Yeniden Büyülenen Dünya: Dijital Çağda Gizemi Bulmak

Sayıların dili bize bir şeyin nasıl işlediğini söyleyebilir, ama onun ne olduğunu asla anlatamaz. Bu, ancak yaşanarak kavranabilir. Antik Eleusis tarikatında, inisiye olanlar karanlık bir odaya götürülür, burada bir girdap gibi üstlerine gelen izlenimlere maruz kalırlardı; ne gördükleri ne de bunun ne anlama geldiği kendilerine anlatılmazdı. Ama bu inisiyasyonun yalnızca ilk yarısıydı. İkinci yarı ertesi yıl gerçekleşirdi—geri döndüklerinde. Bu kez inisiyasyonu dışarıdan görürlerdi ve ancak o zaman, içeriden gelen bakış dışarıdan gelen bakışla tamamlandığında, inisiyasyon gerçekten tamamlanmış sayılırdı. Ne sonuç çıkardıkları, ne öğrendikleri ya da neyi anladıklarıysa tamamen onlara bağlıydı. Ama dışarı diye bir yer kalmadığında, dünyaya dışarıdan nasıl bakılır? Benim sorum buydu.
Mayıs 30, 2025
image_print

Bilgisayarı ilk kez 1984 yılında gördüm. On beş yaşındaydım ve nehir kenarında, en yakın kasabadan kilometrelerce uzakta, dünyanın kıyısında, kuzeyin en uçlarında, seyrek nüfuslu bir bölgede yaşıyordum. Her gün saat dörtte kapanan küçük bir marketin üzerinde bir tabela yanardı; bunun dışında görsel uyarıcılar yalnızca tarlalar ve ağaçlar, ağaçlar ve tarlalar ile yollarda seyreden arabalarla sınırlıydı. Sonbahar ve ilkbaharda o kadar çok yağmur yağardı ki nehir yatağından taşardı — oturma odasının penceresinden dışarı bakıp, futbol oynadığımız tarlayı su basarken izlediğimi, kale direklerinin sudan yukarıya doğru yükseldiğini hatırlıyorum. Tek bir televizyon kanalı, iki radyo istasyonu vardı ve gazeteler siyah beyaz basılırdı. İran ve İsrail’den, Mısır ve Güney Afrika’dan, İngiltere ve Kuzey İrlanda’dan, Amerika Birleşik Devletleri ve Hindistan’dan, Lübnan ve Sovyetler Birliği’nden gelen haberler, sanki başka bir gezegende yaşanıyormuş gibi, çok uzakta cereyan ediyordu.

Napolyon’un şöyle dediği rivayet edilir: Bir insanı anlamak istiyorsanız, yirmi yaşındayken dünyada neler olup bittiğini bilmeniz gerekir. Bu alıntı muhtemelen uydurmadır, ama bu onun doğru olmadığı anlamına gelmez. Benim için önemli olan, nehrin kıyısındaki bu dünyadır. Bir roman yazmaya oturduğumda, hikâyenin doğal olarak geçeceği zaman 1980’ler olur; sanki o dönem, dünyanın gerçek biçimini, özünü barındırıyor da ondan sonra gelen her şey bir tür sapmadır. Yazarken çeşitli konuları Google’da aratsam da, romandaki karakterler hiçbir şeyi Google’da aramazlar; böyle bir şey akıllarına bile gelmez. Rüyalarımda da aynı durum geçerlidir. Cep telefonları ve internet rüyalarımda hiç yer almaz; rüyalarım genellikle kırk yıl önce çevremde bulunan insanlarla doludur.

Elbette, bilinçaltımın bu şekilde geriden gelmesi ve çoktan geçmiş bir gerçeklikte ortaya çıkması, şimdiki zamandaki olaylardan kopuk olduğum anlamına gelmez; sadece bir dünyanın oluşumunun, çocukluk ve ergenlik döneminde gerçekleşen ve bir noktada — artık dünyadaki yeni şeylerin üzerimizde iz bırakmadığı bir anda — sona eren bir süreç olduğu anlamına gelir. En azından bana öyle geliyor. Bu durum, yeni şeylere ve yeni yapma biçimlerine karşı sık sık duyduğum kuşkuculuğu açıklayabilir: Rasyonel düşüncelerimizin altında hareket eden tüm o duygular — sezgi, ama aynı zamanda ahlak ve sadece “bildiğimiz” şeyler — yıllar önce sabitlenmiş bir dünyadan geliyor.

1984 yılının bir akşamı, yükselen nehir suyunun çağlayana girmeden hemen önce hızlandığı köprünün yanındaki küçük, eski tarz bakkaldan yokuş yukarı bisikletle tırmanırken, gerçekliğin farklı olabileceği aklımın ucundan bile geçmemişti. Yokuşu çıkarken suyun gürültüsü gitgide azalıyordu. Dişlilerin uğultusu ve yağmurluk kapüşonumun kulaklarıma sürtünmesi belirgin şekilde duyuluyordu, ama ses düzeyleri aynı değildi: Pedallara her bastığımda dişliler daha yüksek sesle uğuldar, sonra yavaşça azalırdı; kapüşonumun sürtünmesi ise dengesiz hareketlerimi yakından takip ederdi. Akşamdı, hava kararmıştı ve her şey ıslaktı. Asfalt, hendek, siyah ağaçların duvarı, hatta ince ince yağan yağmurla yoğunlaşan hava bile. Tepeye çıktığımda manzara düzleşirdi; iki yanda evler, oluklu sac çatılı barakalar, hurda arabalarla dolu bahçeler bulunurdu. O kadar çok bisikletle geçmiştim ki buradan, gözlerimi kapatsam bile yolu bilirdim. Hem mecazi anlamda hem de gerçek anlamda: Otobüste sık sık gözlerimi kapatır, dışarıda geçip giden manzarayı, her virajı ve tepeyi, her evi ve garajı kafamda canlandırırdım. Hedefim, gözlerimi açtığımda dışarıdaki manzaranın, zihnimdekiyle örtüşmesiydi. Ve hep öyle olurdu.

Birkaç kilometre uzakta yaşayan bir arkadaşımı ziyarete gidiyordum. Orada bulunmayı severdim; ailesi beni ailenin bir ferdi gibi görür, bize alan tanırlardı. Aynı okulda dokuzuncu sınıftaydık. Akşamları ve hafta sonları gitar çalar, müzik dinler, sohbet ederdik — tabii o sırada bisikletle etrafta dolaşmıyorsak, ister amaçlı, ister amaçsız.

Onun evine vardığımda, bisikletimi kilitlemeden duvara yasladım, merdivenleri çıktım, kapı zilini çaldım, kapüşonumu çıkardım. Arkadaşım, her zamanki gibi, kapıyı açtı ve içeri girdik. Gitarı yatağın üzerindeydi, prize takılıydı, yerdeki küçük amplifikatörden hafif bir uğultu geliyordu.

“Babamın yaptığı bir şeyi görmek ister misin?” dedi. “Oldukça havalı.”

“Tabii,” dedim, gerçi babasının yaptığı şeyle hiç ilgilenmiyordum. Onunla birlikte odasından çıktım, koridordan geçtik, merdivenlerden aşağı indik.

Babası Norveç Kraliyet Hava Kuvvetleri’nde mühendisti ve yaptığı şey, bodrum kattaki oturma odasında bir masanın üzerinde duran, gri metal bir kutu ile parlak yeşil harflerin belirdiği koyu renkli bir ekrandı.

“Bu nedir?”

“Bir bilgisayar.”

Bilgisayarları elbette duymuştum, ama hiç görmemiştim. Artık bir tane görüyordum.

Radar ya da sonar ile ilgili bir şeye benziyordu ve bu teknolojinin gelişmiş olduğunu, havacılık sanayinde, muhtemelen uçaklarda ve denizaltılarda da kullanıldığını bilmeme rağmen, hiç umurumda değildi. Bunun benimle hiçbir ilgisi yoktu. Odada gördüğüm hiçbir şey — dar elektrik kabloları, küçük metal çıkıntıları olan ince yeşil devre kartları, kutular, lehim havyaları, tel kesiciler, metal tel ruloları, vidalar ve somunlar — bana hiçbir şey ifade etmiyordu. Babası pekâlâ bir tabure de yapmış ya da bir hoparlör de kaynaklamış olabilirdi.

Bu deneyim, önemli olmaktan çok uzaktı. Bilgisayarın içinde ne bir anlam, ne de geleceğe dair bir şey vardı; sadece 1984 yılının karanlık ve yağmurlu bir sonbahar akşamında, dünyanın ucundaki nehir manzaralı bir evin bodrum katındaki bir odada duran bir kutuydu.

Kırk yıl sonra, o gri kutunun içindeki teknoloji her yerde; hayatımı her yönüyle şekillendiriyor, ki bu başlı başına garip. Ama belki daha da garip olan, benim buna hiç önem vermemiş olmam; onu doğal bir şey gibi kabullenip, hayatıma sorunsuzca yerleştirmiş olmam. Bu kırk yıl boyunca, teknolojiye dikkatimi verip onun ne olduğunu, nasıl işlediğini, bende nasıl işlediğini anlamaya bir kez bile çalışmadım. Sanki yabancı bir ülkeye taşınıp da dilini öğrenmeye tenezzül etmemişim gibi; sanki çevremde olup biteni anlamamayı kabullenmiş, kendi küçük dünyamla yetinmişim gibi. Bu bana artık ciddi bir ihmal gibi geliyor. Dünyadaki siyasi durumu az çok takip etmek bir sorumluluksa ve kimsenin bundan kaçınmaya hakkı yoksa, etkisi bu kadar büyük olan teknoloji için de aynı şey geçerli olmamalı mı?

