Sinemanın Son Büyük Kumarı

Şimdi devrim, sinema salonlarında yaşanıyor. Genç yüzyılımızın büyük bölümünde prestijin merkezi televizyondu. Bugün bile, dijital platformlar kendi dönemlerini yaşıyor olabilir, ama mevcut içerik bolluğu, etkinin gücünü azaltıyor. Harika diziler zinciri (Severance, Adolescence, The Rehearsal) reality şovların ve düşük etkileşimli, rahat tüketilen dizilerin gürültüsü içinde kayboluyor. Gerçekten daha çılgın olan ne bilmiyorum: Son bir ayın sinema adına ne kadar baş döndürücü olduğu mu, yoksa 21. yüzyıl sinemasının şu ana kadarki iç karartıcılığı mı?
Haziran 4, 2025
image_print

Üç Yeni Film Üzerine: ‘Warfare,’ ‘Sinners’ ve ‘Friendship’

Kültürel çöküş kehanetleri çevrimiçi ortamda öylesine yaygınlaştı ki, artık klişe haline geldi. Ben de bu suça ortak olmuş durumdayım. Substack platformundaki en popüler yazım olan “21. Yüzyılın Büyük Bölümünde Kültürel Büyüklük Kuraklığı Yaşandı” başlıklı metnin alt başlığı şuydu: “İnsanlığın Sıradanlığı, Yapay Zekâ Üstünlüğüne Zemin Hazırlayacak.” Dramatik, farkındayım.

Kristal küremde bir umut ışığı gördüğümü söylediğimde, bu bir tür spiritüel safsata değil. Bu sözlerimle kendi markama zarar veriyor, bir sonraki ateşli kıyamet vaazını bekleyen okurlarımı kaybetme riski alıyorum. Kusura bakmayın, burada taş tabletlere yer yok.

Nisan’dan Mayıs’a uzanan son bir aylık süreçte, vizyona giren bir dizi film sinema salonlarının gücüne olan inancımı yeniden canlandırdı. Burada inceleyeceğim üç film kadar etkileyici üç yapım daha çıkarsa, bu yıl 1999’dan bu yana sinema tarihinin en iyi yılı olacak — yani bu yüzyılın zirvesi.

Peki, bu ayı diğerlerinden bu kadar farklı kılan ne? Gişe canavarlarının çoğu Marvel ya da Hızlı ve Öfkeli serilerinden ibaret olabilir, ama o harika bağımsız filmleri unuttuk mu gerçekten? Netflix bile Roma gibi müthiş filmler yayımlıyordu. Sanırım burada Time dergisinden Stephanie Zacharek’in “gerçek film” ya da “film film” olarak adlandırdığı kavramın evriminden söz etmek gerekiyor. Kastedilen şey, insanı evden çıkıp sinemaya gitmeye değecek kadar etkileyen yapımlar. Zacharek, bu tür filmleri sadece büyük ve cesur projelerle sınırlamıyor elbette, ama işte bu üç olağanüstü “film film”i birleştiren temel unsur tam da bu: hırs. Evet, hepsi zeki, duygusal ve sanatsal bir sezgiye sahip. Ama Alex Garland, Ryan Coogler ve Andrew DeYoung çok iyi biliyor ki, “Voice” yarışmalarının pop yıldızları, ayrıcalıklı tüketim alışkanlıklarını sergileyen West Village influencer’ları ve ekmeklerin köpek yavrularına dönüştüğü o rahatsız edici yapay zekâ videoları çağında ya büyük oynarsın ya da evine dönersin. Çekingenlik ve ölçülülük, artık elimizde olmayan birer lüks.

