Bu makale, Batı liberalizminin Yahya Sinvar’ın otobiyografisini ele alış biçimi üzerine bir değerlendirme sunmaktadır. Özellikle, mart ayının başlarında İtalyan ve Siyonist çevreler tarafından yürütülen ve Sinvar’ın kitabının La Sapienza Üniversitesi’nde tanıtılmasını engellemeyi amaçlayan siyasi kampanyaya odaklanmaktadır. Bu kampanya ve yol açtığı tartışma, siyasi spektrumun sol ve aşırı sol kanadındaki çeşitli grupları etkilemiştir.
Yazarların temel argümanı, bu durumun solun tarihsel Avrupa merkezci eğilimlerini gözler önüne serdiği ve bu eğilimlerin, özellikle Batı ülkelerinde, uluslararası Filistin direniş hareketini nasıl şekillendirdiği yönündedir.
İtalya Genç Yahudiler Birliği, İtalyan Radikalleri, İsrail için Sol Hareketi, İtalya Yahudi Toplulukları, genç sosyalistler, Forza Italia Giovani, diğer Katolik dernekler ve Siyonist Hasbara organizasyonları, mart ayının başlarında Roma’daki La Sapienza Üniversitesi’ne başvurarak Filistinli Öğrenci Hareketi’ne verilen izinlerin iptal edilmesini talep etti.
Mart ayının 5’inde, Sinvar’ın Diken ve Karanfil adlı otobiyografik kitabının Fizik Bölümü’nde tanıtılmasını engellemeyi amaçlıyorlardı. Etkinlik, kitabın İtalyan yayıncısı olan ve İslami eğilimli Editori della Luce yayınevinin kurucusu Davide Piccardo’nun katılımıyla gerçekleşecekti.
“Üniversitede Terörizme Yer Yok” başlıklı çağrıda şu ifadeler yer alıyordu: “İsrail’e karşı akademik boykotlara direnen ve kendisini akademik özgürlüğün kalesi olarak konumlandıran sayılı üniversitelerden biri olan La Sapienza, hala terörizmin propaganda aracı haline gelmesini engelleme fırsatına sahiptir.” Bu çağrı, kısa sürede ulusal çapta siyasi bir meseleye dönüştü.
Bu talep, La Repubblica, Il Corriere della Sera, Il Giornale ve Il Messaggero gibi İtalya’nın önde gelen liberal demokrasi yanlısı gazeteleri tarafından desteklendi. Aynı zamanda, bu gazeteler Giovanni Donzelli ve Noemi Di Segni’nin Fizik Fakültesi’nin geri adım atarak etkinliği yasaklaması yönündeki taleplerine de yer verdi.
Sinvar’ın İsrail hapishanelerinde geçirdiği yirmi iki yıl boyunca kaleme aldığı otobiyografisi, birçok Batı ve Avrupa Birliği ülkesinde sansüre uğramış ve yasaklanmış durumdadır. Ancak İslam’a geçmiş bir İtalyan yayıncı sayesinde İtalya’da yayımlanabilmiştir. Kitap, İrlanda’da da yasaklanmamış olup, arka kapak yazısında şu ifadeler yer almaktadır:
“Sinvar, Gazze’deki İsrail soykırımına karşı cesurca savaşırken şehit edildikten sonra, bu roman Ortadoğu’daki süregelen gerilimleri anlamak isteyenler için hayati bir eser haline geldi. Bu sadece bir hikâye değil… Sinvar’ın şehadetiyle birlikte, roman hem geçmişin bir yansıması hem de bölgenin geleceğine dair kehanet niteliğinde bir vizyon sunuyor.”
Kitap, savaşarak hayatını kaybeden Sinvar’ın yazılı vasiyetinde, baskı altındaki insanların zorunluluktan doğan direnişinin gerekçesini ortaya koyuyor. Bu vasiyet, yaşamaya devam eden ve asla pes etmeyenler için bir mirasa dönüşüyor.