Yedi ay boyunca, ne düşündüğümü netleştirmeye çalıştım — okuyarak ve yazarak, yazarak ve okuyarak — ama hiçbir yere varamadım; bariz olanın ötesine geçemedim. Bariz olanı dile getirmek tekrar etmektir; tekrar edilen ise zaten bilinendir ve zaten bilinen, edebiyatın düşmanıdır, onun belalısı ve gerçek zıddıdır. Bariz olan teyit eder; edebiyat ise teyidi sorgular. Gördüklerimi tarif etmek kolay; düşündüklerimi tarif etmek de kolay. Ama neden gördüğümü görüyorum? Neden düşündüğümü düşünüyorum? İşte bunu kavramak daha zor. Çünkü gördüğüm şey dünyadır; düşündüğüm şey ise benim. Edebiyatın yapabileceği şey, bir dış dünya kurmaktır. Ve iki yer varsa, birincisi artık verili değildir; artık egemen değildir; artık kendiliğinden açık değildir. Benim şu anda yaşadığım sorun, çabaladığım şey, teknolojinin dışında bir yer bulamıyor oluşum. Sanki dış dünya ortadan kaybolmuş gibi; sanki artık mümkün bir yer değilmiş gibi.

Bu sadece bir his. Ama güçlü bir his. Ve yeni bir his de değil. Don DeLillo bunu daha 1982’de, The Names adlı romanında şöyle tarif etmişti:

Binlerce yıl boyunca dünya bizim kaçışımız, sığınağımızdı. İnsanlar kendilerinden dünyada saklanırlardı. Tanrı’dan ya da ölümden kaçardık. Dünya yaşadığımız yerdi, benlik ise delirdiğimiz ve öldüğümüz yerdi. Ama şimdi dünya kendi benliğini yarattı. Neden, nasıl — boş verin. Dünya artık kendi benliğine sahip olduğuna göre, bize ne olacak? En basit şeyi bile tuzağa düşmeden nasıl söyleyebiliriz? Nereye gideceğiz, nasıl yaşayacağız, kime inanacağız? Bu benim vizyonum: kendi kendine gönderme yapan bir dünya, kaçışın mümkün olmadığı bir dünya.

Tüm dünyanın, dünyanın imgelerine dönüşmüş ve bu sayede artık her şeyi kapsayan insan âlemine çekilmiş gibi hissettiriyor. Görüntü veya bilgi olarak elde edemeyeceğim hiçbir yer, hiçbir şey, hiçbir insan ya da olgu yok. İnsan, dünyayı daha az değil, daha fazla bildiği için bunun dünyaya daha fazla içerik kattığını düşünebilir; ama tam tersi doğrudur: bu, dünyayı boşaltır; inceltir. Çünkü dünya bilgisi ile dünya deneyimi temelde iki farklı şeydir. Bilgi, belli bir zamana ya da mekâna bağlı değildir ve aktarılabilir; oysa deneyim, belli bir zaman ve mekâna bağlıdır ve asla tekrarlanamaz. Aynı nedenle, önceden öngörülemez de. Teknolojinin tam da ortadan kaldırdığı boyutlar, bu iki boyuttur: tekrarlanamazlık ve öngörülemezlik.

Bu, dünyayı kaybetme hissidir. Sanki dünya soluyor, sanki artık daha az var. Bu, özellikle şu anda yaşanan acımasız, dehşet verici savaşlar göz önüne alındığında paradoksal gelebilir — tüm o ölüm ve acısıyla bir gerçeklik taşması gibi görünürler — ama bize görüntü olarak gelirler; iki boyutludurlar ve manipüle edilebilirler; başka görüntülerin seli içinde karşımıza çıkarlar. İçimde, gördüğüm şey üzerinde bir kontrolüm olduğu ve bir bakıma ona yukarıdan baktığım yönünde bir his var. Hiç gitmediğim yerlerin, hiç tanışmadığım insanların görüntüleri, benim dahil olmadığım sahte bir dünyadan sahte bir anı yaratıyor. Görüntüler zaten tamamlanmış hâlde gelir; onlarla aramda hiçbir iletişim, karşılıklı bir alışveriş yoktur. Bu yüzden, her ne kadar dünyanın bize açıldığını — çünkü artık her yerini görebildiğimizi — söylemek istesek de, aynı zamanda dünya tüm açıklığına rağmen kendini kapatıyor da diyebiliriz.

İlk bilgisayarımı 1990 yılında aldım. İkinci el bir Olivetti’ydi, o zaman bile modası geçmişti; disket sürücüsü ve son derece basit grafikleri vardı — aslında gelişmiş bir daktilodan ibaretti. Ama birkaç oyun da içeriyordu; bunlardan biri de Yahtzee idi. Bir öğleden sonra oyunu açtım ve kendimi saatlerce onun başında otururken buldum. Daha önce hiç yaşamadığım bir biçimde hipnotize olmuştum. Bu biraz garipti, çünkü yatağımda oturup fiziksel zarlarla yalnız başıma Yahtzee oynamayı aklımdan bile geçirmezdim; bu bana hiç çekici gelmezdi ve biraz da acıklı olurdu. Peki fark neydi? Ekrandaki zarların, gerçek zarların sahip olmadığı ne vardı?

Gerçek zarlar, odadaki diğer nesneler gibi sadece birer eşyaydı ve yalnızca oyun içinde anlam kazanıyorlardı. Oyun ise ancak biriyle oynandığında anlam kazanıyordu. Yalnız oynarsam, yani yöneldiğim başka biri olmazsa, oyunun tüm anlamı yok olup giderdi. Bilgisayarda oynamanın garip yanıysa, başka kimse orada olmasa da oyunun anlamının bozulmamış olmasıydı. Başka bir deyişle, makineyle bir tür bağ kurmuş olmalıyım; benimle makine arasında bir çeşit ilişki oluşmuş olmalıydı. Makine öteki değildi; ama ötekinin varlığının bir kısmı sanki makinenin içinde yer alıyor olmalıydı.

Birkaç yıl sonra, bir öğrenci radyo istasyonunda çalışmaya başladım. Oradaki bilgisayarlar çok daha güçlü ve gelişmişti. Sesler ve müzik ekranda görsel olarak temsil ediliyordu: dağlar ve vadiler gibi görünüyorlardı ve benzeri görülmemiş bir hassasiyet sağlıyorlardı. İstenmeyen bir öksürük ya da biraz fazla tereddütlü bir “ııı” sesi, fareyle bir ya da iki tıklamayla cerrahi bir hassasiyetle çıkarılabiliyordu. Bu süreç ters yönde de işliyordu: bilgisayara birkaç cümle yazdığınızda, bunlar tekdüze, duygusuz bir sesle konuşulmuş kelimelere dönüşüyordu.

Bir akşam stüdyoda düzenleme yaparken — şimdi hatırlıyorum, büyük ihtimalle sonbahar ya da kış olmalıydı çünkü pencerelerin dışı zifirî karanlıktı, ayrıca başka kimse olmadığına göre epey geç bir saatti — hoşlandığım bir kız içeri girdi. Adı Ingrid’di ve bilgisayara “Ingrid öldü” yazdım. Kötü bir şakaydı, muhtemelen ekipmanların arasında, yarı karanlıkta oluşan hayaletvari atmosferden kaynaklanmıştı, ama bu kadar ürkütücü olacağını hiç tahmin etmemiştim. Boş, akşam sessizliğinde ve loş odada, metalik ve insan dışı ses, sanki öteki taraftan geliyormuş gibi duyuldu:

Ingrid öldü.

Ingrid irkildi; ses aniden çıkmıştı ve birkaç saniyeliğine bu mesaja karşı savunmasız kaldı.

Biraz mahcup bir şekilde güldüm; o da yüzünü buruşturdu ve bunun aşırı komik olduğunu söyledi. Korkmuştu ve ben kendimi kötü hissettim, özür diledim. Ama o his beni terk etmedi: sesin öteki taraftan geldiği hissi. Elbette ölülerin dünyasından değil, cansızların dünyasından. Konuşan, cansız maddeydi.

Şimdi o ses her yerde. Trenlerde, metroda, uçaklarda, feribotlarda ve insanların evlerinde, oturma odalarında — artık daha sıcak, daha kişiselleştirilmiş, daha insansı olsa da — aynı yerden geliyor: ölü madde bizim sesimizle konuşuyor. Ve eğer zamanımızın en belirgin özelliğini söylemek zorunda kalsam, tam olarak bu olurdu: her şey bize hitap ediyor. Süpermarketteki ürünler, self-servis ödeme makineleri, bilgisayardaki oyunlar, arabanın gösterge paneli, mutfak aletleri, şehirlerdeki reklam panoları, Instagram, Spotify ve Facebook’taki içerik akışları, Amazon’daki algoritmalar, çevrimiçi gazeteler ve dergiler, podcast’ler ve diziler — hepsi.

Karl Marx ve Friedrich Engels, 1840’larda — yani neredeyse iki yüz yıl önce — yabancılaşma hakkında yazdıklarında, işçilerin işleriyle olan ilişkisini tanımlıyorlardı, ama yabancılaşmanın sonuçları analizlerinde daha da yayıldı; doğa ve varoluşla olan ilişkimize kadar uzandı. Kullandıkları terimlerden biri “gerçeklik kaybı” idi. O dönem toplumu kıyas kabul etmez ölçüde daha acımasızdı, makineler çok daha ilkel ve hantaldı, ama ekonomik eşitsizlik ve çevresel yıkım gibi sorunlar bugüne dek sürdü. Hatta, Marx ve Engels’in tanımladığı anlamda yabancılaşma daha da artmış olabilir.

Peki gerçekten öyle mi? “İnsanlar tarihte hiç olmadığı kadar yabancılaşmış durumda” ifadesi kulağa yanlış geliyor; eski bir kavramı yeni bir duruma uygulamak gibi. Gerçekten böyle miyiz? Eğer zamanımızı tanımlayan bir şey varsa, bu tam tersi değil mi — hiçbir şeyin artık yabancı gelmemesi?