Peki neden kültürel devrim müzikten önce sinemada yaşanıyor? 1960’larda bunun tam tersi olmuştu. O dönemlerde bir şarkıyı hızla yayımlamak büyük bir avantajdı. Oysa günümüzde — Substack’te yalnızca bir hafta geçiren biri bile fark edecektir — her yere dağılmış bu hızlı medya düzeni parçalanmışlığa yol açıyor ve anlamlı, birleşik bir kültürel yönelimin önünü kesiyor. Artık sadece sınırlı sayıda vizyon şansı bulan filmler, zamanın ruhunu etkileyebilecek kadar güçlü. Üstelik bu sadece sinema için geçerli değil. Edebiyat da belki de 60’lardan bu yana ilk kez eski yerini geri kazanmış durumda. Substack’in ağı ise böyle bir kültür ortamını beslemek için tam biçilmiş kaftan. Müzik ise TikTok’un kölesi olmuş durumda; tarihin en anlaşılmaz algoritmasının insafına kalmış. Eğer 60’ların müziği, Nil Nehri’nde sepet içinde yollanan bebek Musa idiyse, bugünün müziği aynı bebeğin kask takmadan çağlayanlarda sürüklendiği hâli. 2000’lerde müzik, bugünkü Substack boyutundaki blog ve web sitesi ağlarıyla (başta elbette Pitchfork) sinyal-gürültü oranını biraz olsun iyileştirebiliyordu.

Ama şimdi devrim, sinema salonlarında yaşanıyor. Genç yüzyılımızın büyük bölümünde prestijin merkezi televizyondu. Bugün bile, dijital platformlar kendi dönemlerini yaşıyor olabilir, ama mevcut içerik bolluğu, etkinin gücünü azaltıyor. Harika diziler zinciri (Severance, Adolescence, The Rehearsal) reality şovların ve düşük etkileşimli, rahat tüketilen dizilerin gürültüsü içinde kayboluyor. Gerçekten daha çılgın olan ne bilmiyorum: Son bir ayın sinema adına ne kadar baş döndürücü olduğu mu, yoksa 21. yüzyıl sinemasının şu ana kadarki iç karartıcılığı mı?

Yanılmayalım: Sinema salonları mali buhrandan kurtuldu demiyorum (her ne kadar burada bahsettiğim üç film de gişede başarı elde etmiş olsa da). Demek istediğim, film endüstrisi öyle bir çıkmaza girmiş durumda ki, takım elbise içindeki yöneticiler adeta kumara oynayarak batıyor gibi görünüyorlar. Eğer yoga taytı giymiş sarışın bir influencer, sabah rutinini paylaşarak ortalama bir filmin kazandığından daha çok para kazanabiliyorsa, yaşını almış, Ativan’la günü geçiren stüdyo yöneticilerinin “1930’ların Mississippi Deltası’nda halk şarkıları söyleyen İrlandalı vampirler mi? Bırak gitsin!” demesine şaşmamak gerek.

Devrimin ilk kıvılcımı 11 Nisan’da, Warfare filminin vizyona girmesiyle çaktı. Film, senarist ve yönetmen Ray Mendoza’nın Irak Savaşı’nda, Ramadi Muharebesi sırasında Navy Seal olarak yaşadığı deneyimlere dayanıyor (bu deneyimi sinemaya uyarlamasında, ortak yazar ve yönetmen Alex Garland da ona destek olmuş). Film, izleyiciyi ABD Deniz Piyadeleri’ne ait bir görevi izleyip korumakla sorumlu Alpha One Takımı’nın gözetleme operasyonunun içine çekiyor. Hava desteği operasyon alanından çekildikten sadece dakikalar sonra, düşman tarafından takıma ait geçici keskin nişancı yuvasına bir el bombası atılıyor ve keskin nişancı Elliot Miller (Cosmo Jarvis) yaralanıyor. Elliot tahliye edilmek üzere bir Abrams tankına götürülürken, bir EYP (el yapımı patlayıcı) infilak ediyor; tercümanları Farid (Nathan Altai) hayatını kaybediyor, Elliot ve Sam (Joseph Quinn) yaralanıyor. Ekip, hava desteği ve yeni bir tahliye planı isteyerek geri çekiliyor.

