Zamanın Toplumsal Bir Güç Olarak Ortaya Çıkışı

Zaman anlayışımız, termodinamik modellerle, özellikle İkinci Yasa ile ilişkilidir. Bu yasa, kapalı bir fiziksel sistemde düzensizliğin ölçüsünün artma eğiliminde olduğunu ifade eder. Bu düzensizlik ölçüsüne entropi denir; entropi değeri yükseldikçe, sistemin bileşen parçaları bir denge durumuna ulaşmaya çalışırken organizasyon kaybı artar. Daha spesifik olarak, entropi, sistemin aynı enerji profilini korurken ortaya çıkarabileceği durumların sayısını ölçer.
Ocak 7, 2025
image_print

1336 yılında Milano, Avrupa’nın en zengin ve en önemli şehirlerinden biri olma yolunda hızla ilerliyordu. 13. yüzyılın sonlarından itibaren, daha sonra Milano Dükalığı’nı kuracak olan güçlü bir hanedan tarafından yönetildi. Bu devlet, yüzyıllar sonra Napolyon’un orduları Avrupa’yı kasıp kavurana kadar varlığını korudu. Aynı yıl, Milano, toplumsal ve teknolojik bir merkez olarak yükselişini sağlamlaştırdı ve “kamusal bir ortamda kullanılan ilk belgelenmiş saat çanını” tanıttı. Milano’nun bu görkemli saati uluslararası bir sansasyon yarattı ve “Avrupa’daki ilk gerçek otomat olarak” tanımlandı. Ayrıca kilitleme çarkı, bilgisayarın öncüsü olarak kabul edildi.

Saatin çanlarının her saat başı çalması modern dünyanın habercisiydi; bugün bildiğimiz ve zamanın gücüyle kuşatılmış bir dünya. Bu yeni düzen, hiçbir şeyin onun sınırları dışında kalamayacağı bir gerçeklik sundu. Bu yenilik büyüleyici ve zamanının en ileri teknolojik atılımıydı. Ondan önce zaman, sabit ve doğrusal bir kavram olarak değil, günlük yaşamın görevlerini içine yerleştirdiğimiz standart bir düzenek olarak düşünülmüyordu. Aksine, günlük yaşamın görevleri bir nevi saatin kendisiydi; zamanı belirliyor ve şekillendiriyordu, bunun tersi değil. Hakim olan zaman anlayışı, doğadaki kalıplar tarafından belirlenen, katı ve değişmez olmayan göreceli bir şeydi.

Ancak zaman, yeni bir biçim ve toplumsal enerji kazandı. Erken modern dönemden itibaren, “zaman” en sık kullanılan kelimelerden biri haline geldi, toplumsal düzen ve hayal gücümüz üzerindeki etkisini giderek güçlendirdi. Bu yeni tür zaman, toplumsal normlar ve kurumlar aracılığıyla üretilmesi gereken yapay bir düzenlemeydi. Ne doğal ne de zorunluydu; aksine, karmaşık maddi gerçekliklerden ve yükselen bir egemen sınıfın çıkarlarından doğmuş bir gelişmeydi.

Orta çağın son dönemi ve erken Rönesans’taki bu gelişmelerden sonra, zaman ya icat edilmiş ya da en azından toplumsal olarak yeniden şekillendirilmiştir. Ancak bu süreç, zamanın toplumsal ve ekonomik hayata nüfuzunu derinleştiren bir dizi ince ayar ile devam etmiş ve günümüze kadar gelmiştir. Bugün, zamanın somut bir toplumsal kontrol ve tahakküm aracına dönüşmesi neredeyse tamamlanmış görünmektedir.

Zamanı ölçmek için kullanılan aletlerin giderek daha hassas hale gelmesi ve ölçüm birimlerinin daha küçük ve kesin hale gelmesi, zamanla ilgili modern bir anlayış ve ilişki yaratmıştır. Zaman, gücünü büyütmeye devam etmiş, üretimin daha küçük ve bağımsız adımlara bölünmesi, zamanın icadı ve gelişimiyle paralel ilerlemiştir. Ancak bu yalnızca üretim modellerini yeniden şekillendirmekle kalmamış, insan öznesini ve onun kendilik algısını, fiziksel ve toplumsal çevresine ilişkin kavrayışını da dönüştürmüştür.