Yabancılaşma, dünyadan bir uzaklığı, onunla aramızdaki bağın kopukluğunu içerir. Teknolojinin yaptığı ise, gerçeklik kaybını bir ikameyle telafi etmektir. Teknoloji, tüm farkları ayarlar, her boşluğu ve çatlağı görüntüler ve seslerle doldurur; her şeyi bize yaklaştırarak bizimle dünya arasındaki bağlantıyı yeniden kurmaya çalışır. Sadece birkaç kuşak öncesine kadar sonsuza dek yitirilmiş olan geçmiş bile artık geri getirilebiliyor. Bir kış günü ailemle birlikte Londra’daki yeni ABBA gösterisine gittik; şarkı söyleyen ve tezahürat yapan kalabalığın içinde otururken gözyaşlarıma hâkim olmaya çalıştım, sarsılmıştım. ABBA’nın dört üyesi hologram olarak yeniden yaratılmıştı; ışıktan ibarettiler ama hayattalarmış gibi görünüyorlardı, sanki yeraltından sahnenin altındaki bir platformdan çıkıyorlarmış gibi, şarkı söylerken yükseliyorlardı. Yeniden gençtiler, sahnede tıpkı eskiden oldukları gibi biraz beceriksiz İskandinavyalılar gibi hareket ediyorlardı: Björn, Benny, Agnetha ve Anni-Frid. Bedenleri ve sesleri yetmişli yıllardandı ama şimdiki zamanda hareket ediyor ve söylüyorlardı, gölgede oturup çalan canlı bir grubun eşliğinde. Zaman, halının altımdan çekiliyormuş gibi hissettirdi, çünkü izlediğim şeyle aynı zamanda var oluyorsam, o zaman hem sekiz yaşındaydım hem de elli dört; hem bir çocuk hem de orta yaşlı bir adamdım. Üst üste gelen nostalji ve özlem dalgaları beni sarstı, ama aynı zamanda bir korku da vardı — çünkü gördüğüm şey ölümdü; konser salonunda alkışlayıp eşlik ettiğimiz şey ölümün ta kendisiydi. Bizler, Marlowe’un tanımladığı hâliyle, karşısında Truva’nın güzel Helen’i belirince büyülenmiş Doktor Faustus’tuk. Homer’in anlattığı gibi, ölü annesini Hades’ten çağıran ve onu kucaklamak isterken üç kez boş havaya uzanan Odysseus’tuk.

Ama bu aynı zamanda bir kurmacaydı. Gerçekliği dolduran tüm bu görüntüler ve sesler birer temsildi ve insanlar her zaman gerçekliğin temsillerini üretmişlerdir. İnsanlık tarihi boyunca yapılan tüm sanat eserlerinde açık ya da örtük bir “mış gibi” ifadesi bulunur. Fotoğrafın ve sinemanın icadı bu durumu biraz değiştirmiş, sınırları bulanıklaştırmış olsa da, özünde farklı bir şey yaratmamıştır — herkes gerçek bir olayın filmiyle olayın kendisinin aynı olmadığını, birkaç ineğin fotoğrafının o ineklerin kendisi olmadığını bilir. Gerçek inekler başka bir yerde, başka bir zamanda vardır. Onlara duyduğum yakınlık, kitaplarda okuduğum, gerçek mi hayal ürünü mü ayırt edemediğim insanlara duyduğum yakınlıkla aynıdır.

Görüntüler, en uzak şeyleri bile yakınımıza getirir ama bu varoluş yanılsamadır; bir kurgudur. Belki bu, doğanın tamamı için de geçerlidir — onu bir görüntü olarak, bizim parçası olmadığımız bir şey olarak görürüz; hem dışımızda olan hem de ona çekilmiş gibi olduğumuz, tanıdık hissettiğimiz bir şey olarak. Görüntünün bu çelişkili doğası — bize gerçeği gösterirken aslında gerçek olmaması; hem kurmaca hem gerçek olması; hem yakın hem uzak olması — dünyayla ilişkimizi, tam olarak kavrayamadığımız şekillerde biçimlendirebilir, çünkü dünyayı nasıl gördüğümüz, her zaman dünyanın ta kendisidir. Örneğin, ormanların yok olduğunu, türlerin tükendiğini, kutup buzullarının eridiğini, okyanusların ısındığını ve yükseldiğini, çöllerin genişlediğini, yangınların giderek daha büyük alanları yuttuğunu fark ettiğimde, tüm bunlarda gerçek dışı bir şey var. Bunun olduğunu biliyorum — mesele inanmamam değil — ama aynı zamanda sanki olmuyormuş gibi. Soyutluk kokusu taşıyor. Ve dehşete kapılsam da, buna bağlı değilim, gerçekten değil. Bu içeride gördüğüm, dışarıda gerçekleşen bir şey. Ben bunun parçası değilim; dışarıda durup izliyorum. Bu durum için en doğru kelime “yabancılaşma” değilse nedir? Dünyanın kaybı.

Londra’daki evimin dışındaki bahçe bile bana yabancıydı. Yani, onu görmüyordum. Yani, görüyordum ama gördüğüm şey hiçbir anlam ifade etmiyordu. Üç yıl boyunca neredeyse her gün bahçede oturdum; molalarımı orada verirdim. Bahçe belki otuz metre uzunluğunda ve yirmi metre genişliğindeydi, tipik İngiliz tarzında bir duvarla çevriliydi. Ortasında bir çim alan vardı, duvar boyunca ise bitkiler, çalılar ve ağaçlar büyüyordu. Yaz aylarında, Andrew Evans adında bir bahçıvan belki altı kez gelir, yapılması gereken her ne varsa onunla ilgilenirdi. Benim yaptığım tek bahçecilik işi ise iki haftada bir çimleri biçmekti. Burası sadece “bahçe”ydi; zaman zaman vakit geçirdiğim bir yer.

Bir yaz, kardeşim Yngve ve kız arkadaşı Marianne bizi ziyarete geldiler. Sıcak hava dalgası vardı ve biz de şemsiyenin altındaki masaya oturduk. Ama birkaç dakika sonra Yngve kalktı, duvarın yanındaki musluğa yürüdü, onu açtı, hortumu çimlerin üzerine çekti ve sulamaya başladı. İlk olarak masayla aynı tuğla teras üzerinde duran dev bir saksıdaki ağacı suladı. Ağacı iyice suladı ve ben yaprakların kuru ve neredeyse tamamen sararmış olduğunu gördüm.

“Belki kurtarabiliriz,” dedi.

“İyi olur,” dedim, ağacın susuzluktan solduğunu fark etmediğim için biraz aptalca hissederek. Üstelik sadece o ağaç da değildi — duvar boyunca uzanan bitkiler ve çalılar da yeşilden çok sarı ve kahverengiydi. Elbette öyleydi: hava çok uzun süredir çok sıcaktı. Ama Yngve ile Marianne gittikten sonra da sulamaya başlamış değildim; düşünecek başka şeyler vardı. Bu arada, evin önündeki pencere pervazlarındaki çiçekler kuruyup öldü, Andrew’ün az suya ihtiyaçları olduğu için oraya diktiği otlar bile. Onların nasıl yemyeşil ve canlıyken önce sarıya, sonra da griye ve kupkuru hâle geldiklerini gördüm; her seferinde arabayı evin önüne park ettiğimde doğrudan onlara bakardım. Ama sadece uzaktan kumandaya basıp arabayı kilitler, içeri girer ve ön kapı arkamdan kapanır kapanmaz onları tamamen unuturdum.

Sonra, bir ilkbahar günü, her şey değişti. O kış epeyce bitki ölmüştü, muhtemelen don yüzünden. Andrew’e yeni bitkiler dikip dikemeyeceğini sordum, o da dikebileceğini ama bunu benim yapmamın daha iyi olacağını söyledi — tecrübesine göre müşteriler bu şekilde bahçeyle farklı bir ilişki kuruyorlarmış. Evde çocuklar vardı, yazmam gereken kitaplar ve makaleler de, dolayısıyla toprağa girip uğraşma fikri pek cazip gelmiyordu; ama yine de ölü bitki ve çalıları tırmıkla temizledim, birkaç yeni bitkiyle bir torba toprak aldım.

Ertesi sabah, en küçük çocuklarımı okula ve kreşe bıraktıktan sonra, kahverengi kâğıt torbadan dışarı sarkan sarkık çiçeklerle birlikte bahçeye çıktım. Torbayı köşeye koydum, toprak torbasını aldım, sonra bir kürek getirdim. Gökyüzü masmaviydi, tek bir bulut yoktu, çimenler çiğle ıslaktı. Yeni bitkileri eski bitkilerin arasına yerleştirdim ve birkaç adım geri çekilip nasıl durduklarına baktım. Biri, yanındaki büyük komşusuna göre fazla küçüktü; bir diğeri fazla yakındı; iki beyaz çiçeğin yanyana durması da diğer çiçeklerin hepsi farklı renkteyken pek hoş görünmüyordu. Biraz yerlerini değiştirdim, daha iyi oldu. Oldukça derin bir çukur kazdım — bu kolay olmadı, çünkü toprak kuru ve ufalanır durumdaydı, her kürek darbesinde kenarlardan dökülüyordu — sonra birkaç avuç koyu, nemli toprak attım, bitkiyi yerleştirdim ve etrafını toprakla doldurup iyice bastırdım. Tüm bitkiler için aynısını yaptıktan sonra, bir sulama kabı alıp onları suladım.

Bu, son derece tatmin ediciydi. Soğuk ve berrak su, sıcak ve kuru toprağın üzerine akıyor, yeni bitkilerin etrafında kararan alanlara yavaşça sızıyordu. Kökleri yeni toprağa iyice yerleşmeliydi; narin ve sıkışık yapıdalardı, bol suya ihtiyaçları vardı. Ve bu suyu alacaklardı.