Tahmin edilebileceği üzere, eleştirmenlerden olay örgüsünü özetlemeleri beklenir, ancak Warfare’in odağında hikâye ya da karakter değil, atmosfer ve gerilim var. Gelecekteki film okulları (eğer hâlâ var olurlarsa), izleyiciyi diken üstünde tutmanın en iyi örneklerinden biri olarak bu filmi göstereceklerdir. Açılış sahnesi, takımın Eric Prydz’ın “Call on Me” şarkısının aerobik yapan kadınlarla dolu klibini izlediği anla başlar — bu, filmin dinamiklerini ustaca önceden haber verir. Şarkı, Steve Winwood’un 80’lerden kalma “Valerie” adlı pop şarkısının davulsuz ve boğuk bir örneklemesiyle başlar, ardından ritim netleşir ve şarkı kendini açar. Filmin ilerleyen sahnelerinde, EYP patlamasının ardından ses birkaç dakika boyunca yine boğuk kalır, etrafı saran hipnotik dumanla birlikte. Derken, kamera içerideki yaralılara döner ve onlar yüksek sesle, çığlıklar içinde yardım ister. Sessizlik ve patlama arasındaki bu ani geçiş, film boyunca öngörülemez anlarda tekrar eder ve izleyicide kalıcı bir tedirginlik duygusu yaratır. Prospect Park’taki Nitehawk sinemasından çıktığımda, M treninde sessiz anlara kuşkuyla yaklaşıp başka bir bomba patlamasın diye dua ettiğimi hatırlıyorum. Sam Fuller, savaş karşıtı bir film çekmenin tek yolunun izleyiciye doğrudan ateş etmek olduğunu söylemişti. Warfare, bu yaklaşıma en çok yaklaşan işlerden biri — ve eleştirmenlerin ağzına sakız ettiği vaaz gibi mesajlardan çok daha etkili bir savaş karşıtı anlatım.

Alex Garland’ın geçen yılki favori filmim Civil War’un ardından gelen Warfare’ın aksine, eleştirmenlerin mesajı nedeniyle öne çıkardığı Sinners’ı pek de merakla beklemiyordum. Yine de açık fikirli bir şekilde Williamsburg Cinemas’a gidip filmi izlemeye karar vermemin üç sebebi vardı: Bu, ne yeniden çevrim ne de devam filmi olan bağımsız bir hit; içinde bir hayli ateşli seks sahnesi olduğu söyleniyordu (Challengers ve Babygirl gibi filmlerle sinemada cinselliğin geri dönüşünü destekliyorum); ve halk/blues temalı müzikleri internette epey yankı bulmuştu. Fazlasını söylememe gerek yok: Beklentilerim fazlasıyla aşıldı.

Smoke ve Stack Moore (ikisini de Michael B. Jordan canlandırıyor), 1932 yılında Chicago’dan Mississippi’ye giden ikiz kardeşler. Çaldıkları parayla ırkçı bir beyazdan bir kereste fabrikası satın alıp orayı bir juke joint’e (geleneksel Güney barı ve müzik mekanı) dönüştürmek istiyorlar. Mekânda gitar çalması için kuzenleri Preacher Boy’u (Miles Caton) işe alıyorlar — ki bu, vaiz babası (Saul Williams) tarafından kesinlikle onaylanmayan bir karar. Ama müziği o kadar iyi ki, liderliğini Remmick’in (Jack O’Connell) yaptığı, İrlanda halk şarkıları söyleyen bir vampir çetesinin dikkatini çekiyor ve bu vampirler Stack’in beyaz gibi görünen eski sevgilisi Mary’yi (Hailee Steinfeld – hiç bu kadar etkileyici görünmemişti) ısırıyor. İşler çok ama çok hızlı bir şekilde çığırından çıkıyor.