Üniversitedeki Filistinli öğrenciler tarafından yürütülen bu girişim, Batı uluslarına yönelik tarihsel, teorik ve siyasi bir meydan okuma niteliği taşımaktadır. Batı için, ölmüş bir insanın yazılı sözleri bile korkutucu olabiliyor. Batı propagandasının—Siyonist liberalizm tarafından ustalıkla yorumlanan—anlatısına göre, üniversite tam da Batı ideolojisinin demokrasi ve özgürlük değerlerini onurlandırması gereken bir yer olmalı. Ancak bu mit çöküşe geçerken, Batı’yı derin bir kriz sarmakta ve Avrupa’yı kaçınılmaz bir gerilemeye sürüklemektedir.
İtalyan yayıncı tarafından yürütülen editoryal girişim, İslamcılık perspektifinden etkilenmiştir. Filistinli öğrenciler için ise bu, Gazze’deki soykırıma boyun eğmeyen ve şimdi Batı Şeria’da daha kanlı bir etnik temizliğe direnmeye çalışan bir direnişin yansımasıdır. Bu nedenle, üniversite yönetimi tarafından etkinlik izinlerinin iptal edilmesi, Batı demokrasisinin umutları için Filistin halkının soykırımının “kaçınılmaz bir kötülük” olduğunu anlamayanların sadece kendilerini kandırdığı gerçeğini ortaya koymaktadır; en azından basının büyük bir kısmı böyle yazmaktadır. Dolayısıyla sansür, demokrasi için hayati bir gereklilik haline gelmiştir. Siyonist grupların siyasi baskılarına ve fiziksel tehditlerine rağmen, Filistinli öğrenciler etkinliği sürdürme konusundaki kararlılıklarını yinelemiştir.
Filistinli öğrenciler, demokratik alanların kısıtlanmasına dair alışılagelmiş söylemlerin ötesinde, başlangıçta Filistin ile dayanışma içinde olan sol grupların ve solcu aktivistlerinbüyük bir kısmından yalnızca sessizlik ve kayıtsızlık gördü. Bu sessizlik, ancak “aşırı” solun sözde karşıt kesimlerinin boykotu ile bozuldu. Boykotun gerekçesi ise, yayıncının—İslam’a geçmiş bir İtalyan—kendileri tarafından hoş karşılanmayan biri olmasıydı. Böylece, bu durum, Kampüs Öğrenci Kolektifi’nin, Filistinli Öğrenci Hareketi’nin o sırada düzenlemekte olduğu etkinliğe verdiği desteği geri çekmesi için siyasi koşulları pekiştirdi.
Dayatılan sansüre yönelik retorik kınamaların ve Filistin direnişiyle dayanışmanın yeniden ifade edilmesinin ardından, “aşırı” sol öğrenci grupları şu açıklamayı yaptı: “Üniversitenin ilan ettiği yasağa rağmen, girişimin ertelenmesi kararı, yukarıda adı geçen konuşmacının davet edilmesini yetersiz bulmamızla bağlantılı siyasi değerlendirmelerin sonucudur.”
Özetle, kimileri sessiz kalarak, kimileri ise açık bir sabotajla, üniversite içindeki ve dışındaki sol “aşırılığın” son temsilcileri, müesses nizamın iradesine boyun eğmiştir. Peki, bunun sebebi nedir? Çünkü Piccardo, Kasım 2024’ün sonunda, aşırı sağcı neo-faşist grup CasaPound’undüzenlediği “Filistin ve Lübnan: Medeniyetler Çatışmasından Küresel İç Savaşa” başlıklı bir konferansa konuşmacı olarak davet edilmişti. Kesin bir İslami inanca sahip biri olarak Piccardo, kalpleri kazanma ve demokratik yollarla ruhları kurtarma yanılsamasına kapılmış görünüyordu. Bu sırada, neo-faşist sağ ise elinde olmayan kartları oynamaya çalışıyor, Batı liberalizmine karşı belirli İslami akımları kendi emperyalist ve milliyetçi çıkarları doğrultusunda kullanma çabasına girişiyordu.
Biz Piccardo’yu tanımıyoruz ve siyasi ya da ideolojik gerekçeleriyle de ilgilenmiyoruz, çünkü mesele bu değil. Asıl sorgulamamız gereken şey, Avrupa genelinde neden yalnızca İslamcı bir yayınevinin Sinvar’ın otobiyografisini yayımlamaya cesaret edebildiği ve bunun hemen bir yasakla karşılandığıdır. Aynı kitap, Avrupa’da ne yeraltı sol yayıncılığında ne de ana akım sol çevrelerde destek bulamazken, İrlanda’da özgür basın internet siteleri ve talebe bağlı platformlar aracılığıyla yayımlanabilmiştir.