Bundan böyle birey, kendini her zaman zamanın içinde olarak anlamaya başlayacak; amaçlarını ve mantığını ona uyarlayacak, kararlarını onun ölçütlerine göre gerekçelendirecektir. Daha sonra, sanayi çağının toplumsal ilişkileri ve kalıplarıyla birlikte, zaman bir ölçüt, bir zorba ve bir disiplin aracı olarak yeniden kavramsallaştırılacaktır. Sonsuz fedakarlıkların borçlu olduğu yeni bir tanrıya dönüşecektir. Artık uyanık olunan her dakika, verimlilik ve üretkenliğin doymak bilmeyen tanrılarını memnun etmek için doldurulmalıdır—her faaliyet ve bu faaliyetin tamamlanması için gereken her dakika planlanmalı ve optimize edilmelidir.

“Zaman algısının büyümesi—zamanın kabulü—giderek daha somut hale gelen bir dünyaya uyum sağlama sürecidir.” Bu süreçte, tarihsel olarak koşullara bağlı, son derece rafine bir yeni mutlakiyetin öznesi haline geldik. İnsan, özel yaşamında kendini herhangi bir şekilde ifade edebilir ya da istediği yaşam tarzını benimseyebilir—ancak yalnızca zaman üzerinde anlamlı bir kontrol sağlayamayacağı ölçüde. Zamanın kaçınılmazlığı onu “tahakkümün nihai modeli” haline getirir; bizi sürekli, birleşik ve akışkan bir deneyim gerçekliğinden yapay olarak kopararak her şeyi parçalara ayırır ve dağıtır.

Zamanı giderek daha küçük birimlere bölerek, insan yaşamını ve deneyimini de parçalayarak, insan yaşamının temel yönleri arasında soyut ve gereksiz ayrımlar yaratıyoruz. Bir zamanlar anlamsız ve esasen bilinemez olan zaman, artık kaçınılmaz bir toplumsal yapı ve sistem haline gelmiştir; “kör otoritenin bizzat kendisini yansıtan” bir gerçekliktir.

Kapitalizm altında zamanla olan yaşam boyu ilişkilerimiz duygusal olarak yoğun ve yorucudur. Akıllı telefon çağında zaman, üzerimize artan bir enerji ve ısrarla baskı yapar. Takvimlerimiz ve diğer “üretkenlik” uygulamalarımız sürekli bir hatırlatma ve uyarı yağmuru sağlar. Zaman her an oradadır ve hızla tükenmektedir; kum saatinin tabanında biriken kum taneleri gibi. Hız, kesinlik ve verimliliğe büyük değer verilen günümüz kültüründe, her bir kum tanesini inceleme dürtüsü ortaya çıkar. Bu zaman birimi doğru bir şekilde mi harcandı?

Artık kullanıcıların kalp atış hızını, uyku düzenlerini ve kalitesini, egzersiz alışkanlıklarını ölçen giyilebilir cihazlarımız var. Mesaj açık: Verileri inceleyin ve sistemi optimize edin. Bu mesajın kaçınılmaz bir zamansal niteliği vardır, çünkü herhangi bir durumda en verimli olan, zamana ve bu kıymetli kaynaktan ne kadarının mevcut olduğuna bağlıdır. Zaman artık saf bir meta olarak düşünülmektedir; tamamen indirgenebilir ve değiştirilebilir bir biçimde.

Andrew Niccol’un 2011 yapımı In Time (Zamana Karşı) filmi, geniş çapta eleştirilmiş olsa dabu fikrin ilginç bir versiyonunu ele almıştır: Hikâye, zamanın standart para birimi haline geldiği bir gelecekte geçer ve hayatta ne kadar kalabileceğiniz zenginliğinize bağlıdır. İnsanlar, fakirlerin hayatlarını kısa bir sürede gettolarda yaşadığı ayrılmış “Zaman Bölgeleri”ne bölünmüştür.

Sözde özgür toplumumuzda bile işçilerin ve yoksulların yaşamları kaçınılmaz olarak kısaltılır. Hatta uzun ömürlü olsalar bile, emeğin ötesinde kalan, yani bireyin gerçek yaşamı olan zaman dilimi acı verici ve trajik bir şekilde kısa kalır.

Birçok düşünür, bugün bildiğimiz anlamda zamanı bize sağlayan teknolojilerle zamanın günümüzdeki toplumsal tahakküm mekanizmaları arasında tarihsel bağlantılar kurmuştur. Bu teknolojik ilerlemelerin, hayat kalitesini artıran ve kolaylık sağlayan bir yol açtığı düşüncesine kapıldıysak, bu hikayeyi en azından sorgulamamız gerektiğini gösteren sebepler sunarlar.