Böyle büyük bir stüdyo filmi için bile (Warner Brothers yapımı; Warfare ve Friendship’i yayımlayan bağımsız film devi A24’ten farklı olarak), filmin gücü hikâyesinden pek gelmiyor (komedyen Shane Gillis, bu hikâyeyi From Dusk Till Dawn’a benzeterek, hem gülünç hem de acımasız bir yorumda bulunmuştu). Onu diğer formüle dayalı gişe yapımlarından ayıran şey müzik. Bir yandan Sinners, giderek silinmekte olan folk korku türünün görkemli bir kapanış örneği; Avrupa merkezli bu türü, blues ve gerçek İrlanda halk müziğiyle (elbette Afrika folklorunu da içine katarak) Siyah Güney’e taşıyor. Eğer yönetmen Ryan Coogler bir şeyle hatırlanacaksa, o da insanın ziyaret etmek, hatta yaşamak isteyeceği kurgusal mekânlar yaratabilme yeteneğidir. 2018 tarihli Black Panther’da bu yer, hayali Afrika ülkesi Wakanda’ydı. Sinners’ta ise bu yer, 1930’ların Mississippi Deltası.

Sinners başka bir dönemin, belki de yeni bir canlanmanın başlangıcı olabilir. Filmin tanıtım sunumunu şöyle hayal ediyorum: “O Brother, Where Art Thou? ama vampirli.” O pastoral müzik sizi tatlı bir transa sokuyor, bir sonraki korkuya karşı savunmasız hale getiriyor. Gelecekte sinema salonlarında daha fazla Delta blues duymaya şaşırmayın. Ufak bir şikâyetim oldu: Preacher Boy’un öyle bir sahnesi var ki, çaldığı müzik o kadar etkileyici ki zamanın kapısı açılıyor ve geçmişten ve bugünden müzisyenler — siyah rock gitaristleri ve turntablist’ler dahil — içeri giriyor. Bu sahnede sanki Coogler, Preacher Boy’un tek başına sahneyi taşıyacağına olan güvenini kaybetmiş gibiydi. O performanslara vampir çığlıkları dışında hiçbir şeyin müdahale etmemesi gerekirdi.

Bu üç filmin her biri, can çekişen bu on yılı nihayet hayata döndürürken, bir anlamda korku filmi kategorisine giriyor. Warfare bir savaş filmi olabilir ama çocukken izlediğim The Shining’den bu yana beni en çok sıçratan film oldu. Sinners türün içine tam anlamıyla oturuyor. Kara komedi Friendship ise kendine özgü kâbusvari vizyonlarıyla katkı sağlıyor. Belki de bu, zamanın ruhunun — ya da New York’ta yaşamanın — bir göstergesidir: filmi izlediğim iki salonda (AMC Empire ve Williamsburg Cinemas) 2008’de Step Brothers’ı izlediğimden beri bir sinema salonunda duyduğum en çok kahkahayı duydum. Step Brothers gibi, Friendship de evde izlenmek üzere piyasaya sürüldüğünde daha da büyük başarı elde edebilir; ama şu an itibarıyla beklentilerin üzerinde bir performans sergiliyor.

Banliyöde yaşayan baba ve kurumsal “robot” Craig Waterman (korkusuz Tim Robinson) ile kısa süre önce kanseri atlatmış eşi Tammy (Kate Mara), Clovis, Colorado’daki evlerini satışa çıkarır. Bir gün, yeni komşuları olan yerel hava durumu sunucusu Austin Carmichael’a (yaşlandıkça daha da çekici hâle gelen Paul Rudd) gönderilmiş bir paket ellerine ulaşır. Craig paketi Austin’e teslim eder (Tammy, onunla arkadaşlık kurmasını önerir) ve ikili hemen kaynaşır. Ardından Austin, Craig’i arkadaş grubuyla tanıştırır ve oyun amaçlı yapılan bir itiş kakış sırasında Craig aniden Austin’e yumruk atar. Suçluluk ve garip bir kendini cezalandırma duygusuyla Craig, garaj lavabosundaki sabun kalıbının tamamını yer.

Warfare’da olduğu gibi, bu filmdeki tuhaf ve çarpıcı şakalar (hem görsel hem de sözel, ki bu ferahlatıcı bir yenilik) gerilimli sessizlik anlarıyla birbirinden ayrılıyor, gerilimin yavaş yavaş tırmanmasına izin veriliyor. Bu nedenle — ve daha sonra değineceğim pek çok başka sebeple — Friendship, yılın en sevdiğim filmi oldu ve öyle kalacak. Bir komedinin eleştirmen listelerinde bu kadar üst sıralarda yer almasını sorgulamak, Mad Magazine’in anarşik gücünü, Dr. Strangelove’u (bu filmi onunla kıyaslamakta sakınca yok, zira ikisi de başarılı kara komediler; üstelik Tim Robinson, George C. Scott’a da benziyor), The Firesign Theatre, The Committee ve MASH*’i unutmak olur. Diğer iki filmden bile farklı olarak Friendship, kültür savaşlarını gerçekten geride bırakmış bir film gibi duruyor.