Bize göre, Filistinli öğrencilerin girişiminin “yetersiz” görülmesi Piccardo ile ilgili bir mesele değildir. Solun, günün “faşistine” karşı kusursuz bir bahane bulduğunda derin bir nefes aldığı ve elindeki dikenli konuyu tamamen bir kenara attığı açıktır.
Bu, geçmişte olduğu gibi bugün de, solun belli bir çerçevede ifade edilmeyen gerçek bir direnişi bilinçli olarak görmezden gelmesi meselesidir. Son dönemde yayımladığımız birçok makalede bu direniş ihtiyacını savunduk ve Hamas’ın, İsrail ile uzlaşmayı ve işbirliğini reddeden eski seküler sol Filistin siyasi güçlerinden geriye kalanları kendine çekerek bu ihtiyacı somutlaştırdığını dile getirdik.
Filistinli gençlerden oluşan bir örgütün, Siyonizm yanlısı siyasi ve kurumsal güçler tarafından maruz bırakıldığı genel ve sözlü siyasi saldırı bağlamı zaten başlı başına ciddi bir durumdur. Ancak mesele, aşırı sol olarak adlandırılan çevrelerin sergilediği dar çerçeveli siyasi diyalektikle sınırlı değildir. Bu durum, tarihsel, maddi ve siyasi daha genel unsurları hatırlatmaktadır; zira bunlar olmaksızın, Batı solunun içinde bulunduğu bu türden siyasi körlüklerin anlaşılması mümkün değildir.
Batı’nın krizi karşısında, Avrupa ve İtalya’da karmaşık ve çok boyutlu bir şekilde şekillenen bu süreçte, demokrasi, idealist anti-faşizm ve kazanılmış bireysel özgürlükler, sol tarafından Filistinlilerin direniş gerekçelerinden daha önemli görülmektedir.
Bu, her Batı ülkesinde farklı biçimlerde ortaya çıkan genel bir dinamik olup, Filistin davasına yönelik uluslararası ve çok yönlü seferberliğin içinde değişkenlik göstermektedir. ABD’de de benzer bir durum yaşanmıştır. Orada, Arap ve Filistinli toplulukların yanı sıra Afrikalı Amerikalıların, Filistin’e cehennemi getirme, Hamas’ı ve direnişini yok etme ve etnik temizliği tamamlama vaatlerinde bulunan “en kötü seçenek” Donald Trump’a karşı KamalaHarris’e oy vermeleri gerektiği telkin edilmiştir. Bu ise, İsrail’in ve Batılı ülkelerin ortak hedefi olan Filistin’deki etnik temizliğin tamamlanmasına hizmet eden bir stratejidir.
Bu durum, özellikle İtalya ve Avrupa’da daha da aciliyet kazanıyor. Çünkü bu coğrafya, son 500 yıldır dünyaya hükmetmesini sağlayan yükselen tarihsel döngünün tükenişiyle mücadele ediyor. Dolayısıyla mesele, tüm “egemenlik karşıtı” siyasi güçleri ve Ukrayna’nın Rusya’ya karşı direnişini desteklemek, Avrupa’daki demokrasiyi Trump’ın dışarıdan saldıran “neo-popülizmine” ve Avrupa içindeki egemenlikçi akımlara karşı savunmak, kendi çöküşüne direnmek ve sömürgeci-emperyalist ganimetin getirisini sürdürmek meselesine dönüşmüştür. Özünde, baskı altına alınan Avrupa’nın çözülmesi, solda da yankı bulan bir dalganın yayılmasına neden olmaktadır—bu dalga, merkezden çevreye yayılan, hatta daha doğrusu Avrupa merkezli bir hareket niteliğindedir.
Abartıyor muyuz?
O zaman gerçeklere bakalım: Üniversite içindeki ve dışındaki sözde karşıt aşırı sol bir grup tarafından yönlendirilen sol görüşlü Kampüs Öğrencileri Kolektifi, Filistinli öğrencilere “özerk olarak yönetilen” sınıfı tahsis etmeme kararı aldı. Solcu öğrenci komiteleri, on yıllardır üniversite ile aşırı sol üniversite kolektifleri arasındaki gayriresmi bir anlaşma yoluyla bu alanı kullanmaktaydı. Ancak alınan karar, “yetersizlik” iddiasıyla gerekçelendirildi.