O gün birkaç kez gidip onlara baktım. Çevreye güzelce uyum sağlamışlardı; rüzgâr bahçeden geçerken yaprakları diğer yapraklar gibi titreşiyordu; çiçekleri güneş ışığında diğer çiçekler gibi parlıyordu. Ne tür olduklarını, adlarının ne olduğunu bilmiyordum — zihnimde yalnızca birer imge olarak varlardı. Ama gece uyurken aklıma geliyorlardı; dışarıda karanlıkta dururlarken düşüncelerim onlara hafifçe dokunuyordu. Neden bilmiyorum ama, onları düşünmek iyi hissettiriyordu.

İzleyen haftalarda çiçek dikmeye devam ettim. Duvarın çıplak kaldığı yerlere tırmanacak güller, gölgeyi tolere eden Japon bir ağaç, sonbaharda açan çalılar, büyük ama narin, yüksükotu benzeri çanlara sahip bazı bitkiler. Ne zaman fırsat bulursam dışarı çıkıyordum; küçük çocuklar yattıktan sonra karanlıkta, bardaktan boşanırcasına yağan yağmur altında ayakta dikilip çalışıyordum; ocakta diğerleri için akşam yemeği kaynarken. Batı tarafına alçak, yayvan bir çalı yerleştirmeye çalışıyordum; çok fazla yayılmış başka çalıların arasına sıkıştırmaya çalışmadan önce onları budamıştım. Çünkü durum böyleydi: orada daha fazla zaman geçirdikçe, yapılması gereken şeyleri daha çok görmeye başlıyordum. Ağaç ve çalıların dallarını budadım, tüm bahçeyi yabani otlardan arındırdım, bütün bitkileri suladım—ki her birinin ne kadar suya ihtiyacı olduğu, ne kadar önce dikildiklerine bağlı olarak değişiyordu. Sadece güllerin ve manolyaların adını biliyordum, ama bu diğer bitkilerin isimsiz olduğu anlamına gelmiyordu; her birini tanıyordum—kendi kişilikleri varmış gibi değil belki, ama bir şeyleri vardı, ince bir auraları, benim için onları “onlar” yapan bir şey.

Birkaç hafta içinde, bahçe hiçbir şeyken—“bahçe,” temelde boş ve değiştirilebilir, sadece o anda bulunduğum bir yer olmaktan çıkıp—derinden aşina olduğum, önem verdiğim, düşündüğüm, ilgilendiğim bir şeye dönüştü. Anlamla dolmuştu.

Tam da bu dönemde, daha önce hiç duymadığım bir filozof olan Gilbert Simondon ile yapılmış bir röportaja rastladım. 1958’de Simondon, yabancılaşmanın kaynağının teknoloji değil, teknoloji hakkında bilgi eksikliğimiz olduğunu yazmıştı: teknolojiyi sadece bir araç olarak ele almak, onu işlevselliğine indirgemek, onun kendi içsel onurunu ve karmaşıklığını reddetmek; ya da onu mistik bir statüye yükseltmek, onu insan anlayışının ötesinde, özerk bir tehdit ya da yabancı bir varlık gibi görmek.

Bu, bana tamamen yabancı bir düşünceydi: sorunun teknoloji değil, teknolojiyle olan ilişkim olması. Peki, benim ilişkim nasıldı?

Teknoloji hakkında hiçbir zaman bağımsız bir karar vermemiştim; hep yeniliklerin akışına pasif biçimde kapılıp gitmiştim, hiçbir şeye tam anlamıyla dalmadan, her zaman dünyadan biraz daha uzaklaşma hissine teslim olarak. Kontrol bende değilmiş gibi, ama bir şekilde kontrol ediliyormuşum gibi—hissettiğim buydu. Kişisel bir denetim altında değil elbette; daha çok görünmez bir güç tarafından yönlendiriliyormuşum gibiydi, hep orada ama ulaşılamaz bir yerde. Görünmeyen bir şeyin kontrolünü nasıl yeniden kazanabilirdim?

Elbette her şeyden yüz çevirip kırsala, ormana, dağlara ya da denize taşınabilir, doğaya yakın, makinesiz bir Luddite hayatı sürebilirdim. Gerçi zaman zaman her şeyden uzaklaşıp, denizin ortasındaki küçük adalarda, ormanda ya da dağlarda kulübelerde yaşamıştım—doğaya yakın olmak için değil doğrusu, yazı yazmak için, hem de en fazla birkaç ay süreyle. Bu aylar bir eksiklik duygusuyla geçmişti; orada olmayan bir şeye karşı sürekli bir özlemle, orada olan hiçbir şeyin—ne deniz ne orman ne de dağların—karşılayamayacağı bir şey. Bizler birbirimize bağlıyız; şu anda yaşayan bizler—kader isterse bir gün sokakta karşılaşacak ya da karşılaşmayacak, bir akşam otobüs durağında yan yana oturacak ya da oturmayacak olan bizler. Aynı zamanlardan geçtik, aynı hikâyeleri dinledik, aynı haberleri gördük, benzer düşünceler taşıdık, aynı deneyimleri yaşadık. Birbirimizin hayatlarına örülmüş durumdayız ve bu dokuda—ki görünmezdir, tıpkı parçacıklar arasındaki kuvvet alanı gibi—anlam yaratılır; doğanın anlamı da orada doğar. Bu, aklımda yer etti. İçimde yer etti.

O hâlde tek yapmam gereken, dünyayı algılama biçimimi değiştirmekti. Tek sorun, düşüncelerin bir zamanlar dünyanın nasıl göründüğünü şekillendirmiş olan derin katmana ulaşamamasıydı; ve diyelim ki her şeye rağmen oraya ulaşsalar bile, yalnızca kendilerini değiştirecek kadar hafif ve geçici olurlardı. Dünyayı farklı görmek istememin, okumamın asıl nedeni olduğunu biliyordum — aradığım tek şey buydu. Yazmamın nedeni de aynıydı. Ama bazı duygular o kadar kendiliğinden ve barizdi ki, onları birer duygu olarak bile görmüyordum. Örneğin Doksanlı yıllarda edebiyat, sanat tarihi ve estetik okurken, okuduklarımın insan doğası, yaşam ve varoluşun gerçek dokusu hakkında olduğuna tümüyle inanıyordum. O sırada doğa bilimleri bölümündeki “zavallı ruhlar” ise, ölü madde ve sayılarla uğraşan faydacı insanlardı benim gözümde.

O zamanlar edebiyat kuramı büyük ölçüde yapısalcılık, post-yapısalcılık ve yapıbozumculuk üzerineydi. Çoğu zaman bu, metinlerin çevrelerindeki dünyayla —yazar dahil— tüm bağlarının koparılmış, izole nesneler olarak ele alınmaları anlamına geliyordu. Bunlar bir tür kapalı gösterge sistemiydi; anlam, işaretlerin birbirine göre farklılıklarından doğardı, metin dışı gerçekliğe göndermelerinden değil. Ve bu harikaydı. Gösteren ve gösterilen, gösterme ve anlamlandırma, fenotekst ve jenotekst, denotasyon ve konotasyon! Ama önümüzde eğilip incelediğimiz şey işaretlerdi; ilişki kurduğumuz şey işaretlerdi. Yaptığımız iş temelde bir tür şifreleme ve çözümleme hâline gelmişti. Oysa doğa bilimleri bölümündeki o “zavallı ruhlar” denizde, ormanda ya da tarladaydılar — biyotoplar ve ekosistemler, kan ve sinir sistemi, galaksiler ve çiçekli çayırlar hakkında bilgi ediniyorlardı. Bedenleri kesip açıyor, makineleri programlıyor, beyinleri tarıyor, rüyaları ve ağaçların mantarlarla kurduğu simbiyozu araştırıyorlardı. Doğaya yaklaşımları indirgemeci olabilirdi ama en azından doğaya bakıyorlardı. Ben bunu o zaman nasıl fark etmedim? Nasıl oldu da doğayla, insan doğasıyla temasta olan kişi olduğuma inanarak, aslında yalnızca işaretlerle ve soyutlamalarla uğraşıp durdum?

“Efendiyle kölenin hesaplaştığı yerin adı anılıyor mu hiç?” diye soruyor Fransız filozof Michel Serres, Doğal Sözleşme adlı kitabında. Beşeri bilimler okurken bana öğretilmeyen türden bir soruydu bu. Fiziksel çevrem hiç ilgimi çekmiyordu; insanın parçası olduğu fiziksel doğa hiç tartışma konusu olmamıştı.

“Kültürümüz dünyadan iğrenir,” diye yazmıştı Serres.

Bilim kitapları okumazdım. Neden okuyamadığımı bilmiyordum ama okuyamazdım. Felsefe, evet. Sosyoloji, evet. Tarih, anılar, biyografiler, evet. Biyoloji mi? Fizik? Astronomi? Hayır.

Tüm bunlar ancak kırklı yaşlarımda değişti, hayatla edebiyat arasındaki duvarları yıkmaya çalışan bir projeye başladığımda. Yavaş yavaş fark ettim ki beni ilgilendiren şey edebiyat değil, dünyaydı; burada geçen hayat, varoluştu — ve edebiyat bununla ilgili yollardan sadece biriydi. İkisini birbirine karıştırmıştım.

Birkaç yıl sonra, kendimi Arnavutluk’ta bir ameliyathanede, üzerinde önlük, maske ve cerrahi bone, bir mikroskoptan canlı bir beynin içine bakarken buldum. Orada, hem cerrah hem yazar olan İngiliz Henry Marsh hakkında yazmak için bulunuyordum. Ekibi, genç bir kadının kafatasında büyükçe, yuvarlak bir delik açmıştı bir gün önce. Şimdi, kapağını bir tencere kapağı gibi kaldırdılar ve beyin zarlarındaki dikişleri çıkardılar; böylece Marsh işe başlayabildi. Tümörü buldu ve küçük, vakum benzeri bir aletle çıkarmaya başladı. Tümör, görme merkezinde bulunuyordu ve hastanın olmayan şeyler görmesine neden oluyordu. Yanmakta olan bir bahçe görmüştü kadın — onun için gerçeğin ta kendisiydi, ama başkaları için yoktu. Bir akşam televizyon seyrederken, altyazıdaki harflerin ekrandan ayrılıp odanın içine süzüldüğünü anlatmıştı bana. Hava harflerle dolmuştu.