Seçkin tarihçi E.P. Thompson’ın çalışmaları, saatin Elizabeth dönemi sahnesine “yeni bir dolaysızlık ve ısrarla” çıkışıyla yaşanan kültürel dönüşüm üzerine temel yaklaşımlardan birini sunar. Thompson, 1967 tarihli makalesi “Zaman, İş Disiplini ve Endüstriyel Kapitalizm”de, zamanı izlemeye yönelik yeni teknolojilerin, “çalışan insanların zamanı içsel olarak algılayışlarında dramatik değişimlere” ve bununla birlikte “çalışma alışkanlıklarının ciddi şekilde yeniden yapılandırılmasına—yeni disiplinler, yeni teşvikler ve bu teşviklere etkili bir şekilde hitap edebilecek yeni bir insan doğasına” yol açtığını savunur.

Zaman, ekonomik sistemin ihtiyaçlarına uyacak şekilde günün her köşesine nüfuz etti. Thompson, bu yeni zaman anlayışlarının, insan hayatının en özel ve mahrem yönleriyle bile bağlantılı olduğunu vurgulamak için kısa ama büyüleyici bir anekdota yer verir. 1759 yılında yayımlanan popüler ve etkili roman Tristram Shandy’nin ardından bir süre, “saat kurmak”deyimi, cinsel ilişki için kullanılan bir argo ifade haline gelir. Romanın başlarında geçen komik bir sahnede, Tristram’ın annesi, babasına, Tristram’ın doğumuna neden olan cinsel eylem sırasında şu soruyu sorar: “Saat kurmayı unutmamışsındır, değil mi?”

Her şeyin metalaştırmaya ve değiş tokuşa tabi olabileceği bir dünyada zaman ve cinsellik de bundan muaf değildir. Bugün bildiğimiz haliyle zamanın ortaya çıkışı, küçük ve ayrık birimlerden oluşan, aktarılabilir ve devredilebilir bir düzen sundu. Bu yapı, meta kapitalizmine kusursuz bir şekilde uyum sağladı.

Özgürlük, bir bakıma, boş zamana indirgenebilir; tahakküm ve özgürlüğün yokluğu, tarih boyunca başkalarının zamanını kontrol etme arayışına sıkı sıkıya bağlıdır. Günümüzde, “insanların kendi zamanlarını gerçekten kontrol etmemesi gerektiği—onlara güvenilemeyeceği, bir toplumsal düzenin sağlanması için tahakküm altında olmalarının gerektiği” yönünde yoğun bir hissiyat hakimdir.

Filozof Theodor W. Adorno (1903-1969), zaman kavramına ilişkin güncel toplumsal boyutlar hakkında en keskin analizlerden birini sunar. Adorno’nun 1969 tarihli Free Time” (Boş Zaman) adlı makalesi, çağdaş koşullar altında boş zamana yaklaşımımızı eleştirmeyi amaçlar. Adorno, boş zamanla ilişkimizin belirleyici biçimde, insanların içine doğduğu “üretim ilişkileri” tarafından “işlevsel olarak belirlendiğini” öne sürer.

Adorno’ya göre, günümüz toplumu, bireyin neredeyse tamamen entegre olduğu ve özgürlüğünü kısıtlayan kurumsal uyum ve iktidar yoğunlaşmasıyla “eşi benzeri görülmemiş bir toplumsal entegrasyon çağında” yaşamaktadır. Bu durum, boş zamanın kendi karşıtına dönüştüğü ve bir parodisi haline geldiği anlamına gelir. Adorno, argümanlarında çoğu zaman bir tür alaycı üstten bakışla hareket etse de kapitalizmin yarattığı kaçınılmaz toplumsal bütünlüğü keskin bir şekilde eleştirir:
“Tatil günlerinden ya da boş zamanlarındaki özel zevklerden mucizeler bekleyen insanlar, sonsuz bir küçümsemeye maruz kalır; çünkü bu alanlarda bile hep aynı sınırın ötesine geçemezler...”

Adorno’ya göre, çalışmama haline, dikkatle seçilmiş ve koreografisi yapılmış hobilerle eğlence etkinliklerine olan kültürel saplantı ve kutlama, kapitalizmin ve onun zaman disiplini programının yaşamın her alanını ne ölçüde tahakküm altına aldığını gösterir. “Eğer insanlar kendi hayatları ve kendileri hakkında karar verebilselerdi, hep aynı olanın alanına hapsolmasalardı, sıkılmalarına gerek kalmazdı.”

