Artık yeniden ciddileşmenin vakti geldi.
Bir akademisyen olarak çok sayıda bilimsel etkinliğe katılıyorum. Bu tür ortamlarda fiziksel becerinin sergilendiğine nadiren rastlanır. Ama yakın zamanda tam olarak buna tanıklık ettim.
Birkaç hafta önce, görev yaptığım Princeton Üniversitesi’nde düzenlenen bir konuşmaya katıldım. Soru-cevap kısmında söz hakkı verildi. Kayıt altına alınan pek çok konuşmada olduğu gibi, sorular mikrofona yöneltiliyordu. Ancak mikrofon geldiğinde, onu elime almama izin verilmedi. Bu benim için yeni bir uygulamaydı. Görevli, artık dinleyicilerin konuşma sırasında mikrofonu tutmasına izin verilmediğini, bunun yeni bir kural olduğunu söyledi. Oturduğum yerden dolayı, zavallı görevli uzun süre boyunca kolunu zor bir açıyla havada tutarak, vücudu garip şekilde bükülmüş halde mikrofonu yüzüme doğru sabit tutmak zorunda kaldı. Bu durum hem dikkat dağıtıcıydı hem de mikrofonu kendim tutamamam biraz aşağılayıcı hissettirdi. Hiç değilse görevli iyi bir kol egzersizi yapmış oldu. Peki, bu uygulamanın gerekçesi neydi?
Görünüşe göre bu yeni mikrofon kuralı dekanlık tarafından getirilmiş. Yakın zamanda kampüste bir İsrailli siyasetçinin konuşması sırasında yaşanan tatsız bir olaydan sonra — ve Trump yönetiminin üniversiteleri hedef almak için fırsat kolladığı bir dönemde — Princeton yönetimi, konuşmacıların mikrofonu kendilerinin tutmasının fazla riskli olabileceğine karar vermiş. Muhtemelen şöyle düşünülmüş: Mikrofonu eline alan biri taşkınlık yapar ya da utanç verici bir şey söylerse, onu durdurmak zorlaşır. Elbette bu uygulama saçma görünse de ve konuşmacıyı küçük düşürse de, olası bir skandalın kamuoyuna yansımasındansa bu utancı göze almak daha makul görülmüş. İşin ironik yanı, etkinliğin konusu yükseköğretimin kamu nezdindeki saygınlığının düşüşüydü.
Trump yönetiminin (ve olası Trump II döneminin) üniversiteler için oluşturduğu zorluklar düşünüldüğünde, bu gibi küçük bir olay fazla önemsiz görünebilir. Ama bence bu doğru değil. Tam tersine, bu tür şeylerin artık olağan hale gelmesi, Trump’ın yükseköğretime yönelik eşi benzeri görülmemiş saldırılarını kolaylaştırdı. Yaşadığım o küçük düşürücü deneyim, daha büyük bir sorunun simgesiydi: Üniversiteler artık eskisi kadar ciddi kurumlar değiller. Sağduyu kapasitelerini yitiriyorlar. Öğrencilere âdeta yardıma muhtaç çocuklar gibi davranılması uzun süredir gözlemlenen ve yaygın bir eğilim. Ancak müdahale etme ve her şeyi yönetme içgüdüsü, üniversitelerin yasal olarak ebeveynlik rolü üstlendiği öğrencilerin çok ötesine taşmış durumda.
Bir katılımcının mikrofona dokunmasına izin verilmemesinin ima ettiği mesajı düşünün. Bu konuşmanın dinleyicileri arasında öğretim üyeleri, öğrenciler ve mezunlar vardı. Mezunların bir kısmının bağışçı olduğunu da öğrendim. Princeton, bana öğrencileri eğitme ve araştırma yapma yetkisi veriyor… ama mikrofon tutmamı uygun görmüyor? Öğrencilerine “geleceğin liderleri olacaksınız” diyen bir üniversite, onları bu “potansiyel taşkınlık aracına” güvenemeyecek kadar mı korkuyor? Mezunlarından büyük bağışlar toplarken en ufak bir çekince göstermeyen Princeton, belli ki bu kişilerin özgürce konuşmasına izin vermenin riskli olacağına inanıyor.
Bu tutum, üniversite yaşamının her köşesinde yaygın. Sorunlara doğrudan ve dürüstçe yaklaşmak yerine, yönetsel bir çocuklaştırma refleksi tercih ediliyor. Daha sıradan bir örnek vereyim: Kıdemli bir meslektaşım kısa süre önce, son zamanlardaki diğer skandallara göre daha sakin geçen ama yine de kesintiye uğrayan bir paneli yönetiyordu. Bu saygın profesör, kuralları çiğneyen kişilere üniversite politikalarını hatırlatma ve müdahale edilmezse kampüs güvenliğinin onları salondan çıkarabileceğini bildirme yetkisine sahip değildi. Ona bu tür bir uyarı yapması kesin olarak yasaklanmıştı. Bu görevi yalnızca “ifade özgürlüğü kolaylaştırıcısı” unvanına sahip, özel olarak atanmış biri yerine getirebilirdi. Sonuç olarak, tüm panelistler elleri kolları bağlı oturmak zorunda kaldı; çünkü bu seçkin görevliye kampüsün bir köşesinden ulaşılması gerekiyordu — ve bu süreç, sessizce oturan dinleyiciler için başlı başına bir cezaya dönüştü.