Tümör hassas bir bölgede yer alıyordu ve çevresindeki beyin dokusuyla neredeyse aynı renkteydi, bu yüzden kadın ameliyat boyunca uyanıktı. Marsh tümörü parça parça emerken, bir nörolog da düzenli aralıklarla ona küçük görevler veriyor, böylece Marsh’ın hayati hücreleri almadığından emin oluyordu.

O gün mikroskopta gördüklerimi asla unutamayacağım. Dağlar ve vadiler gördüm, kan nehirleri gördüm. Kırmızı nehrin üzerinden aktığı beyaz, buzullaşmış bir oluşum gördüm: tümör. Mağaralar ve kanyonlar, çukurlar ve yarıklar gördüm. Sanki uzayın derinliklerindeki başka bir gezegenin manzarasına bakıyor gibiydim—aynı anda hem tanıdık hem de yabancıydı.

Bu manzaranın içinde, onun tüm düşüncelerinin bulunduğunu kavramam mümkün değildi. Tüm hayalleri, sorunları, ilişkileri, bildiği her şey, okulda öğrendikleri… Çarpım tablosu… Çarpım tablosu o et yığınının içinde bir yerde miydi?

Doğrulup bedenim yeniden içinde bulunduğu, boyutlarına uygun odaya döndüğünde—yanıp sönen ve vızıldayan makinelerle dolu o odaya—başım döndü, sanki bir uçurumun kenarında durmuşum gibiydim.

Dışarıda, Tiran sokakları geç yaz güneşinin ağır ışığıyla yıkanıyordu. Gördüğüm her şey daha yoğun, daha belirgindi. Her şey fizikseldi. Çimen, düşünceler, kan, güneş, ruh. Hatta gizemin kendisi bile fizikseldi. Hristiyanlığın özü de bu değil miydi zaten? Tanrı’nın et ve kemikten olması?

Dünyanın maddeselliğine dair o hissi o günden beri hiç bırakmadım. Onun dünyada ilk kez belirdiği anları seviyorum, tıpkı M.Ö. beşinci yüzyılda yaşamış presokratik filozof Empedokles’in Doğa Üzerine adlı eserindeki şu muhteşem pasajda olduğu gibi:

Böylece her hayvan nefes alır ve verir; hepsinde
Etin içinde kanı olmayan borular vardır,
Vücutlarının yüzeyine kadar uzanır bu borular,
Uçlarında etin son noktaları
Sayısız yarıklarla delik deşiktir,
Böylece kan örtülür ama
Aether için kolay bir yol açılır bu kanallarda.
Sonra, yumuşak kan geri çekildiğinde
Fırtınalı aether kabaran bir dalgayla içeri dolar,
Ama kan yukarı sıçradığında, hayvan tekrar nefes verir;
Tıpkı bir kız çocuğunun
Parlak bronzdan yapılmış bir su saatiyle oynadığı zaman gibi…

İlk doğa bilimi işte böyle görünüyordu—bir ayağı eski, tanrılarla yoğrulmuş dünyada, Homeros’un İlyada ve Odysseia’da kullandığı arkaik ayakta ifade ediliyordu; diğer ayağı ise, yeni doğmakta olan dünyada—ilk kez kullanılan ya da henüz tanıdık olmayan bir kavrayışla: bir olgunun açıklaması doğrudan o olgunun kendisinde aranabilirdi. Ama erken dönem filozoflar görünür dünyanın ardındaki görünmeyen, değişmeyen gerçeklik düşüncesinden tümüyle vazgeçmemişlerdi; ona yalnızca yeni bir biçim vermişlerdi—bu kez sayılar olarak geri dönmüştü. “Her şey—en azından bildiğimiz her şey—sayılar içerir; çünkü hiçbir şey sayılar olmadan düşünülemez ya da bilinemaz,” diye yazmıştı Philolaus. Bağlı olduğu Pisagorcular, gerçekliğin temelde matematiksel olduğuna inanıyorlardı. Ama bu akılcı yaklaşımın içinde başka bir tını da vardı, çünkü Pisagorcular için sayılar yalnızca saf matematiksel varlıklar değil, aynı zamanda mistik özellikler de taşıyordu.

Benim için her şeyin dönüm noktasına geldiği yer tam burasıydı: maddesel beynin maddesel olmayan düşünceler ve imgeler yaratmaya başladığı an — ve bunun tersi, bilgisayarın soyut sayıları somut eylemlere dönüştürdüğü an. Bu, işaretlerin gerçekliğe, gerçekliğin de işaretlere dönüştüğü bir tür kesişim noktası gibiydi.

Bunu kavramaya çalışırken bir sabah trene binip Bilim Müzesi’ne gittim; bilgisayarın öncüsü sayılan Difference Engine No. 2’yi görmek istiyordum. Aklımda şöyle bir fikir vardı: cihazlar ne kadar kaba olursa, ilkeleri o kadar kolay anlaşılır olur. İkinci katta, etrafımda bağırışan okul çocukları arasında, Dickens dönemine ait, iki metreden uzun, üç buçuk ton ağırlığında bir makinenin önünde durdum. Charles Babbage tarafından 1840’larda tasarlanmıştı ve düzenli dizilmiş sayısız blok, silindir, disk, dişli ve kol mekanizmasından oluşuyordu; hepsi parıldayan metaldendi. İlk bakışta 19. yüzyıldan kalma başka makineler gibi görünüyordu. Ama bir süre baktıktan sonra fark ettim ki, diğer makinelerin aksine bunun ne işe yaradığını söylemek imkânsızdı. Sanki içine hammadde girip bir ürün çıkmıyordu — kağıt hamuru, pamuk ya da mürekkep gibi. Ya da belki giriyordu, ama hem hammadde hem de ürün görünmezdi. Operatör bir uçtan kolu çevirir, hareket tüm makinede iletilir, parçaları teker teker harekete geçirirdi; sonunda diğer uçtan bir dizi sayı basılırdı. Yani belki şöyle denebilirdi: bu makine sayılar üretiyordu. Ama bu sayılar neydi? Gerçekte var olmayan şeylerdi, değil mi?

Tarih boyunca matematiğin doğanın dili olduğu söylenegelmiştir ama ben, matematiksel dil ile fiziksel dünyanın yasaları arasındaki ilişki kadar basit bir şeyi bile kavrayamıyordum. Sayılar soyutsa ve matematik temel aksiyomlardan türetilmiş kapalı bir sistemse, o zaman nasıl olur da tamamen soyut olmayan doğa olaylarını betimleyebilir, hatta en karmaşıklarını bile hesaplayabilir?

Beni içten içe kemiren şey şu oldu: bu soruların yanıtı vardı. Pek çok insan bunları anlıyordu; sadece tanıdığım hiç kimse bunları bilmiyordu — arkadaş çevrem edebiyat ve sanatla ilgilenen kişilerden oluşuyordu. Hiçbiri matematiğin aslında ne olduğunu açıklayamıyordu. Kitaplarda ve internette bulduklarımı da anlayamıyordum. Bu, bir tür okuma-yazma bilmezlikti. Temelleri bana açıklayabilecek birini bulmam gerekiyordu.

Okuduğum tüm kitaplar arasında biri öne çıktı. İsmi Ways of Being (Varlık Biçimleri), yazarı ise İngiliz yazar ve sanatçı James Bridle. Kitap, insan dışı zekânın farklı biçimlerini ele alıyor. Çıkış noktası şu: yeni akıllı makineler hiçbir şekilde nötr değil, belirli bir ortamda, belirli koşullar altında yaratıldılar ve bunu da yansıtıyorlar — Bridle, bu zekâyı “kurumsal zekâ” (corporate intelligence) olarak tanımlıyor. “Ahtapotlara, mantarlara ya da ormanlara daha çok benzeyen yapay zekâlar ve makineler inşa etmek ne anlama gelirdi?” diye yazıyor Bridle ve başka bilgisayar türlerine de değiniyor: organik olanlara, yengeçlerden, arılardan, güvercinlerden, termitlerden ya da sudan yapılmış bilgisayarlara. Yengeçlerden yapılmış bilgisayarlar!

Okuduğum kadarıyla Stafford Beer adında biri — United Steel’de yönetim danışmanıymış — 1950’li ve 60’lı yıllarda öngörülemezliğe karşı bir çözüm aramış. Makineler yalnızca önceden programlanmış senaryolarla değil, yeni durumlara da uyum sağlayabilmeliydi. Fareler, karıncalar, arılar üzerinde düşünsel deneyler yürütmüş, ayrıca gerçek fiziksel deneylerde bilgisayarlarla canlıları bir araya getirmiş. Su dolu bir tank inşa etmiş, yakındaki göllerden aldığı suyu kullanmış ve bu canlıların tepki vereceği ışık sinyalleriyle deneyler yapmış. Bridle’a göre: “Beer’ın fikri şuydu: bu iki sistem — gölet ve fabrika — bir şekilde ilişkilendirilebilirse, birindeki değişiklik öbüründe de değişikliğe yol açabilirdi.”

Bu inanılmaz derecede etkileyiciydi. Teknolojiyi doğanın içine çekiyor, oradaki olgular kadar somut hale getiriyordu; ve hâlâ gizemli olsa da, bu gizem tıpkı hayvanlar ve bitkiler gibi doğal bir gizemdi.

Bridle’a bir e-posta gönderdim ve röportaj talep ettim. İngiltere’de yaşıyordur diye düşünmüştüm ama meğer Atina açıklarındaki bir adada yaşıyorlarmış ve yakın zamanda Londra’ya gelmeyi planlamıyorlarmış.