Ortaya çıkan nihai sonuç, doğrudan bir soruyu gündeme getiriyor ve bu sorunun cevabı, tarihsel ve maddi ilişkileri gözler önüne seriyor: Sol görüşlü üniversite öğrencilerinden oluşan bir kolektif, kampüs içinde kendisi için bir alan kullanma ayrıcalığını nasıl elde edebiliyor ve aynı kolektif, aynı ayrıcalığı, tamamen kendi inisiyatifiyle, neden genç Filistinli öğrenci ve direnişçilerin oluşturduğu bir örgüte tanımıyor? Bu, Batı’nın Orta Doğu ve Filistin üzerindeki eşitsiz ve tahakkümcü ilişkisinin doğrudan bir yansıması değil midir?
Entelektüel dürüstlük, bize şu gerçeği kabul ettiriyor: “yetersizlik” yargısı, aslında bir tarih döngüsünü ve Batı’daki işçi sınıfı hareketleri ile sömürge karşıtı mücadeleler arasındaki ilişkiyi özetlemektedir. Aynı zamanda, Avrupa ve ABD emperyalist uluslarının sömürgeleştirilmiş dünya ile kurduğu ilişkinin de bir yansımasıdır. Tarihin, bu hesaplaşmayı eninde sonunda sunacağına (ve halihazırda sunmakta olduğuna) inanıyoruz. Filistin ise, bu tarihsel sürecin yalnızca görünen kısmıdır.
Özetle, kapitalist üretim tarzında tarihsel bir değişim aşamasındayız. Değer birikiminin genel gelişimi, her ne kadar birleşik ve eşitsiz bir biçimde gerçekleşmiş olsa da, hâkim ülkeler ile hâlâ tahakküm altında olan ülkeler arasındaki ilişkiyi büyütmüş ve sürdürmüştür. Bu durum, hâkim ülkelerde, sözde demokratik ülkeler ile sözde demokratik olmayan ülkeler arasındaki çelişkiyi daha da pekiştirme eğilimi yaratmıştır. Bu nedenle, sözde demokratik ülkelerin tüm toplumsal sınıfları, hâkimiyet ilişkisi sayesinde kademeli olarak yükselmiş ve böylece sömürülecek olan sözde demokratik olmayan ülkelere karşı “demokrasiyi” savunma hakkını kendilerinde görmüşlerdir.
Bugün, bu tür bir ilişki sorgulanmaktadır.
Filistin direnişi, Batılı hareketlerle aynı biçimlere sahip olamaz. Dolayısıyla, “bizim” hoşumuza giden türden bir direniş olmayabilir. Batı’daki işçi hareketini ve solu şekillendiren maddi koşullara uymamaktadır. Batı solunun bakış açısı, emtia piyasası tarafından tanımlanan bir toplumun çatışmalı ilişkileri içinde var olan bir sosyal sınıf olarak, en güçlü uluslarda demokrasinin maddi koşullarını savunmak yoluyla ifade edilir. Bu uluslar, dünyanın geri kalanıyla servet ve kaynak alışverişinde bulunmuş, karşılığında ise kölelik, ırkçılık ve savaş sunmuşlardır.
Batı’da işçi sınıflarının ve onları temsil eden partilerin ezilmesini tanımlayan maddi koşullar, 500 yıllık sömürgecilikle, özellikle de Avrupa ve Batı uluslarında liberal ve demokratik uygarlıkların çalkantılı gelişiminin son 200 yılıyla bağlantılıdır. Bu tarihsel süreç, bu sınıfların siyasi nüfuz kazanmasını ve “mücadele etme özgürlüğünü” elde etmesini sağlamış, böylece işçiler arasındaki sınıf çatışmasını demokratik alan içerisinde geliştirmiştir.
Bugün ise Filistin direnişi ve Sahel halklarının isyanı, Avrupa’da barış, özgürlük ve sömürgeci refahın geleceğine ciddi bir meydan okuma niteliği taşımaktadır. Aynı zamanda, Avrupa ve Batı’daki işçi sınıflarının ve sol partilerin maddi koşulları da sorgulanmaktadır.
