıyor; ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı’nı felç etmek, Amerika’nın yardımseverlik konusundaki itibarını zedeliyor. Voice of America’nın susturulması ise ülkenin mesajını sessizleştiriyor.

Şüpheciler, “Ne fark eder?” diyebilir. Uluslararası siyaset sert bir oyundur, yumuşak değil. Ve Trump’ın zorlayıcı ve alışveriş temelli yaklaşımı şimdiden bazı tavizler getirdi ve gelecekte daha fazlası da bekleniyor. Machiavelli’nin güç hakkında yazdığı gibi, bir prens için sevilmektense korkulmak daha iyidir. Ancak hem sevilmek hem korkulmak daha da iyidir. Gücün üç boyutu vardır ve Trump çekiciliği (attraction) göz ardı ederek Amerika’nın önemli bir güç kaynağını ihmal etmektedir. Bu uzun vadede kaybettiren bir stratejidir.

Yumuşak güç kısa vadede bile önem taşır. Eğer bir ülke cazip bulunuyorsa, başkalarının davranışlarını şekillendirmek için ödüller ya da cezalar kullanmak zorunda kalmaz. Müttefikler onu iyi niyetli ve güvenilir görürse, ikna edilmesi daha kolay olur ve o ülkenin liderliğini takip etme olasılıkları artar. Elbette, daha güçlü ve iyi niyetli olan bir devlete karşı manevra yaparak avantaj sağlamaya çalışabilirler, ancak zorbalığa maruz kaldıklarında, uyum gösterme ihtimalleri olsa da uzun vadede bağımlılıklarını azaltmaya ve uzaklaşmaya çalışacaklardır. Soğuk Savaş dönemi Avrupa’sı bu dinamiğe iyi bir örnektir. 1986’da Norveçli analist Geir Lundestad, dünyayı Sovyet ve Amerikan olmak üzere iki imparatorluğa ayırmıştı. Sovyetler, Avrupa’daki uydu devletlerini zorla kurmuştu; Amerikan tarafı ise “davetle gelen bir imparatorluk”tu. Sovyetler, Budapeşte’ye 1956’da ve Prag’a 1968’de asker göndermek zorunda kalmıştı. Buna karşılık NATO, Soğuk Savaş boyunca güçlü kaldı.

Asya’da Çin, askeri ve ekonomik sert gücünü artırmanın yanında, çekicilik gücünü de geliştirmeye çalışıyor. 2007’de Başkan Hu Jintao, Çin Komünist Partisi’nin 17. Ulusal Kongresi’nde Çin’in yumuşak gücünü artırması gerektiğini söylemişti. Çin hükümeti bu amaçla onlarca milyar dolar harcadı. Ancak iki büyük engel nedeniyle elde edilen sonuçlar en iyi ihtimalle karışıktır: Çin, birçok komşusuyla hırçın sınır anlaşmazlıkları yaşamaktadır ve sivil toplum üzerindeki her türlü örgüt ve görüş üzerinde sıkı denetim sürdürülmektedir. Çin, uluslararası olarak tanınmış sınırları hiçe saydığında tepki çekiyor. İnsan hakları avukatlarını hapse atması ya da sanatçı Ai Weiwei gibi uyumsuz figürleri sürgüne zorlaması, birçok ülkede olumsuz bir algı yaratıyor.

Trump ikinci dönemine başlamadan önce bile, Çin küresel kamuoyunda ABD’nin oldukça gerisindeydi. Pew Araştırma Merkezi 2023’te 24 ülkede yaptığı ankette, bunların çoğunda ABD’nin Çin’den daha cazip bulunduğunu raporladı; Afrika tek istisna olarak bu farkın kapandığı bir kıta oldu. Daha yakın zamanda, Mayıs 2024’te Gallup’un yaptığı bir başka araştırma, ABD’nin 133 ülkenin 81’inde Çin’e göre daha avantajlı, Çin’in ise 52 ülkede üstün olduğunu ortaya koydu. Ancak Trump, Amerikan yumuşak gücünü zayıflatmaya devam ederse, bu tablo hızla değişebilir.