Modern üniversite, her şeyden önce bir akademik kurum olduğunu ve öğrenme, araştırma ile bilgiye dayalı tartışmanın ciddi bir uğraş olduğunu; bağlılık, dikkat ve olgunluk gerektirdiğini artık çoğu zaman yansıtamıyor. Bunun yerine, öğrencilerini — ve giderek daha fazla biçimde öğretim üyelerini ve idari personelini de — görgüleri geliştirilmesi gereken, duyguları törpülenip denetim altına alınması gereken çocuklar gibi görüyor. Sadece açık ve net kurallar koymak ve orada durmak yerine, üniversiteler giderek daha anlamsız protokollerle ve her anlaşmazlıkta bizi yönlendirecek faydasız birimlerle kendilerini donatıyor.
Son on yılda çeşitlilik, eşitlik ve kapsayıcılık (DEI) odaklı yapıların patlama yaşamasının en belirgin sonuçlarından biri, rahatsızlık ya da alınma gibi kaçınılmaz insani durumların bile kapsamlı bürokratik gözetim gerektirdiği düşüncesini yerleştirmesi oldu — başvuru havuzlarının demografik ve ideolojik olarak şekillendirilmesinin dışında kalan bir etkiden söz ediyorum. Üniversiteler artık, örneğin sadece uyuşturucu kullanımı ya da zorbalık gibi davranışlara karşı kuralları uygulamakla yetinmiyor; doğrudan, kendiliğinden gelişen sosyal etkileşimlere savaş açıyor. Stanford’da örneğin, sosyal ve yurt yaşamına dair karmaşık bir kurallar dizisi, eleştirmenler tarafından “eğlenmeye karşı yürütülen topyekûn yasak seferberliği” olarak özetlendi. Oysa bir spor karşılaşmasında taşkınlığa asla izin verilmez: Sahaya atlarsan, hemen dışarı atılırsın ve hatta ceza alabilirsin. Şahsen, öğrenmenin ve mantıklı bir tartışmanın spordan daha önemli olduğunu düşünüyorum ve üniversitedeki faaliyetlerimizin en azından bir futbol karşılaşması kadar ciddiye alınmasını istiyorum.
Kontrol etme dürtüsü yaşamın her alanına uzanıyor. Yaklaşık altı yıl önce Princeton, öğretim üyeleri ile yüksek lisans/doktora öğrencileri arasında her türlü romantik ilişkiyi yasaklayan yeni bir kural getirdi — bu kişiler arasında hiçbir profesyonel bağ olmasa bile. Açıkça belirtmek gerekir ki, Princeton zaten normal ve makul düzenlemelere sahipti: Öğretim üyeleri ile lisans öğrencileri arasındaki ilişkiler kesin olarak yasaktı; akademisyenlerin, danışmanlık yaptığı veya kendi bölümünde ya da ilişkili alanlarda bulunan yüksek lisans/doktora öğrencileriyle ilişkileri de yasaktı; ayrıca karşılıklı çıkar ilişkisi (quid pro quo), taciz ve yetki suistimaline karşı sıkı kurallar vardı. Ancak örneğin 31 yaşındaki bir İngiliz Edebiyatı yardımcı doçenti ile 36 yaşındaki bir fizik doktora öğrencisi birbirinden hoşlanabilirdi — ve #MeToo döneminde, bu tür durumları önceden engellemek ve yetişkin bireyler arasındaki ilişkilerin giderek daha geniş bir yelpazesini üniversitenin yetki alanına dahil etmek “ilerici” bir hamle gibi görünmüş olmalı. O dönemde yöneticiler, böyle geniş bir yetkiyi yetişkin çalışanları üzerinde kullanan ilk kurumlardan biri olmaktan gurur duyduklarını söylüyorlardı. Neyse ki, dünyanın dört bir yanındaki yalnız akademisyenler için, çoğu üniversite bu konuda Princeton’ın izinden gitmedi. Ancak bu müdahale dürtüsü hâlâ sürüyor.
Üniversiteler, kişisel ilişkileri ve sosyal etkileşimleri mikro düzeyde yönetmeye çalışmak, önyargı bildirim ekipleri ve tetikleyici uyarılar yoluyla ağır aksak bir görgü kuralı sistemi dayatmak yerine (ki bunların işe yaradığı da pek söylenemez), öğrenci ve öğretim üyelerine açıkça şunu söyleyebilir: fikir ayrılıkları ya da alınmalar karşısında sizi korumak bizim işimiz değil. Üniversiteler, Bir seçim ya da toplumsal olay kampüsteki çoğunluğun beklentisine uymadığında, hemen dersleri iptal etmek ya da duygu destek hizmetleri sunmak yerine, bilimin, keşfin ve araştırmanın değeri siyasi rüzgârların yönüne göre değişmez diyebilir. Kampüs binalarının duvarları, öğrenci olmanın normal hâlinin depresif, yabancılaşmış, bunalmış ve dışlanmış hissetmek olduğu imasını taşıyan posterlerle dolu. Sürekli “ayrıcalık” hakkında ahkâm kesen bu kurumlar, burada gerçekten vermeleri gereken mesajı veremiyor: modern bir üniversitede bulunan hepimiz son derece şanslıyız ve bu şans, beraberinde çaba gösterme ve sağduyu kurallarına saygı duyma sorumluluğu getirir.