Batı’da komünizmi ideal bir hareket olarak tanımlayan herkes, geçmişte maddi gerekçelere dayanmış olabilecek ancak bugün geçerliliğini yitiren bir vizyon sunmaktan kaçınmalıdır. Bu, tarihsel bir gerçektir ve dolayısıyla teorik, siyasi ve pratik bir meseledir. İşte bu nedenle Batı’da şirket partileri, dolayısıyla milliyetçi ve sağcı hareketler çoğalırken, sol, bugüne kadar geliştiği biçimiyle, çözülmekte ve etkisini kaybetmektedir.
Aynı sebepten dolayı, Batı’daki mevcut kuşaklar, yaşanan tarihsel aşamanın geçmiştekilerden farklı olduğunu net ve kesin bir şekilde değerlendirme yetisine sahip değildir. Bu yüzden, Almanya’da Sahra Wagenknecht’in yaptığı gibi, Batı’daki işçi sınıflarını milliyetçi bir zeminde kazanmaya çalışmak zorunda kalmaktadırlar. Ancak sonuçta, Alman işçiler, Almanya için Alternatif (AfD) partisinin sağcı orijinalini, solun zayıf bir taklidine tercih etmektedir.
Açık olalım: Mesele, grupların, derneklerin ya da bireysel militanların belirli davranışlarından ötürü siyasi iradelerini mahkûm etmek değil. Ne yazık ki sol, tarihsel olarak buna alışkın olsa da, burada önemli olan, bu tür olaylara karışan insanların davranışlarının maddi nedenlerini anlamaktır.
Bu yüzden, Filistin’deki soykırımın seyrini tersine çevirmek için yürütülen seferberliğin bariz zorluklarla karşılaştığını kabul etmek zorundayız. Ancak aynı zamanda, Sinvar’ınotobiyografisinin üniversite tarafından sunulmasının engellenmesinin, Filistin’de 15 ay süren direniş ve uluslararası seferberlikten sonra Batı müesses nizamının iddia edebileceği ilk gerçek siyasi kazanım olduğunu da belirtmeliyiz.
Üniversite kampüslerinde gerçekleştirilen eylemler, akademik kurumların İsrail ile işbirliğiniengelleyemedi ve soykırım ortaklığını durduramadı. Buna rağmen, İtalya’nın en prestijli üniversitelerinden birinde direnişin gerekçeleri susturulmuş ve geçici olarak yasaklanmış olsa da, bu durum liberal demokrasinin gerekçelerinin yeniden galip geldiğini göstermektedir. Bunun sonucu olarak, istekli ve genç solcular bile geri adım atmaya zorlanmıştır.
Elbette, Filistin Öğrenci Hareketi’ndeki yoldaşlarımıza ve yayınevine yönelik Siyonizm yanlısı siyasi kampanyaya karşı tam dayanışma içinde olduğumuzu ifade ediyoruz. Bu kampanya, sol ve aşırı sol içerisindeki çeşitli gruplar arasında Filistinli öğrencilerin siyasi izolasyonunu daha da derinleştiren koşulları yaratmıştır. Hakim olanların gücünü, ezilenlerin zayıflığını ve yozlaştıranın yozlaşan üzerindeki tahakkümünü nasıl ayırt edeceğimizi çok iyi biliyoruz.
Filistin Öğrenci Hareketi’nin, Sinvar’ın Diken ve Karanfil adlı otobiyografik kitabını, başlangıçta planlandığı gibi yayınevi ve yayıncının katılımıyla herhangi bir mekânda, eğer üniversite içinde mümkün değilse en azından yakın çevresinde sunma girişimini gerçekleştirebilmesini umuyoruz.
Biz de üzerimize düşeni yapmaya hazırız, ancak bunu demokrasi veya özgür düşünce adına yapmıyoruz. Aksine, sömürgeciliğe karşı direnişte İslamcı bakış açısını ve sömürgeci sistemin daha geniş krizini ele almanın, bu direnişin ifade ettiği ihtiyaçları tam olarak desteklemeyi gerektirdiğine inanıyoruz. Bu nedenle, idealist gerekçeler öne sürerek fırsatçı bir mesafe koymanın tam tersini savunuyoruz; böylece, Filistin direnişinin yanında durmak yalnızca boş bir söylem ya da ikincil bir mesele olarak kalmayacaktır.