Elbette Amerikan yumuşak gücü yıllar içinde iniş çıkışlar yaşamıştır. Vietnam Savaşı ve Irak Savaşı dönemlerinde ABD birçok ülkede popülerliğini kaybetmişti. Ancak yumuşak güç yalnızca hükümet politikalarından değil, bir ülkenin toplumu ve kültüründen de beslenir. Vietnam Savaşı sırasında bile, dünya genelinde insanlar Amerikan politikalarını protesto etmek için sokaklara döküldüklerinde, komünist “Internationale” marşını değil, Amerikan sivil haklar hareketinin marşı olan “We Shall Overcome”u söylüyorlardı. Protestoya izin veren, farklı görüşlere alan tanıyan açık bir sivil toplum büyük bir avantajdır. Ancak Amerikan kültüründen doğan bu yumuşak güç, önümüzdeki dört yıl içinde ABD demokrasisi daha da aşınır ve ülke dış dünyada bir zorba gibi davranmaya devam ederse, bu gücünü sürdüremez.

Çin, Trump’ın yarattığı boşlukları doldurmak için hazırlıklı. Kendini sözde Küresel Güney’in lideri olarak görüyor. Amerikan öncülüğündeki uluslararası ittifaklar ve kurumlar düzenini yerinden etmek istiyor. Kuşak ve Yol altyapı yatırım programı yalnızca ekonomik güç sunmakla kalmıyor, aynı zamanda diğer ülkeleri cezbetmek için bir araç olarak da işlev görüyor. Bugün daha fazla ülke Çin’i en büyük ticaret ortağı olarak kabul ediyor; ABD bu konuda geride kalmış durumda. Eğer Trump, Amerikan müttefikleriyle olan güveni zayıflatırken, emperyal arzular ileri sürerse, ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı’nı ortadan kaldırırsa, hukukun üstünlüğünü içeride sorgularsa ve BM kurumlarından çekilirse, Çin ile rekabet etmeyi beklemesi büyük bir hayal kırıklığıyla sonuçlanabilir.

Küreselleşme Hayaleti

Trump gibi Batılı popülist liderlerin yükselişinin üzerinde kara bir gölge gibi dolaşan küreselleşme hayaleti, bu liderler tarafından şeytani bir güç gibi betimleniyor. Oysa gerçekte bu terim sadece kıtalararası mesafelerde artan karşılıklı bağımlılığı ifade eder. Trump Çin’e gümrük tarifesi tehdidinde bulunduğunda, bunun nedeni ABD’nin küresel ekonomik bağımlılığını azaltmak istemesi; zira sanayi ve iş kayıplarından bu durumu sorumlu tutuyor. Elbette küreselleşmenin hem olumlu hem de olumsuz etkileri olabilir. Ancak Trump’ın önlemleri yanlış hedefi vuruyor; çünkü ABD ve dünya için büyük oranda faydalı olan küreselleşme biçimlerine saldırırken, zararlı olanları engellemeyi başaramıyor. Genel olarak değerlendirildiğinde, küreselleşme Amerikan gücünü artırmıştır ve Trump’ın ona karşı açtığı savaş yalnızca ABD’yi zayıflatmaktadır.

  1. yüzyılın başlarında İngiliz iktisatçı ve devlet adamı David Ricardo, küresel ticaretin karşılaştırmalı üstünlük yoluyla değer yaratabileceğini ortaya koymuş ve bu fikir genel kabul görmüştür. Ticaret için açık olan ülkeler, en iyi yaptıkları işe odaklanabilirler. Alman iktisatçı Joseph Schumpeter’in “yaratıcı yıkım” adını verdiği süreçte, ticaret iş kayıplarına yol açabilir ve ulusal ekonomiler zaman zaman yabancı hükümetlerin kasıtlı politikalarının da etkisiyle dış şoklara maruz kalabilir. Ancak bu tür sarsıntılar ekonomilerin daha verimli ve üretken hale gelmesine katkı sunar. Genel anlamda, son 75 yılda yaratıcı yıkım Amerikan gücünü pekiştirmiştir. Dünyanın en büyük ekonomik aktörü olan ABD, büyümeyi besleyen yenilikçilikten ve bu büyümenin tüm dünyaya yayılan etkilerinden en çok faydalanan ülke olmuştur.

