Dünya, siyasal sistemlerden ekonomilere, kültürlerden toplumlara kadar tarihinin en büyük kırılma anlarından birini yaşıyor. Böylesine iç içe geçmiş ve derinleşmiş bir krizler zincirine tarihte daha önce tanık olunmamıştı. 2008 ekonomik kriziyle başlayan sarsıntılar, insanlığı küresel bir bunalımın pençesine sürükledi. 2008’e kadar her şeyin iyiye gittiğini düşünen insanlık, bir anda kendini sert bir küresel çalkantının içinde buldu. Umut bağlanan teknoloji ve yapay zekâdaki ilerlemelere rağmen, küresel salgınlar, toplumsal yozlaşma, savaş tehditleri ve ekonomik çöküşler, bir zamanların “aydınlık geleceği” hayalini kararttı. Bugün, dünya Rusya ile Avrupa arasında tırmanan gerilimle adeta nükleer savaşın eşiğinde duruyor.
Bu çalkantılı çağda, krizlerin tam ortasında, ideolojilerin enkazı altında ezilen insanlık, geçmişe nostaljik bir özlemle tutunanlar ile yeni dünyayı anlamlandıramamanın kaosunda kaybolanlar arasında bölünmüş durumda. Geçmişin reçeteleri, bugünün derin yaralarını sarmakta artık yetersiz kalıyor. Bugünün genç nesilleri ise, belirsizlik, travma, bunalım ve çaresizlik içinde ya kafelerin loş köşelerinde hayal âlemlerine dalıyor ya da sanal dünyaların labirentlerinde kayboluyor. Bilim, siyaset ve din, modern insanın ruhuna gereken tatmini sunmakta giderek daha da yetersiz hale geliyor. Uluslararası kurumlar ve sivil toplum kuruluşları da, Gazze’den Sudan’a uzanan trajediler karşısında sergiledikleri işlevsizlikle yalnızca umutsuzluğu derinleştirmekle kalmıyor, karamsarlığa adeta mühür vuruyor. İnsanlık, kaybettiği kimliğini ve “zamanın ruhu”nu yeniden bulabilmek için çareyi psikolojik destek merkezlerinin kapısında arar hale geldi.
Bir asır önce yarım kalan hesaplar, bugün yeniden masaya yatırılıyor. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından kurulan düzen, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD ve SSCB liderliğinde şekillendi; ancak SSCB’nin çöküşüyle dünya bir türlü istikrara kavuşamadı. Bugün insanlık, çok kutuplu bir dünya düzenine yönelerek yeni bir yol arayışına girmiş durumda. Geçtiğimiz yüzyılın dil, tarih, din ve kültür temelli birçok kavramı artık geçerliliğini yitirmiş görünüyor. Batı’nın 1848-1948 yılları arasında dünyaya sunduğu siyasi, tarihi, felsefi, ekonomik, toplumsal, psikolojik, sosyolojik ve bilimsel kavramlar, yeni kuşak Batılı aydınlar tarafından neredeyse tamamen sorgulanıyor ve yeniden tanımlanıyor.
Din ve bilim ilişkisi, çağdaş düşüncenin en önemli problemlerinden biriydi. İdeolojilerin yanı sıra pozitivizmin de değer kaybetmesiyle, kapsamlı bir dünya görüşü oluşturma çabası dinin yeniden dikkate alınmasını zorunlu hale getirdi. Aslında sosyal bilimlerin her alanında yaşanan dönüşüm, 1960’lardan itibaren kendini göstermeye başladı. Siyaset biliminden sosyolojiye kadar birçok alanda, özellikle teknolojik gelişmelerin etkisiyle köklü değişimler yaşandı. Modern bilim Newton fiziğinden kuantum mekaniğine geçerken, sosyal bilimler de Annales ve Frankfurt okulları gibi yaklaşımlarla derin bir dönüşümden geçti.
Modern Türkiye’nin kurucu Fikirleri
Modern Türkiye’yi inşa eden düşünce yapısı, gerçekte Fransız Devrimi sonrası, özellikle de 1848 sonrasında dünyayı saran fikir akımlarının etkisiyle doğdu. Batı’dan gelen bu fikirleri millî değerlerle harmanlayan Namık Kemal’den Şinasi’ye, Ziya Paşa’nın Rüyasından Ziya Gökalp’in “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” düşüncesine uzanan fikirler, Türkiye’nin kurucu entelektüel birikiminin temel taşları arasında yer aldı. Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin ilkeleri etrafında kenetlenen ve “Kuvayı Milliye Ruhu” ekseninde birleşen Milli Mücadele’nin yüksek ideallere sahip insanlarının kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk oldu. Millî Marşı ise bir İslamcı olan Mehmet Akif Ersoy tarafından yazıldı.