Birkaç hafta sonra, bir sabah erken saatlerde, bir feribottan inen yolcu kalabalığını takip ederek Bridle’ı arıyordum. Rıhtımın sonunda küçük kasabaya doğru açılan feribotun burnundan arabalar çıkıyor, insanlar sarılıyor, valizlerini çekerek kıyıdaki binalara yöneliyorlardı. Hava tuzlu su ve egzoz kokuyordu, feribot motorlarının uğultusu rıhtıma çarpıyordu. Bridle, limanda turuncu bir tişörtle karşılayacağını mesajla bildirmişti; şimdi birinin beton bloğun üzerinden doğrulduğunu gördüm — şort, güneş gözlüğü ve beyzbol şapkası giymişti. Oldukça uzun boyluydu ve bana doğru yürürkenki hareketleri ince, çocukça bir enerji taşıyordu.

“James?” dedim.

“Merhaba,” dedi.

El sıkıştık, James beni tozlu, altın renginde eski bir Honda’ya götürdü.

“Dağa çıkalım dedim,” dedi James arabaya binerken. “Adı Hellanion Dağı. Ama yerel halk sadece ‘Óros’ der, yani ‘dağ’. Bu da birçok yerde dağın adı ‘Óros Dağı’ olarak geçmesine yol açıyor — yani ‘Dağ Dağı’. Ha ha!”

Yol, yelkenli ve balıkçı tekneleriyle dolu limanla, çerçeveleri ve panjurları canlı yeşil, kırmızı, mavi, mor ve sarıya boyanmış beyaz ve sarı evlerden oluşan bir duvar arasında uzanıyordu. Ara sıra dar sokaklar kasabanın kalbine doğru kıvrılıyordu; kasaba hayatla titreşiyordu adeta. Kısa süre sonra bu sokaklardan birine döndük ve biraz daha yukarı çıktık; evler burada daha seyrek yerleşmişti.

Ne zamandır burada yaşadığını sordum; James ailesinin eskiden Atina’da yaşadığını ama pandemi sırasında buradaki bazı arkadaşlarını ziyarete geldikten sonra taşınmaya karar verdiklerini anlattı.

“Buradan biraz önce geçtik, dönüşte gösteririm. Şurası dağ, bu arada.”

James, önümüzde dik bir şekilde yükselen koni biçimli bir dağı işaret etti. Çok geçmeden çakıl bir yola saptık ve arabayı park ettik. Çekirgelerin cıvıltısı dışında tam bir sessizlik hâkimdi. James sırt çantasından güneş kremi çıkardı, biraz sürdü, sonra bana uzattı, ben de aynısını yaptım.

James’in enerjisi dost canlısıydı ama aynı zamanda mesafeli bir yönü de vardı; bazen iki kişi birbirine tam güvenemediğinde olan türden bir çekingenlik.

Kısa süre sonra patikaya vurduk; James önde gidiyordu. Sık sık duruyordu; bazen örümcek ağına takılmış dev bir örümcek, bazen tepemizde süzülen bir kuş, bazen aşağıdan gelen keçi çanlarının tınısı ilgisini çekiyordu. Bazen de eğilip gösterdiği gibi, rengi parlayan ama kafası kısmen kopmuş, yarasının kenarları kanla çevrili, küçük sineklerle kaplı ölü bir kertenkele.

“Peki, benimle ne konuşmak istiyordun?” dedi James, patika dönerken arkasını bana dönmüş şekilde.

Zamanlaması yerinde bir soruydu. Sonuçta James bana tüm gününü ayırmıştı. Ve bu, önemsiz bir şey olamazdı, çünkü yalnızca bu konuşma için ta Londra’dan gelmiştim. Ama gerçek şu ki, hâlâ tam olarak ne olduğunu çözememiştim.

“Tam olarak emin değilim,” dedim tereddütle. “Ama fark ettim ki bilgisayar teknolojisi hakkında hiçbir şey bilmiyorum; tamamen cahilim, oysa hayatımın büyük bir parçası. Bu konuda biraz okumaya başladım, senin kitaplarını da okudum. Dünyada var olan başka zekâlar, başka düşünme biçimleri fikri gerçekten hoşuma gitti. Yengeç bilgisayarları ve su bilgisayarları hakkında yazdıkların… daha önce hiç duymamıştım. Yani… bilmiyorum işte…”

“Anlıyorum,” dedi James.

Belki yirmi metre kadar önümüzde, bir çıkıntının üzerinde küçücük bir şapel vardı. Yanında, dağın yamacının altına yerleşmiş küçük taş bir havuz gördüm; suyla doluydu. Oturduk. James bana şişeden su uzattı, ben de bir yudum aldım. Tam anlamıyla sessizlik hâkimdi.

“Antik çağda burada bir tapınak varmış,” dedi James. “Zeus Hellanios’a adanmış. Dağın tamamı ona ait. Ana tapınak buradaymış; dağın tepesindeyse kurban törenlerinin yapıldığı daha küçük bir alan varmış.”

“Burası kutsal bir yer gibi hissediliyor,” dedim. Sert taşların içindeki berrak su, içinden parlayan açık kahverengi tonlar, üzerimizde yükselen dağ, altımızda uzanan vadi, sessizlik. Güneş ışığının deniz üstünde parıltılarla titreşmesi…

“Evet,” dedi James.

“Sence burası bir kaynak olduğu için mi buraya inşa edilmiş?”

James başını salladı.

“Bu bir kaynak değil. Sarnıç. Onlara burada ‘souvala’ diyorlar. Bu bölgede bir sürü var. Çobanlar yapmış, kim bilir ne kadar zaman önce. Hâlâ da kullanılıyorlar.”

Yürümeye devam ederken James, burada bulunan ve üç bin yıldan daha eski olan arkeolojik kalıntılardan bahsetti—Miken dönemine aitmiş. Yani Homeros’un tarif ettiği çağ: insan kaderinin ve nesnelerin özelliklerinin görünmez ilahi güçlerin varlığıyla açıklanabildiği zamanlar.

Zirvedeki düzlüğe vardık; iki yanı büyük brandalarla kapatılmış küçük beyaz bir bina gördük. Orada kazı yapıldığını söyledi James. Ne çit vardı ne de bariyer; sanki orada bulunanların hiçbir değeri yokmuş gibi. Ya da belki de, diğer her şey kadar değerliymiş gibi.

Binanın arkasındaki duvara yaslanarak oturduk. Manzara muazzamdı. Beyaz dağ yamaçlarıyla kaplı yeşil adalar, hareketsiz şekilde masmavi denizin içinde duruyordu; güneş ışığının yansımalarıyla deniz sanki titriyordu. James şişeyi bana uzattı ve birkaç hafta önce Eleusis’e gittiklerinden ve oradaki kazıları gördüklerinden bahsetti.

“Orada bir tür Orfik tarikat vardı, değil mi?” dedim.

“Hayır, tam olarak öyle değil. Temelde, iki bin yıl süren bir tarikatmış; doğa-mitolojisine (eco-mystery) adanmış. Ölümle yüzleşmeyi, yeryüzüyle kurulan ilişki üzerinden ele alıyorlardı—evren döngüler etrafında kurulu olduğuna göre ölüm diye bir şey yoktur; sadece yaşamın çeşitli biçimlerde sonsuz tekrarından ibarettir ve korkulacak bir şey değildir. Bu anlayış, inisiyasyon ve gizem yoluyla, insanları yeniden doğayla bağlayan öğretilerle kavranıyordu. Aslında tamamen şehir insanlarına yönelikti, Atina’da yaşayanlara. Mesele yeryüzünü ve döngüleri anlamak, ve bu döngülere karşı sorumluluğu fark etmekti.”

“Anlıyorum,” dedim.

“Önemli olan şey,” dedi James gülerek, “bu bir bilgi aktarma deneyimi değil, bir deneyim yaşama deneyimiydi. Ha ha!”

“Ders kitapları da yoktu.”

“Hayır. Gerçekten soyut olarak öğrenebileceğiniz hiçbir şey yok. Yapabileceğiniz tek şey, onu yaşamak ve kendin yapmaktır. Yapmalısın, yaşamalısın, başına gelmeli. Bedensel, fiziksel olarak—çünkü sen dünyanın bir parçasısın. Dünya berbat durumda çünkü biz berbat durumdayız. Kendimizi iyileştirmek, dünyayı iyileştirmenin bir parçasıdır.”

Üzerimizdeki hava denizinin içinden bir yırtıcı kuş süzülerek geçti. Dönüp tekrar süzüldü, sonra gözden kayboldu. Yukarıda rüzgâr vardı, ama güneş kavuruyordu ve altımızdaki engin manzarayı aydınlatıyordu.

James, yeni evlerini kendi başlarına inşa edeceklerini söyledi. Hâlihazırda ailesiyle yaşadıkları eklenti yapıyı da kendileri inşa etmişlerdi ve bundan büyük keyif almışlardı.

“Sanıldığından daha kolay,” dedi. “Walter Segal’ı duydun mu hiç?”

“Hayır. Kim o?”

“Alman’dı. Sıradan insanlar için bir tür ev yapma kılavuzu yazmıştı. Seksenlerde Londra’daki Lewisham’da ilginç bir projeye öncülük etti. İnsanlara kendi evlerini inşa etmeleri karşılığında arsa verildi. Hiçbirinin inşaatla ilgili bir deneyimi yoktu. Akşamları ve hafta sonları yapıyorlardı. O evler hâlâ ayakta.”

Bu kadar basit olamaz, diye düşündüm içimden. Hayatım boyunca yaptığım en karmaşık şey, on iki yaşımdayken ahşap atölyesinde yaptığım sallantılı bir şarap rafıydı.

“Peki, dönelim mi artık?” dedi James ayağa kalkarak. Farklı bir yoldan indik ve kısa sürede geniş taş bir yola vardık; onu takip ederek arabaya ulaştık. James, kasabadan ekmek ve sebze almış olan ailesini aldı, sonra evlerine döndük ve gölgeli verandada öğle yemeği yedik.