Bununla birlikte, büyüme sancılı olabilir. Yapılan araştırmalar, ABD’nin 21. yüzyılda milyonlarca iş kaybı (ve kazanımı) yaşadığını ve uyum sürecinin maliyetlerinin büyük oranda işçilere yüklendiğini göstermektedir. Hükümet tarafından yeterli telafi sağlanmadığı görülmektedir. Teknolojik değişim de makinelerin insanları ikame etmesiyle milyonlarca işi ortadan kaldırmıştır ve otomasyon ile dış ticaretin iç içe geçmiş etkilerini ayırmak oldukça zordur. Çin’in ihracat atağı, zaten var olan karşılıklı bağımlılık sorunlarını çok daha derinleştirmiştir ve bu ivme hâlâ yavaşlamamıştır.

Ekonomik küreselleşme dünya ekonomisinin üretkenliğini artırsa da, bu değişim bireyler ve aileler açısından hoş karşılanmayabilir. Pek çok topluluk, iş bulma ihtimalinin daha yüksek olduğu yerlere taşınmak konusunda isteksiz davranmaktadır. Öte yandan bazı insanlar ise daha fazla fırsat için dünyanın öbür ucuna taşınmaya gönüllüdür. Son on yıllarda küreselleşme, ulusal sınırları aşan büyük çaplı insan hareketleriyle karakterize olmuştur ve bu da karşılıklı bağımlılığın başka bir biçimidir. Göç, kültürel çeşitlilik kazandırmakla kalmaz; aynı zamanda beceri sahibi insanların yeteneklerini daha verimli şekilde kullanabilecekleri ülkelere ulaşmasını sağlayarak göç alan ülkeler için ciddi ekonomik faydalar sağlar. Göç veren ülkeler ise hem nüfus baskısının azalmasından hem de göçmenlerin yurt dışından gönderdikleri dövizlerden kazanç sağlayabilir. Her halükarda, göç genellikle kendi kendini devam ettiren bir süreçtir. Devletler yüksek bariyerler oluşturmadığı sürece, çağdaş dünyada göç büyük ölçüde durdurulamaz.

Trump, göçmenleri yıkıcı değişimin başlıca nedeni olarak suçluyor. Oysa bazı göç türlerinin uzun vadede ekonomi için açıkça yararlı olduğu bilinmektedir. Ancak eleştirmenler bunları kısa vadede zararlı gibi gösterebilir ve bu durum, halkın bazı kesimlerinde güçlü siyasi muhalefet uyandırabilir. Göçteki ani artışlar, genellikle güçlü siyasi tepkilere yol açar; göçmenler, ekonomik ve toplumsal değişimlerin baş sorumlusu olarak sunulur—gerçekte suçlu olmasalar bile. Göç, son yıllarda neredeyse tüm demokrasilerde iktidardaki hükümetlere karşı kullanılan en baskın popülist siyasi mesele haline gelmiştir. 2016’da Trump’ın seçilmesinde ve 2024’te yeniden kazanmasında bu etkenin önemli payı vardır.

Popülist liderler için ekonomik sarsıntıların faturasını yabancılara kesmek, teknolojik değişim ya da sermayenin rolünü kabul etmekten çok daha kolaydır. Küreselleşme, son yıllarda birçok ülkedeki seçimlerde iktidar partileri için büyük bir sınav haline gelmiştir. Bu baskılar karşısında siyasetçilerin ilk refleksi, Trump’ın yaptığı gibi, küreselleşmeyi tersine çevirmek adına gümrük tarifeleri ve uluslararası ticarete engeller getirmektir.