Yüzyıl önce Lozan’da dünyayı şekillendiren güçlerle bir anlaşmaya varan modern Türkiye’nin kurucuları, o dönemde üzerinde kısmen uzlaşılan veya dondurulan meselelerin yüzyıl sonra yeniden ülkenin siyasilerinin ve aydınlarının karşısına çıkacağını öngörmüşlerdi. Bugün, Birinci Dünya Savaşı sonrası yarım kalan hesapların tekrar dünya gündemine geldiği, fikir coğrafyasının tamamen değiştiği bu dönemde, Türkiye’nin dünya sahnesine söyleyecek önemli sözleri olduğunu biliyoruz.
Ziya Gökalp’in derin etkisi
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarına uzanan süreçte, Mustafa Kemal Atatürk, “Bedenimin babası Ali Rıza Efendi, hislerimin Namık Kemal, fikirlerimin Ziya Gökalp’tır” diyerek, Ziya Gökalp’in düşüncelerine verdiği önemi vurgulamıştı. Modern Türkiye’nin fikir babalarından olan Ziya Gökalp, Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak ve Türkçülüğün Esasları adlı eserlerinde bu üç temel düşünceyi, Fransız filozof Durkheim’in “solidarité/dayanışma” kavramıyla birleştirmiştir. Gökalp, bu kavramları şöyle somutlaştırıyordu:
“• Türkleşmek: Millî lisan ve edebiyatımızın geliştirilmesi ile millî tarihimizin öğrenilmesi,
- İslamlaşmak: Kur’an-ı Kerim, tecvit, ilmihal gibi dinî dersler ve İslam tarihinin yanı sıra İslam dillerinin öğretilmesi,
- Muasırlaşmak: Riyaziyat (matematik), tabiiyat (fen bilimleri) ve bu ilimleri öğrenmeyi sağlayacak yabancı dillerin genç nesillere kazandırılması.”
“Kuvayı Milliye Ruhu”nun, yani Kurucu Meclis’in inşa etmeyi hedeflediği yeni nesil, Ziya Gökalp’in fikirlerinde kendini bulmuştu. Bugün gelinen noktada, kabul edilse de edilmese de Ziya Gökalp’in fikirlerini en başarılı şekilde uygulayan hükümetin AK Parti hükümetleri olduğu gerçeği göz ardı edilemez. Ancak bu tespit, çağımızın ihtiyaç duyduğu yeni fikirlerin eksikliğini ortadan kaldırmamaktadır.
Yeni bir kurucu fikir ihtiyacı
Yeni yüzyıla girdiğimiz bu dönemde, Türkiye’nin her alanda çok daha yeni fikirlere ihtiyacı olduğu açıktır. Fikir anlamında derin krizler yaşayan dünyanın ise Türkiye’ye sunabileceği pek bir şey kalmamıştır. Müzikten eğitime kadar, tek tipleştirmenin fayda sağlamadığını artık bütün dünya gibi biz de net bir şekilde görüyoruz. Bu sebeple, farklılıkları ve yenilikleri önceleyen bir düşünce iklimine ihtiyaç duyuyoruz.
Ancak en büyük sıkıntılardan biri, Türkiye’de pratiğin teorinin önüne geçmesidir. Siyasetçilerin, birçok alanda Türkiye’nin fikir dünyasından daha ileride olması, ciddi bir sorun teşkil etmektedir. Bunun en somut örneklerinden biri, geçtiğimiz aylarda MHP Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli’nin “Kürt Meselesi” konusundaki açıklamalarında görüldü. Bu cesur çıkış, toplumda önemli bir yankı uyandırdı; ancak bu adımı teorik derinlikle destekleyecek entelektüellerin ve akademisyenlerin eksikliği, Türkiye’nin fikir dünyasındaki tıkanıklığı bir kez daha gözler önüne serdi.