Bu, filmde hiç sosyal eleştiri olmadığı ya da herkes için uygun olduğu anlamına gelmiyor elbette. Craig’in cam kapıyı kırdığı gibi geniş kitlelere hitap eden sahneler, evet, ucuz koltuklarda oturanları güldürecektir. Ancak davetsiz parti misafiri Patton’ın (potansiyel sahne hırsızı Conner O’Malley tarafından canlandırılıyor) “Size şunu söyleyeyim: Afganistan’da hâlâ bulunmamız kesinlikle gerekli,” diyerek konuşmasını bitirdiği gibi sapkın çıkışlar, yalnızca genç (ve genç kalan) uyumsuzların kalbinde yankı bulacak türden. Bu film gişede rekor kıracak mı, zaman gösterecek ama şimdiden, filmi anlamayanları sosyal medyada küçümseyen ve onlara “Marvel’larına geri dönsünler” diyen fanatik bir kült takipçi kitlesi oluşmuş durumda (filmde Marvel süper kahraman filmlerine “bir Marvel” demek zaten başlı başına tekrarlayan bir şaka).

Bu filmin gençler arasında bu kadar popüler olmasına şaşırıyorsan, komedinin Z kuşağının ortak dili olduğunu unutmuşsun demektir. Ayrıca, Tim Robinson’ı sinema yıldızı yapma konusunda stüdyoların çekingen davranmış olması da akıl almaz; oysa gençlerin çoğu, onun I Think You Should Leave skeçlerine TikTok ve Reels’te kahkahalarla gülüyor ama “daha gişe garantili” yıldızların filmleri için sinemaya gitmeyi reddediyor. Friendship, bu kuşağın gizli el sıkışması haline gelebilir — tıpkı bir zamanlar Bob Dylan’ın Highway 61 Revisited albümünün başka bir nesil için olduğu gibi. Sinema salonunda yükselen o kahkahalar — Hollywood’un küresel pazara hitap etmek uğruna yıllardır komedilerden uzak durması ve bağımsız stüdyoların kendi entelektüel liberal destekçilerini rahatsız etmemek için bu tür yapımlardan kaçınmasından sonra — adeta yeni bir çağın sinyali gibiydi. Tıpkı The Byrds’ın “Mr. Tambourine Man” şarkısının açılış arpejinin 60’ların gelişini müjdelemesi gibi.

Tekrar söyleyeyim: Bu, mesaj içermeyen bir film değil. Bu, (erkek) yalnızlık krizini anlatan bir film. Warfare gibi, mesajını bağırmadan veriyor; bize anlatmıyor, gösteriyor. Craig’in bir akıllı telefon mağazasının arkasında yaşadığı psikedelik yolculuk — yüzeyde, klişe haline gelmiş o renkli, gerçeküstü uyuşturucu sahneleriyle dalga geçen ve Craig’in Subway’de sandviç sipariş etmesiyle oynayan bir şaka gibi görünse de (evet, siparişi Austin alıyor) — aslında filmin en açıklayıcı sahnesi hâline geliyor. Gerçek hayatta Austin bir ünlü, Craig ise eşi tarafından kısa süre önce terk edilmiş, oğlunun zar zor saygı gösterdiği, sıradan bir ofis çalışanı. Özellikle yüksek maaşlı işi üzerinden onaylanmaya duyduğu açlık belirgin. Subway sahnesinde Craig’in özünü görürüz: Doğal olarak Austin’i kendinden daha düşük bir konumda hayal ediyor, siparişini ve her şeyi hatırlıyor. Ama Craig, kendini daha büyük biri olarak hayal edemiyor. Austin’in onun gibi bir masa başı çalışanına saygı duyabileceğini düşünemiyor, kendini bir CEO ya da punk rock yıldızı olarak bile canlandıramıyor (evet, Craig punk rock’ın ne olduğunu hiç anlamamış). Kısacası, kendisi için daha iyi bir hayat hayal etmiyor; “rakibi” için daha kötü bir hayat hayal ediyor.