Ekonomik küreselleşme daha önce de geriye gitmiştir. 19. yüzyıl boyunca ticaret ve göç büyük hızla artmıştır; ancak bu süreç, 1914’te Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle ani bir yavaşlama yaşamıştır. Küresel ticaretin, dünya ekonomik faaliyeti içindeki oranı, 1914 seviyelerine ancak 1970’e yakın dönmüştür. Bu durum tekrar yaşanabilir; ancak bunun için ciddi çabalar gerekebilir. Dünya ticareti, 1950 ile 2008 arasında son derece hızlı büyüdü, 2008–2009 finansal krizinden bu yana ise daha yavaş bir ivme izliyor. 1950’den 2023’e kadar küresel ticaret toplamda yüzde 4400 oranında büyüdü. Ancak küresel ticaret bir kez daha düşüşe geçebilir. ABD’nin Çin’e yönelik ticaret önlemleri daha kararlı bir ticaret savaşına dönüşürse, bu ciddi zararlara yol açabilir. Ticaret savaşları genellikle uzun ömürlü ve giderek tırmanan çatışmalara evrilir; bu da yıkıcı değişim riskini artırır.

Öte yandan, yarım trilyon doları aşkın ticaret hacmini geri çevirmenin maliyeti, ülkelerin ticaret savaşlarına girişme isteğini sınırlayabilir ve uzlaşma için bazı teşvikler yaratabilir. Diğer ülkeler ABD’ye karşılık verse bile, birbirleriyle olan ticareti kısıtlamak zorunda değiller. Jeopolitik faktörler de ticaret akışlarının çözülme sürecini hızlandırabilir. Örneğin Tayvan üzerine çıkabilecek bir savaş, ABD ile Çin arasındaki ticareti aniden durma noktasına getirebilir.

Bazı analizciler, neredeyse tüm demokrasilerde görülen milliyetçi-popülist tepkileri küreselleşmenin hızına ve yaygınlığına bağlıyor. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra ticaret ve göç aynı anda hızlandı; çünkü siyasi değişim ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler, sınırları ve mesafeleri aşmanın maliyetini düşürdü. Şimdi ise tarifeler ve sınır kontrolleri bu akışı yavaşlatabilir. Bu da Amerikan gücü açısından kötü haber olur; çünkü ABD tarihsel olarak, özellikle son on yıllarda, göçmenlerin sağladığı enerji ve üretkenlik sayesinde büyük kazanımlar elde etti.

Pasaportsuz Sorunlar

Karşılıklı bağımlılığın kaçınılmazlığını iklim değişikliğinden daha iyi gözler önüne seren bir kriz yoktur. Bilim insanları, küresel buzulların erimesi, kıyı şehirlerinin sular altında kalması, sıcak hava dalgalarının şiddetlenmesi ve yüzyılın ilerleyen dönemlerinde hava koşullarının kaotik biçimde değişmesiyle birlikte, iklim değişikliğinin büyük maliyetleri olacağını öngörüyor. Kısa vadede bile, kasırgaların ve orman yangınlarının şiddetinin artmasında iklim değişikliği önemli bir rol oynamaktadır. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), iklim değişikliğinin tehlikelerini dile getirme, bilimsel bilgiyi paylaşma ve ortak ulusötesi iş birliklerini teşvik etme konusunda önemli bir ses olmuştur. Ancak Trump, iklim değişikliğiyle mücadeleye yönelik uluslararası ve ulusal düzeydeki eylemlere verilen desteği ortadan kaldırdı. Ironik bir şekilde, yönetimi faydalı olan küreselleşme biçimlerini sınırlandırmaya çalışırken, iklim değişikliği ve pandemiler gibi ekolojik küreselleşme türleriyle mücadele etme kapasitesini de kasten baltalıyor—oysa bunların maliyeti potansiyel olarak devasa boyutlardadır. COVID-19 pandemisi ABD’de 1.2 milyondan fazla insanın hayatına mal oldu; The Lancet dergisi küresel can kaybını yaklaşık 18 milyon olarak açıkladı. COVID-19 hızla tüm dünyaya yayıldı ve kuşkusuz, küreselleşmenin ayrılmaz bir parçası olan seyahat aracılığıyla küresel bir olgu haline geldi.