Hasıl-ı kelâm, siyasetin abecesini öğrenmeye başladığımız çocukluk ve gençlik günlerimizden bu yana geçen kırk yılda dünya büyük değişimler yaşadı. Son yüzyılda gerçekleşen baş döndürücü hızdaki dönüşümler ise insanı adeta şaşkına çeviriyor. Geçen yüzyılda safça kucakladığımız, naif ve umut verici görünen pek çok fikir, bugün ne kabul görüyor ne de haklı bir zemine dayanıyor. Hatta soğuk savaşın ürünü olan sağ ve sol düşüncenin “düşman kardeşleri” ve bu ideolojilerin yorgun temsilcileri, artık kahve köşelerinde bir araya gelip tavla oynuyor, geçmişe nostaljik bir tebessümle bakarak Neşet Ertaş dinleyip birlikte efkarlanıyor. Halbuki o günlerde ne büyük dramlar yaşanmış, ne sert çatışmalar yaşanmıştı. Şimdi ise bu çatışmaları geride bırakıp yeni bir gelecek kurmak istiyorlar; ancak yorgunlukları ve maddi mücadeleleri buna izin vermiyor. Şunu da unutmamalı ki, bugünün genç nesilleri, geçmiş kuşakların hali hazırdaki siyasi kavgalarına baktıklarında, bu kavgaların ideoloji maskesi altında gerçekte para ve makam mücadelesinden ibaret olduğunu açıkça görüyor.
Geleceği planlayan fikirler
2006 yılında hayatını kaybeden Amerikalı ekonomist ve düşünür John Kenneth Galbraith, “Yeni Sanayi Devleti” adlı eserinde, geleceği planlamanın modern sanayi devletlerinin vazgeçilmez bir özelliği haline geldiğini savunmuştu. Türkiye’nin de ihtiyacı olan, her alanda geleceği planlayacak ve belirsizlikten kurtaracak yeni bakış açılarına sahip olmaktır. Galbraith’in vurguladığı bu planlama ihtiyacı, kapitalist veya sosyalist yapı fark etmeksizin, teknolojik ilerleme düzeyiyle doğrudan bağlantılıdır. Çünkü teknoloji ne kadar karmaşık ve maliyetli hale geldikçe, girişimciler ve toplumlar geleceğe yönelik uzun vadeli planlama yapmak zorunda kalıyor.
Nitekim son kırk yılda geleceğe yönelik çalışmalar büyük bir ivme kazandı. Think tank kuruluşlarından anket firmalarına kadar birçok yeni kurum, bu vizyon doğrultusunda ortaya çıktı. Ancak biz, bu konuda da pek çok alanda olduğu gibi Batı’nın ileri ülkelerini taklit etmekle yetindik. Batı’da hangi konu gündemdeyse, onu sorgulamadan ithal ettik. Bu coğrafyanın insanı, geçmişe saplanıp kaldığı için, dışarıdan gelen fikirleri millî değerler çerçevesinde değerlendirmeden alıp tartışmaya girişti. Laiklerimiz, solcularımız, liberallerimiz, milliyetçilerimiz, ırkçılarımız, muhafazakârlarımız ve dindarlarımız hâlâ yüzyıl öncesinin ya da soğuk savaş dönemi fikirlerinin kalıntıları arasında bocalıyor.
Oysa bugün ihtiyacımız olan, yeni dünyayı doğru kavrayacak bir Ziya Gökalp veya bir Mehmet Akif Ersoy gibi fikir öncüleridir. Türkiye’nin bu fikrî sıçrayışı gerçekleştirebilmesi, yalnızca kendi geleceği için değil, tüm insanlık için de bir umut olacaktır. Kültürel ve entelektüel mirasını çağdaş dünyanın gereklilikleriyle buluşturacak bir vizyoner, yeni yüzyılın en büyük ihtiyacıdır. Fikir üretiminde derinleşmek, geçmişin birikiminden beslenerek geleceği inşa etmek için atılması gereken ilk adımdır. Aksi takdirde, yalnızca taklitçi bir çizgide kalmaya mahkûm olur ve kendi potansiyelimizi gerçekleştiremeyiz.
Yeni dönemde özellikle Ak Parti döneminde geçmişin düşünürleriyle yetinildi, yeniye imkan tanınmadı. Eski İslamcılar bile geçmişteki vizyonerliğini kaybetti. İktidar düşünürleri kendi altına alarak, yok ediyor bence. Yeni fikirler özgün hayatlardan çıkar diye düşünüyorum.