Yemekten sonra, röportajımızı yapmak üzere arazideki eğri büğrü tuğla binaya geçtik. James kahve yaptı, bir sürahiye su doldurdu ve hepsini geniş, sağlam bir ahşap masaya getirdi. Denizden gelen hafif bir meltem esti; üzerimizdeki ağacın yaprakları hışırdadı; birkaç kuş öttü; bunun dışında tam bir sessizlik hâkimdi ve hava kavurucu sıcaktı.

Telefonumdaki kayıt cihazını açtım ve aramızdaki masaya koydum.

“Dediğim gibi, teknoloji konusunda hayatım boyunca tamamen cahildim,” dedim. “Son zamanlarda ilgi duymaya başladım ama hâlâ anlamıyorum. Gerçekten anlamıyorum. Kitabın… beni çok etkiledi. Bu yüzden sana sormam gerektiğini düşündüm. Bilgisayar dediğimiz şey aslında nedir?”

“Bilgisayar nedir?” dedi James, hafifçe şaşırmış gibi.

Yüzümün ısındığını hissettim. Sanki bir yazara ‘Kitap nedir?’ ya da bir yönetmene ‘Filmler ne işe yarar?’ diye soruyordum. “Yani,” dedim, “en temelinden başlayalım. Hesaplama dediğimiz şeyi artık o kadar kanıksadık ki… ama iki yüz yıl geriye gidip de bugün neler yapabildiğimize baksaydık, bu bir mucize gibi görünürdü. Gerçekte nedir bu?”

“Sadece saymaktır,” dedi James. “Pratik matematik. Dünyanın temsillerini oluşturmak için sembollerle işlem yapmak ve ardından bu temsilleri değiştirmek üzere belirli işlemleri gerçekleştirmek. Bilgisayar kullanımına dair hep verdiğim örnek hava tahminleridir. Bir şeyin temsilini alırsın—örneğin, Avrupa’daki farklı şehirlerde bir gün boyunca ölçülen tüm sıcaklıklar—ve sonra onlar üzerinde bir tür işlem yaparsın, onları belirli bir şekilde anlamak ya da geleceğe dönük projeksiyon yapmak için. Bilgi işlemek ve onu belirli bir amaç doğrultusunda başka bir şeye dönüştürmekle ilgilidir. Bir şeyi öngörmek ya da analiz etmek için. Dünyayı anlamaya yönelik bir sistemdir. Kesinlikle bir gizem falan değildir!”

“Evet, anlıyorum,” dedim. “Ama eğer sistemin dışındaysan, o zaman…”

“İşte o da, bence hem bilinçli hem bilinçsiz olarak yapılmış bir şey. Bilerek yapılan bir şey bu. Bu işin ticaretini yapanlar tarafından: kendilerini güçlü göstermek, kurumsal sırları korumak, yaptıkları işe yüksek ücret talep edebilmek için, vesaire. Aynı zamanda, eğitim sistemi de bize bu şeyleri anlayabileceğimiz düşünme yollarını öğretmiyor. Ama aslında, herkes için fazlasıyla erişilebilir bir şey bu. Tıpkı burada oturup bu masayı nasıl yapacağımız hakkında karmaşık bir tartışma yürütüyor olmamız gibi. Oysa birlikte bir masa inşa etmek çok daha kolay olurdu.”

“Kitabında en ilginç bulduğum konulardan biri organik bilgisayarlar. Yengeçlerden, karıncalardan ve sudan yapılmış bilgisayarlar. Belki de en dikkat çekici olan, Stafford Beer hakkında yazdıkların. O aslında kimdi?”

“Ellili ve altmışlı yıllarda yaşamış bir çevrenin parçasıydı—yani, bilgisayar kavramının ne olduğu ve ne olabileceği fikrinin henüz çok yeni olduğu, birçok farklı yöne evrildiği bir dönemde. Bu insanlar, sinirbilim, psikoloji—özellikle davranışçılık—ve sibernetik gibi alanların birbirine geçtiği yerlerde çalışıyorlardı. Yani, evet, Beer doğadaki sistemleri, bilgisayarlarının gerçek dünyaya bir şekilde tepki verebilmesini sağlayacak biçimlerde kullanmaya çalıştığı tuhaf deneyler yaptı. Dijital bilgisayarlar esasen dünyayla bağlantısızdır; tamamen onun soyutlaması üzerinde çalışırlar. Onlara dünyanın fotoğrafları beslenir. Bu, bir kutunun içinde yaşayan birinin dünyayı yalnızca onun fotoğraflarından tanıması gibidir. Bu, iki temelden farklı şeydir. Manipüle edilmesi inanılmaz kolaydır, ayrıca son derece indirgemecidir. Dolayısıyla çıktısı da indirgenmiş bir dünya olur. Bilgisayarlar bazı görevler için harikadır, ama kültürel egemenlikleri tamamen yanlış yönlendirilmiştir. Onlar büyüleyici, dahice ve son derece güçlü araçlardır. Ve sonsuz biçimde ilgi çekicidirler. Ama büyük güç ve kültürel sistemlere entegre edildiklerinde, o zaman tuhaf şeyler olur. Ve bunun yol açtığı şiddet gerçekten dehşet vericidir.”

“Bir çıkış yolu görüyor musun?”

“Yani… dünyayı kurtarma işinde değilim elbette, ama daha çok insan bu şeyleri yapma sürecine dahil olsaydı, dünya kesinlikle daha ilginç ve daha iyi bir yer olurdu. Temel mesele bu: Daha fazla yazılım, daha fazla bina, daha fazla sosyal alan ve her şey daha çok insan tarafından tasarlansaydı, elbette ortaya daha ilginç ve daha iyi bir dünya çıkardı! Bu çok bariz bir çözüm. Ama bunun neden böyle olmadığını açıklayan bazı sebepler var. Stafford Beer’in en ünlü ve dahiyane sözlerinden biri ‘POSIWID’dir—yani ‘The purpose of the system is what it does’ (bir sistemin amacı, onun yaptıklarıdır). Bu, sibernetiğin bir tür özdeyişidir. Ve sistemleri teşhis etmek için çok yararlıdır. ‘A, bizde demokratik bir sistem var, bir eğitim sistemimiz var,’ demek yerine, şunu dersin: ‘Sistemin amacı, onun yaptıklarıdır.’ Ve toplumumuzun ortaya çıkardığı şey nedir? Eksik eğitimli insanlar, ya da yalnızca belirli görevleri yerine getirecek kadar eğitimli insanlar—iyi bir eğitim almanın yolu, yüksek ekonomik değeri olan bir şey çalışmaktır. Bunun dışında kalanlar için hayat oldukça zor. Sistemin amacı, mevcut güç dinamiklerini tekrar tekrar yeniden üretmektir. Sistem bunu yapar. Toplumun, teknolojinin nasıl çalıştığını sana öğretmeye zerre ilgisi yoktur. Çünkü o zaman kendi teknolojini üretirsin, farklı bir teknoloji yaparsın, ekonomik güç dengesini bozarsın, vesaire. Ama bu yapılabilir, insanlar bunu sürekli yapıyor. Sen de yapabilirsin.”

“Sen yapıyor musun?”

“İlk kitabım New Dark Age’i yazdıktan sonra oldukça depresyona girdim. O sırada fark ettiğimden daha fazla, muhtemelen. Bu depresyondan çıkmamın yollarından biri bir şeyler üretmek oldu. Küçük bir minibüs aldık ve onu bir kamp aracına dönüştürdüm. Tavanına güneş panelleri koymak istedim, bu yüzden bunu nasıl yapacağımı öğrenmem gerekti. Ve bu, beni iklim depresyonundan çıkaran sürecin çok somut başlangıcıydı. ‘Güneş oyuncakları’ dediğim bir sürü şey yapmaya başladım: inanılmaz basit yenilenebilir enerji cihazları. Bir kutu inşa ediyorsun. İçini siyaha boyuyorsun. Üzerine cam bir plaka koyuyorsun. Bir güneş fırının oluyor. Onu güneşe doğru çevirirsen yemek pişirebilirsin. Hafif metal borular yerleştiriyorsun içine, üst ve alt kısmına birer delik açıyorsun. Bunu güneşe koyduğunda—kışın ortasında bile—soğuk hava alttan giriyor, sıcak hava üstten çıkıyor. Bir ısıtıcı yapmış oluyorsun. Rüzgar türbinleri inşa edebilirsin. Ben birkaç tane yaptım. Bir tanesi telefonumu şarj ediyor. Ha ha! Ama mesele tam olarak bu değil tabii; bu tür şeyleri çok daha ilginç şeyler için kullanabilirsin. Bu tür şeyleri inşa etmek beni geleceğe dair felç olmuş bir konumdan başka bir yere taşıdı. Bu, tüm bu şeylerin bizi kurtaracağı anlamına gelmiyor tabii!”

“Anlıyorum.”

“Ama daha önce sahip olmadığım bir tür yanıt verme kapasitesi geliştirdim. Eskiden benim için teknoloji büyük, korkutucu ve endişe vericiydi, ve Batı dünyasının şu anki en büyük sorunlarından biri de, kimsenin gerçekten anlamadığı ve herkesin temelde düşünmekten kaçındığı çok büyük, karmaşık sistemler içinde yaşıyor olmamızdı. Bu durum başlı başına insanı mahvediyor. Yıllardır insanlara bununla ilgili eğitim veriyorum—mesela yarım günlük programlama seminerleri düzenliyorum ya da internetin fiziksel yapısı üzerine küçük turlar yapıyorum. Bu seminerler o sistemi somutlaştırıyor, görünür kılıyor, insanların tutunabileceği kulplar takıyor o büyük yapıya; böylece artık varoluşsal düzeyde korkutucu olmaktan çıkıyor. Bu yaptığımda, insanların üzerinden kalkan yük inanılmaz. Hayatlarına etkide bulunan, tamamen bilinmez bir güç olmaktan çıkıyor bu şey; onun kenarlarını görebilecekleri ve biraz daha kavrayabilecekleri bir şeye dönüşüyor. Ben buna ‘teknolojik okuryazarlık’ diyorum. Benim için kod yazmayı öğrenmek bu hissi sağladı. Karmaşık sistemler karşısında bir tür yeterlik duygusu. Bu, bize hiç öğretilmeyen bir şey—genel problem çözme, merak duygusu ya da nasıl öğrenileceği. O yüzden güneş enerjisiyle çalışan oyuncaklarım bir aydınlanmaydı: marangozlukla da tam olarak aynı şeyi yapabiliyorsun.”