Başka alanlarda ise karşılıklı bağımlılık, Amerikan gücünün önemli bir kaynağı olmaya devam ediyor. Örneğin bilim insanları arasındaki profesyonel etkileşim ağları, keşiflerin hızlandırılmasında ve yenilikçiliğin artmasında son derece olumlu etkiler yaratmıştır. Trump yönetimi iktidara gelene dek bilimsel faaliyetlerin ve ağların genişlemesi pek az siyasi tepkiyle karşılaşmıştı. İnsan refahı açısından küreselleşmenin artılarını ve eksilerini içeren herhangi bir değerlendirmede bu etki olumlu haneye yazılmalıdır. Örneğin 2020 yılında, COVID-19 pandemisinin ilk günlerinde, Çinli bilim insanları Wuhan’daki yeni tip koronavirüsün genetik dizilimini uluslararası meslektaşlarıyla paylaşmış, bu paylaşım daha sonra Pekin yönetimi tarafından engellenmiştir.

Bu nedenle, Trump’ın yeni döneminde en tuhaf görünen durumlardan biri, federal hükümetin bilimsel araştırmalara verdiği desteğin içeriden yok edilmesidir. Bu destek, yüksek yatırım getirisi sağlayan, modern dünyadaki yenilikçilik hızının başlıca kaynağı olan ve ABD’nin itibarı ile gücünü artıran alanları da kapsamaktadır. Amerikan araştırma üniversiteleri dünya lideri konumundayken, yönetim bu kurumların fonlarını kesmiş, bağımsızlıklarını kısıtlamaya çalışmış ve dünyanın dört bir yanından en parlak öğrencileri çekmeyi zorlaştırmıştır. Bu saldırıyı anlamak zordur; sağ popülizmin ideolojisini paylaşmayan varsayılan elitlere karşı yürütülen bir kültür savaşının parçası olarak değerlendirilebilir. Sonuçta, bu büyük ölçekte bir kendine zarar verme eylemidir.

Trump yönetimi aynı zamanda Amerika’nın yumuşak gücünün bir diğer önemli aracını da devre dışı bırakmaktadır: ülkenin liberal demokratik değerlere bağlılığı. Özellikle son yarım yüzyılda, insan hakları fikri bir değer olarak dünya çapında yaygınlaşmıştır. Sovyetler Birliği’nin 1991’de çökmesinden sonra, demokratik kurumlar ve normlar Doğu Avrupa’nın büyük bölümüne (kısa bir süreliğine de olsa Rusya dahil), Latin Amerika’nın çeşitli bölgelerine ve Afrika’nın bazı kesimlerine yayılmıştır. Dünyadaki ülkelerin liberal ya da seçimle işleyen demokrasi olarak tanımlananlarının oranı, 2000 yılı civarında yüzde 50’yi biraz geçmiş ve o zamandan beri biraz gerilese de bu seviyeye yakın seyretmektedir. Soğuk Savaş sonrası “demokrasi dalgası” artık azalmış olsa da, kalıcı bir iz bırakmıştır.