Eski bir deyim vardır: “O kadar açık fikirli ki beyni dışarı akıyor.” Modern üniversitenin buna paralel bir sorunu var: terapi merkezli kapsayıcılık anlayışına öyle gözü kapalı bir hayranlıkla bağlı ki, bu durum onu müdahaleci ve küçük düşürücü bir yapıya dönüştürüyor. Tüm bu olan bitenin kaçınılmaz sonucu, üniversiteyi oluşturan insanlara ve onların yürüttüğü çalışmalara dair ciddiyetsiz ve önemsiz bir algının yerleşmesine yol açıyor.
Yapay zekânın yükselişi, “en iyi uygulamalar” ve “duygusal güvenlik” kisvesi altında yürütülen bu müdahalecilik sorununu daha da derinleştirecek gibi görünüyor. Tanınmış bir tarihçi kısa süre önce şunu aktardı: Harvard’ın e-posta sistemine entegre edilen yapay zekâ, bir e-postanın tonu algoritmaya göre fazla çatışmacı ya da kırıcı görünürse, tonu yumuşatmayı öneriyor. Mevcut eğilimler bu şekilde devam ederse, bir meslektaşımın öngördüğü gelecek kaçınılmaz olabilir. Bana şöyle dedi:
“Korkarım ki, yapay zekâ üniversitelerde daha fazla alanda devreye girdikçe, sadece hazır bekleyen değil aktif olarak denetleyen bir tür her şeyi bilen öğrenci işleri yöneticisine dönüşecek. Yapay zekânın, bir bakıma her işe koşan, akıllı ama burnunu her şeye sokan dijital bir uşak gibi davranacağını hayal edebiliyorum: bir yandan öğrencinin dadısı, öte yandan da yönetimin gözcüsü (tıpkı Jeeves karakteri gibi). ‘Uygunsuz’ bulunan düşünce çizgilerini nazikçe düzeltecek, ‘bildirilmesi gereken’ türden fikirleri yönetime rapor edecek. Elbette bu yalnızca öğrencilere özgü kalmayacak.”
Üniversitelerin, yeni teknolojilerin eğitim ortamını nasıl aşındırdığına dair meseleleri ele almakta ne kadar yetersiz kaldığı göz önüne alındığında, müdahaleci ve disiplin temelli yaklaşımların “ideolojik olmayan hassasiyet” ya da “herkesin güvenliğini ve mutluluğunu sağlamak için en iyi uygulamalar” gibi sunulmaya devam etmesi kaçınılmaz görünüyor. Üniversitelerdeki kapalı ve aşırı çalışan ruh sağlığı mekanizması karşısında, birçok akademisyen en küçük konularda bile sık sık çaresizlik yaşıyor. Örneğin, pek çok meslektaşım, derslerini teknolojiden arındırılmış bir ortamda sürdürme çabalarında hayal kırıklığına uğradı. Sınıf içinde bu politikayı duyurduklarında, öğrenci işleri ve “özel ihtiyaç” birimlerinden gelen sayısız mesajla karşılaşıyorlar — “şu öğrencinin bilgisayar kullanması gerekiyor” deniyor. Ve gerçekten dersi veren kişilerin bu talimatı kabul etmekten başka seçeneği kalmıyor.
Öğretim merkezlerinden gelen içeriklerin neredeyse tamamının, “öğrencinin sınıfta ne hissettiği”ni, “gerçekte bir şey öğrenip öğrenmediğinden” çok daha önemli gösterdiği düşünülürse, üniversitelerin karşı karşıya olduğu gerçek eğitimsel sorunlara yeterince ciddiyetle yaklaşmaları pek olası görünmüyor. Hem Beyaz Saray’ın hem de halkın geniş bir kesiminin yükseköğretime şüpheyle baktığı bir dönemde, üniversitelerin tüm eylemlerinde ciddiyet göstermeleri kaçınılmaz bir gereklilik hâline gelmiştir. Bu, öğrencilerine ve çalışanlarına yetişkin gibi davranmakla başlayabilir. Ne var ki, muhtemelen kampüs yaşamının her alanına yayılmış, her fırsatta müdahale etmeye hazır, görev meraklısı “mikrofon nöbetçileri”nin yeni versiyonlarına daha tanıklık edeceğiz.
* Gregory Conti, Princeton Üniversitesi’nde siyaset bilimi doçentidir.
Kaynak: https://www.chronicle.com/article/colleges-must-stop-infantilizing-everyone