Kahvelerimizi çoktan bitirmiştik, ben bardaklara biraz su koydum. James dirseklerini masaya dayamış, ellerini birbirine kenetlemişti. Arkamızdaki eğimli tuğla binanın duvarı bembeyaz parlıyordu ve rüzgar yaprakların arasından geçtikçe masa üzerinde gölgeler dans ediyordu. Kuşlar ötüyordu.

Dedim ki: “Senin de söylediğin gibi, fiziksel dünyayı hesaplayamazsın. Sanırım kitaplarını bu kadar etkileyici bulmamın sebebi de bu: fiziksel dünya ile bilgisayarların soyut doğasının o karışımı. Kişisel bir şey bu. Hayatımda bir şey eksikmiş gibi hissediyorum. Sanki soyut bir gerçeklikte yaşıyormuşum gibi.”

“Her seferinde dünyayla bağlantın olmadığında, bir eksiklik hissedersin: bir şey kaybolmuştur. Benim bu konuda yazmamın ve bu konunun beni büyülemesinin sebebi, kendim de bu sorunla gerçekten boğuşuyor olmam. Özellikle de, bunun sadece bir his olmasının ne ölçüde kabul edilebilir olduğu meselesiyle. Onu bilmemek. Onu kanıtlayamamak. Ona işaret edememek. Ben kendi kültürümün bir parçasıyım. Ve kültürüm bilimsel, akılcı; batıl inanç olarak gördüğü şeylere ya da dünyanın başka türlü bilgisine karşı bilinçli şekilde inşa edilmiş bir kültür. Kitabımda bu durumu çok iyi örnekleyen biri var: Ways of Being’de anlattığım bilim insanı Monica Gagliano. Bitki belleğiyle ilgili deneyler yapan kişi.”

“Evet.”

“Ve aynı zamanda bitkilerin ona bu deneyleri nasıl tasarlayacağını söylediği bir şamanik pratiği de var. Ben bu meseleyle çok zorlandım. Halbuki ben de o bitki ruhlarıyla konuştum. Onlar var. Onlarla karşılaştım. Hayatımın en korkutucu, en güçlü, en olağanüstü deneyimlerinden biriydi. Ama beynim sürekli bana bunun aslında yaşanmadığını söylemeye çalışıyor.”

“Bana o deneyimden bahseder misin?”

“Evet. Ayahuasca aldım—inanılmaz güçlü bir halüsinojen. Bunu alan çoğu insan… şeyle karşılaşır… tanrıçayla. Onun ardındaki ruhla. Ve oldukça korkutucudur. Ve evet, bana bir vizyon verdi. Bana pek çok şey verdi. Uzundu, çok zorluydu ve pek çok açıdan ürkütücüydü. Ama aynı zamanda hayatımın en güzel deneyimlerinden biriydi. Bu deneyim sırasında gördüğüm merkezi vizyon, bitkilerin insanlara yardım ettiği bir dünya vizyonuydu. Gerçekten büyüleyiciydi. Kelimenin tam anlamıyla, insanların içinde dolaştığı bir şehir gördüm ve bitkiler onlara yardım ediyordu. Birinin merdivenlerden çıktığını gördüm ve bir sarmaşık ona doğru uzanıyordu, etrafını sarıyordu. Ve gelen mesaj olağanüstü güçlüydü: ‘Biz buradayız, size yardım etmek istiyoruz.’ Bu mesajdı. Size yardım etmek istiyoruz. Peki ben bununla ne yapacağım? Yaşadığım şeyi açıklayabilmek için bilimsel makaleler mi okumalıyım? Bunu nasıl yazacağımı bilmiyorum. Hatta nasıl anlatacağımı bile bilmiyorum. Dil içinde ne kadar saçma durduğunu biliyorum! Değil mi? Ama bence her şeyin temel sorunlarından biri çok açık: İnsanlık büyük ölçüde dünyayla olan o ilişkiden uzaklaştı. Bu o kadar açık ki. Ama peki bununla nasıl başa çıkacağız? Bir yol, bildiğini sandığın her şeyin bir tür soyutlama olduğunun farkına varmaktır. Ben bilimsel yönteme, dünyayı anlama biçimi olarak hiçbir şekilde karşı değilim. Yeter ki onun sadece bir yol olduğunu hatırlayalım ve başka bir mercekten de görebilelim—işte o zaman dünyayla olan ilişki kökten değişiyor. Şu an söylemekte zorlandığım şey de bu.”

“Öyle mi?”

“Gerçekten birden fazla pozisyonu aynı anda taşımak. Bu çok ama çok zor. Ve beyin bunu pek sevmez. Ama sonunda seni yeniden dünyaya döndürüyor. Çünkü o şeyleri artık dünyanın kendisi olarak değil, dünyaya bakış mercekleri olarak görüyorsun. Ve aniden o merceklerin dışına düşüyorsun ve dünyanın içine giriyorsun. Bu, Eleusis gizemleri gibi. Orada ne olduğuna dair bir gizem yok aslında. Ama yaşanan şey dile dökülemez. Bu iki farklı şey. Şu an içinde bulunduğumuz umutsuz durumun sebebi, bilimin dile dökülemeyenin gerçek olduğuna inanmaması.”

Röportajdan sonra, James’in ailesiyle birlikte adanın öbür ucundaki bir plaja gittik. Güneş gökyüzünde batmaya başlamıştı, hava hâlâ ışıkla ağırdı. Deniz koyu maviydi, kum altın rengindeydi, yamaçtaki bitki örtüsü donuk bir yeşildi. Koyda dev bir yat demirlemişti—gövdesi gri, pencereleri siyahtı. Yüzerek açıldığımızda, James bana iklim krizi nedeniyle burada ortaya çıkan yeni balık türlerinden bahsetti. Balıklar Süveyş Kanalı’ndan geçmişti. Su sıcaktı, sahilden gelen sesler bir uğultu gibiydi. Günün sona erip gecenin görünmezce yaklaştığı bu zamanın, her zaman en ürpertici an olduğunu düşünmüşümdür.

Yaklaşık bir saat sonra feribotla Atina’ya geri döndüm, Akropolis’in hemen altındaki bir otelde uyudum—sarı projektör ışıklarının altında şehir üzerinde karanlıkta süzülüyormuş gibi görünüyordu. Ertesi sabah erkenden Londra’ya uçtum. O Yunan adasında gördüğüm ve işittiğim her şey, sonrasında zaman zaman yüzeye çıkmak üzere, yavaşça belleğin tortularına gömüldü. Sonbahar geçti, ardından kış geldi. Bu satırları yazarken, ilkbahar gelmiş durumda ve ekim ayında diktiğim soğanlar çiçek açtı; dışarıdaki çiçekliklerde her yerde duruyorlar.

Sayıların dili bize bir şeyin nasıl işlediğini söyleyebilir, ama onun ne olduğunu asla anlatamaz. Bu, ancak yaşanarak kavranabilir. Antik Eleusis tarikatında, inisiye olanlar karanlık bir odaya götürülür, burada bir girdap gibi üstlerine gelen izlenimlere maruz kalırlardı; ne gördükleri ne de bunun ne anlama geldiği kendilerine anlatılmazdı. Ama bu inisiyasyonun yalnızca ilk yarısıydı. İkinci yarı ertesi yıl gerçekleşirdi—geri döndüklerinde. Bu kez inisiyasyonu dışarıdan görürlerdi ve ancak o zaman, içeriden gelen bakış dışarıdan gelen bakışla tamamlandığında, inisiyasyon gerçekten tamamlanmış sayılırdı. Ne sonuç çıkardıkları, ne öğrendikleri ya da neyi anladıklarıysa tamamen onlara bağlıydı.

Ama dışarı diye bir yer kalmadığında, dünyaya dışarıdan nasıl bakılır? Benim sorum buydu. Dünya öngörülemezdi, ama bütün sistemlerimiz öngörülebilirlik üzerine kuruluydu ve bu da dünyayı kapatıyordu. James’in düşüncesi şu: Kendimizinkinden başka sayısız zeka biçimiyle çevriliyiz—ama onlardan kendimizi yalıttık. James’in organik bilgisayarlar ve teknolojik sistemlere rastlantısallık kazandırmaya çalışan deneylerle ilgilenmesinin nedeni, dünyayı yeniden açma arzusuydu. James’i bu kadar sevmemin nedenlerinden biri de, teknolojiyi dışlamayan bir düşünme biçimine sahip olmasıydı; onu düşman ilan etmeyen, tam tersine—en azından bana öyle geldi—onda umut gören bir düşünce. Başka nerede bulabilirdik ki bu umudu? Alman şair Hölderlin’in dediği gibi:
“Tehlikenin olduğu yerde, kurtarıcı güç de büyür.”

 

*Karl Ove Knausgaard, Benim Mücadelem (My Struggle) de dahil olmak üzere birçok kitabın yazarıdır. Bu deneme, John Templeton Vakfı tarafından desteklenen bir serinin parçasıdır.

İngilizceye çevirenler: Olivia Lasky, Damion Searls

Kaynak: https://harpers.org/archive/2025/06/the-reenchanted-world-karl-ove-knausgaard-digital-age/

SOSYAL MEDYA