Demokratik normların ve insan haklarının geniş çaplı cazibesi, ABD’nin yumuşak gücüne açıkça katkıda bulunmuştur. Otoriter hükümetler, insan haklarını savunan—genellikle ABD merkezli ve ABD’deki hükümet dışı ya da resmi kaynaklarca desteklenen—grupların, egemenlik alanlarına müdahale ettiğini düşünerek bu etkiye karşı çıkmaktadır. Uzun bir süre boyunca bu otokrasiler savunmadaydı. Dolayısıyla, ABD eleştirisinden veya yaptırımlarından rahatsız olan bazı otoriter yönetimlerin, Trump yönetiminin yurt dışında insan haklarına desteği sona erdirmesini memnuniyetle karşılaması şaşırtıcı değildir. Dışişleri Bakanlığı’nın Küresel Ceza Adaleti Ofisi, Küresel Kadın Sorunları Ofisi ve Çatışma ve İstikrar Operasyonları Bürosu gibi birimleri kapatma kararları da bu yönelimin bir parçasıdır. Trump yönetiminin bu politikaları, demokrasinin daha da yayılmasını engelleyecek ve Amerikan yumuşak gücünü zayıflatacaktır.

Zayıflık Üzerine Bir Bahis

Küresel karşılıklı bağımlılığı geri döndürmek mümkün değildir. İnsanlar hareket ettikçe ve yeni iletişim ve ulaşım teknolojileri geliştirdikçe bu bağımlılık da sürecektir. Sonuçta, küreselleşme yüzyılları kapsayan bir süreçtir ve kökleri İpek Yolu’ndan da öncesine uzanır. On beşinci yüzyılda, okyanus aşırı taşımacılıktaki yenilikler keşif çağını başlatmış, ardından gelen Avrupa sömürgeciliği ise bugünün ulusal sınırlarını şekillendirmiştir. On dokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda bu süreci hızlandıran buharlı gemiler ve telgraflar, Sanayi Devrimi’nin tarım toplumlarını dönüştürmesiyle birlikte daha da etkili hale gelmiştir. Günümüzde ise, bilgi devrimi hizmet odaklı ekonomileri kökten dönüştürmektedir. Milyarlarca insan, 50 yıl önce bir gökdeleni dolduracak bilgiyle donatılmış bir bilgisayarı ceplerinde taşımaktadır.

Dünya savaşları ekonomik küreselleşmeyi geçici olarak tersine çevirmiş ve göçü kesintiye uğratmıştır. Ancak küresel çapta bir savaş yaşanmadığı sürece ve teknoloji hızla gelişmeye devam ettiği müddetçe, ekonomik küreselleşme de sürecektir. Ekolojik küreselleşme ile küresel bilimsel faaliyetlerin de devam etmesi muhtemeldir ve normlar ile bilgi sınırların ötesine geçmeye devam edecektir. Küreselleşmenin bazı biçimlerinin etkileri zararlı olabilir; sınır tanımayan bir kriz olarak iklim değişikliği buna en bariz örnektir. Küreselleşmeyi kamu yararına yeniden yönlendirmek ve şekillendirmek için devletlerin iş birliği yapması gerekecektir. Bu iş birliğinin etkili olabilmesi için, liderlerin bağlantı, norm ve kurum ağları inşa etmesi ve sürdürmesi gereklidir. Bu ağlar da karşılığında, hâlâ ekonomik, askerî, teknolojik ve kültürel açıdan dünyanın en güçlü ülkesi olan Amerika Birleşik Devletleri’ni merkeze alacak ve Washington’a yumuşak güç kazandıracaktır. Ne yazık ki, ikinci Trump yönetiminin miyop bakış açısı—ticaret asimetrileri ve yaptırımlara dayalı zorlayıcı sert güce saplantılı şekilde odaklanması—ABD liderliğindeki uluslararası düzeni güçlendirmekten çok aşındırma riski taşımaktadır. Trump, müttefiklerin “bedavacılığına” katlandığı maliyetlere o kadar odaklanmıştır ki, ABD’nin direksiyonda oturduğu—yani güzergâhı ve hedefi belirlediği—gerçeğini göz ardı etmektedir. Trump, Amerikan gücünün karşılıklı bağımlılıkla iç içe geçtiğini kavramıyor gibi görünmektedir. Amerika’yı yeniden büyük yapmak yerine, o aslında zayıflık üzerine trajik bir bahse girmektedir.

Kaynak: https://www.foreignaffairs.com/united-states/end-long-american-century-trump-keohane-nye