Evet, belki de Tim Robinson’ın bir komedisini fazla övüyorum, hadi, bunu söyle. Komedyen Kate Berlant’la birlikte çalışan ve John Early ile birlikte “arkadaşlıkların altındaki düşmanlıkları” irdeleyen Would it Kill You to Laugh? adlı komedi özel programının senaristliğini ve yönetmenliğini üstlenmiş Andrew DeYoung’ın ustalığını görmezden gel. Tıpkı benim zamanında Saturday Night Live’da onu fark etmediğim gibi, Detroiters dizisindeyken ya da Netflix’in sınırlı dizisi The Characters’da yarım saatlik gösterisinde olduğu gibi, birçok kişinin de görmezden geldiği gibi sen de geç. Bana, 12 Years a Slave’in Oscar’da Her’i geçerek En İyi Film ödülünü aldığı yılı hatırlatıyor. Ama dürüst olalım, on iki yıl sonra bugün hâlâ hangisini konuşuyoruz?

Peki, bu yeni bir Hollywood rönesansının habercisi mi? Ne bileyim ben? Aralık ayında 2025’e dair yaptığım tüm tahminlerden şimdiye kadar doğru çıkan tek şey şu oldu: Bu yıl harika filmler izleyeceğiz. Bu, Hollywood’u kurtarmaya yetmeyecekse, o zaman tüm ihtişamıyla yanıp kül olsun. İşte bu, punk rock.

* Mo Diggs, teknoloji, kültür ve geleneksel medya üzerine yazılar kaleme alır. Substack platformundaki Cross Current adlı bülteni, günümüzün yeni medya trendleri ile geçmişin geleneksel medya biçimlerinin kesişim noktalarına odaklanır. Yazıları New York Times ve The Guardian’da da yer bulmuştur.

 

  • Tamam, filmi üç farklı sinemada izledim; üçüncüsü Regal Essex’ti. İlk gece, AMC Empire’da izledim — ortam en gürültülü olanıydı ama Memorial Day hafta sonundan önceki cuma gecesi saat 22.00’de gösterimde olduğu için salonda sadece on kişi vardı. Bushwick’teki Syndicated gibi daha küçük bir salonda daha iyi hissettirebilirdi. Sonra Memorial Day hafta sonunun cuma günü saat 18.00’de Williamsburg Cinemas’ta izledim. Kalabalık büyüktü, epey kahkaha atıldı ama ses o kadar kısılmıştı ki, doğal olarak oyuncular kahkahalar için duramayacağı için tüm gülme araları kısa kesildi. Bakın, olay şu: çoğu film eleştirmeni ya biletini ücretsiz alır ya da sadece bir bilet satın alır. Üç bilet alacak kadar deli ya da enayi olan tek kişi ben olmalıyım. Deli, ama kararlı — elimde kalan tek silah bu. Üçüncü seferde şansım yaver gitti: Memorial Day hafta sonunun cumartesi gecesi Regal Essex’te. Salon tamamen doluydu. Gürültülü kahkahalar. Üç izleyişte de ortak olan bir şey vardı: kahkahalar film boyunca giderek arttı. Başlangıç komikti, ortalar kahkahalarla geçti, son kırk dakika ise adeta Saturday Night Live’ın yayınladığı o delice “beşe bir” skeçleri gibiydi. Artık Grateful Dead’i ülke genelinde konserden konsere takip eden Deadhead’leri anlıyorum — o kusursuz performansın verdiği yüksek hissin peşindeydiler.

Kaynak: https://www.metropolitanreview.org/p/cinemas-last-great-gamble

SOSYAL MEDYA