Adorno, zamanın damıtılması için gerekli olan teknolojik mekanizmaların, kendi başlarına saatin yeni gücünü yaratmaya yeterli olmadığını ortaya koyar. Bunun yanı sıra, toplumsal ve ekonomik önkoşullar da gereklidir. Zaman ölçümünün hassasiyetinde ve doğruluğunda sağlanan ardışık ilerlemeler, toprağın ve emeğin kullanımını rasyonelleştirme çabalarıyla örtüşmüştür.

İngiliz egemen sınıfı, toprağı kendi mülklerine geçirirken, köylülüğün zamanını da doğal olarak kendilerine katmışlardır. Siyasal dünya—problemleri ve olasılıklarıyla birlikte—zamanın karakterinden bağımsız düşünülemez; zamanı hesaba katmadan siyasal dünyayı hayal edemeyiz. Siyasal kategoriler, zaman ve tarihin durmaksızın akışına karşı olan tutumlarına göre neredeyse sınıflandırılabilir. Örneğin, muhafazakârlar “tarihin akışına karşı durarak” zamanı bir şekilde yavaşlatmayı umut ederken, ilericiler ve liberaller, bilinmeyen bir geleceğe hareketi toplumsal ve teknolojik gelişmelerle ve sürekli bir ilerleme fikriyle ilişkilendirirler.

Bugün, sermaye birikiminin devam ettiği ve artan eşitsizliğin kriz gerçeklerinin giderek daha sık kapımızı çaldığı bir dönemde, kapitalizm kavramsal olarak geleceği ele geçirmiş gibi görünüyor. Kapitalizmin egemenliği altında yaşarken ve içsel gerilimlerinin sonuçlarını izlerken, bu küresel kapitalizm sisteminin sona eremeyeceğine dair bir his vardır.

İlericiler ve liberaller, kapitalizmle bir tür uzlaşıya varmış, alternatifler hayal etme ve inşa etme çabalarını sessizce bırakmışlardır. Tarihin sonunda sıkışıp kalmış durumdayız; bu çıkmazın ötesine geçmek için gerekli araçlara sahip değiliz.

Sıkışmış bir durumda olsak bile, giderek daha hızlı hareket ediyor, hatta savruluyor gibiyiz. Bu kültürel ve teknolojik değişimlerin olağanüstü görünürlüğü ve sürekli artan hızı, tarih ve zaman hakkında konuşma biçimimizi değiştirdi. Tüketici internetinin yaygınlaşması bizi yeni bir Bilgi Çağı’na itmeden çok önce, modern insan nesilleri, teknolojik gelişmelerin ve bilimsel keşiflerin giderek daha sık hale geldiğini fark etmişti.

Antroposen çağına ve insan medeniyetinin küresel etkisine dair çağdaş araştırmalar, enerji kullanımındaki ve nüfus artışındaki “ikiz dalgalanmalar” olarak tanımlanan Büyük Hızlanmakavramını ortaya koydu. Bu kavram, devam eden bir hızlanma çağını analiz etmek için genel bir çerçeve olarak kullanılabilir. Bugün, genel teknolojik gelişmelerdeki eşi benzeri görülmemiş dönüşümsel bir hızlanmaya, iş temposundaki bunaltıcı artışa, çılgınca akan bilgi akışlarına ve tüketim kalıplarına, sermayenin tehdit edici yoğunlaşmasına ve sürdürülemez çevresel bozulmaya tanık oluyoruz. Her şey hızlanıyor.

Nasıl ki şirketlerin daha ayrıntılı veri analizi işçileri ve üretim süreçlerini daha net bir şekilde kontrol etmeyi sağlıyorsa, zamanın giderek daha hassas ölçümü de işçiler ve toplum üzerinde daha güçlü ve kaçınılmaz bir kontrol anlamına geliyordu. Kapitalist toplum karmaşıklaştıkça ve hızlandıkça, her gün karşılaşmamız, analiz etmemiz ve üretmemiz beklenen bilgi miktarı büyük ölçüde arttı. Bu durum, zamanın akışına dair öznel algılarımızı şekillendiriyor ve değiştiriyor: Bilginin sıkışması ve yoğunluğundaki bu artışı, zamanı hızlandıran bir olgu olarak düşünebiliriz. Bu, zaman deneyimimize fenomenolojik bir uyum sağlamayı gerektiriyor.

Zaman, bir sistemin durumundaki değişimlerin sürekli ve geri döndürülemez bir akışı olarak deneyimleniyorsa, bilgi yoğunluğunun artışı zamanın hızlandığı şeklinde algılanabilir. Zamanla ilgili en bilimsel ve gelişmiş kavramlarımız, onun kaygan ve göreceli doğasıyla sınırlı bilgi ve anlayışımız gerçeğiyle yakından ilişkilidir. Zamanı fiziksel mekana referans olmadan, onun mekanla olan göreceli ve esnek bağlantısını açıklamadan tanımlayamayız.

Bu ilişki, yalnızca fizik alanında değil, siyaset ve felsefede de geçerlidir. Bu alanlardan türeyen bir dizi kavram, zaman kavramına şekil ve içerik kazandırır. Zamanı düşünmenin yaygın bir yolu, onu bir ok gibi ele almaktır—her zaman tek bir yönde ilerler, geleceğe doğru ve geçmişten uzaklaşarak hareket eder. Ancak neden zaman yalnızca bir yöne akar?

Zaman anlayışımız, termodinamik modellerle, özellikle İkinci Yasa ile ilişkilidir. Bu yasa, kapalı bir fiziksel sistemde düzensizliğin ölçüsünün artma eğiliminde olduğunu ifade eder. Bu düzensizlik ölçüsüne entropi denir; entropi değeri yükseldikçe, sistemin bileşen parçaları bir denge durumuna ulaşmaya çalışırken organizasyon kaybı artar. Daha spesifik olarak, entropi, sistemin aynı enerji profilini korurken ortaya çıkarabileceği durumların sayısını ölçer.

Önde gelen teorik fizikçi Sean Carroll’a göre, Entropi, sistem hakkındaki cehaletimizi tanımlamanın bir yoludur.” Sistem boyunca düzensizlik ve organizasyon kaybı yayıldıkça, bu durumu resmi, matematiksel terimlerle tanımlamak giderek zorlaşır. Bu asimetrilerin ortaya çıkışı ve çoğalması, zamanın akışı olarak deneyimlenir.

Öyle bir çağda yaşıyoruz ki, en ileri bilimsel zihinlerimizden birçoğu, bilgisayarlar tarafından tamamen değiştirilip değiştirilmeyeceğimizi ve hatta böyle bir değişimin arzu edilir ve iyi olup olmayacağını açıkça sorguluyor. Önde gelen birçok teknoloji hayranı ve teknoloji iyimserine göre, yapay zekayı icat ederek evrimi hızlandırdık ve yeni bir çağı başlattık. Eğer bizim için önemli olan tek şey hız ve verimlilikse, belki de haklılar. Ancak ölçülmesi gereken şey yalnızca kapitalist mantık çerçevesinde dar bir şekilde tanımlanmış verimlilik değilse, bu çıkmazın ötesine geçmek ve zamanı toplumsal olarak yeniden tasavvur etmek için yeni araçlara ihtiyacımız var.

Zamanın bir toplumsal gerçeklik olarak eleştirisine dair zengin bir miras devraldık. Bu eleştiriler, hem zamanın daha iyi kavramlarını geliştirmemize hem de onun toplumsal ve ekonomik hayattaki gücüne karşı koymanın yeni yollarını bulmamıza yardımcı olabilir. Kendi zamanımıza tam ve eksiksiz erişimimiz olmadan, aslında kendi yaşamlarımızdan mahrum kalıyoruz.

Asıl gizem ise, insanların bu duruma karşı daha aktif bir direnç göstermemesi; yeryüzündeki zamanlarının tamamen fethedilmesini hem doğal hem de kaçınılmaz bir koşul olarak görmeye başlamış olmalarıdır.

*David S. D’Amato, bir avukat, iş insanı ve bağımsız araştırmacıdır. Future of FreedomFoundation’da Politika Danışmanı olarak görev yapmaktadır ve The Hill için düzenli olarak görüş yazıları kaleme almaktadır. Yazıları Forbes, Newsweek, Investor’s Business Daily, RealClearPolitics, The Washington Examiner ve hem popüler hem de akademik birçok başka yayında yer almıştır. Çalışmaları, American Civil Liberties Union (ACLU) ve Human RightsWatch gibi kuruluşlar tarafından alıntılanmıştır.

Kaynak: https://www.counterpunch.org/2025/01/03/the-emergence-of-time-as-a-social-force/

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Yazdır