Uluslararası ilişkiler dinamiği ve Türkiye

Dış politikada adım atılmasını, pozisyon alınmasını sınırlayan birçok çevre var. En bariz ve etkili olanları ise bürokrasi, hurafeci din anlayışı, dar görüşlü ulusalcılık, Soğuk Savaş anlayışı esaretinden kurtulamamış kesimler ve Batıcı perspektifleri saymak mümkün. Bahsettiğimiz anlayışların, grupların, çevrelerin her birinin öncelikleri farklı olsa da ortak noktaları ülkenin dış politikada adım atmasını, sorunları çözmesini, yeni ilişkiler ve inisiyatifler geliştirmesini engellemektir.
Ekim 8, 2024

Sesli Makale:

 

Gazze’de yaşanan soykırım ve işgale karşı sergilenen tutumlar, uluslararası ilişkiler ve burada belirleyici olan ana dinamikler konusunu yeniden düşünmeyi gerektiriyor. Pozisyon alamayan ülkeler, söz söylemekten dahi imtina edenler, aidiyetlerini gizlemeye çalışanlar, Müslüman halkların yaşadığı ülkelerin utanılacak yaklaşımları, gürültü yapıp adım atamayanlar, ABD’nin dayattığı pozisyona teslim olanlar, ABD’nin arkasında hizaya girenler gibi oldukça geniş bir tanımlama yapmak mümkün. Halkı Müslüman ülkelerin durumunu, temenniden öteye geçemeyenler, göstermelik diplomatik çabalara odaklananlar, yürütülen toplu faaliyetlerin içine karışanlar, retoriğe sarılanlar, işlevsizleşmiş BM’den medet umanlar şeklinde sınıflandırmak mümkün. Bir yanda bu denli pasif tutum sergileyen ülkeler öte yanda ABD’nin askeri, ekonomik, siyasi, dinsel desteğiyle ilerleyen soykırımcı İsrail.

Kapasite, kaynak, vizyon ve irade

Karşımızdaki tablo analiz edildiğinde, uluslararası ilişkilerde ülkelerin pozisyonlarını kapasite, kaynak, vizyon ve irade kavramları üzerinden değerlendirmek doğru olur. Dört kavramı netleştirmekte yarar var. Kapasite beceriyi, yeteneği, kudreti, mahareti ve deha gibi özellikleri ifade eder. Kaynak, kapasitenin kapsamına giren eylemleri, etkinlikleri yapabilmeye ilişkin imkânları tanımlar. Vizyon geleceğe ilişkin öngörüyü, hedefleri, ileri görüşlülüğü ve sahip olunan ufku vurgular. İrade ise kapasiteye/kaynağa ilişkin ihtiyaçların karşılanması, vizyonun gelişmesi ve hayata geçirilmesi için gerekli kararlılıktır. Bu anlamlar dikkate alındığında asıl belirleyici olan irade ve vizyondur. Ancak irade ve vizyon ise kapasite ile kaynak varsa anlamlı bir hale gelir.

Bu dört özelliğe sahip ülkeler uluslararası ilişkilerde sonuç alan ülkelerdir. Birçok ülke bunların pozisyonlarını izlemeyi tercih eder. Fakat bahsettiğimiz temel özelliklere birden sahip olan ülke sayısı oldukça sınırlı. Hatta bir dönem bu özelliklere sahip olan ülkeler, kısa bir süre sonra bunların bazılarından yoksun duruma düşebiliyorlar. Çünkü ülkeler de insanlar gibidir ve dönemsel değişikliklere açıktırlar. Kapasitesi ve kaynağı olmayan kimi ülkeler vizyon ve irade sahibi olabiliyor. Kaynağı ve kapasitesi olan kimi ülkeler ise vizyondan ve iradeden yoksun olabiliyor. Bu noktada, aynı anda kapasite, kaynak, vizyon ve iradenin olmasını elbette beklemek zor. Ama asgari düzeyde derli toplu bir kapasite, kaynak ve vizyon ile yapılabilecek çok fazla şey var. Asıl olan; siyasal bir perspektif, rasyonel bir jeopolitik projeksiyon ve orta vadeli bir tahayyül var mı yok mu?

Türkiye’nin durumu

Türkiye’nin bu dört temel özelliğe aynı düzeyde sahip olduğunu söyleme imkânımız yok. İlla olması da gerekmiyor. Ancak önemli olan istikametin doğru, sürdürülebilir ve gerçekçi şekilde belirlenmiş olmasıdır. Dönemsel olarak, vizyon ve irade sorunu yaşadığı, kimi zaman ise vizyon ile hamasetin karıştırıldığı veya vizyonun sloganik ifadeler düzeyine indirgendiği de oluyor. Mesela Kurtuluş Savaşı sonrası ülkeyi korumak için ifade edilmiş olan “Yurtta sulh cihanda sulh” ifadesini vizyon olarak değerlendirenler olabiliyor. Hatta bu ifadenin her türden ilişki geliştirme çabalarına karşı çıkmak için kullanıldığı dahi söz konusu olabiliyor. Bir diğer sorunlu yaklaşım ise uluslararası ilişkileri ve Türkiye’nin dış politika perspektifini, Soğuk Savaş dönemi koşullarında kurulmuş ilişkiler, pozisyonlar üzerinden yorumlama yaklaşımı. Aslında bu yaklaşım, uluslararası ilişkileri ‘köle-efendi’ düzeyine indirgeyen anlayışın sonucu. Ülkenin kat ettiği mesafeyi ve gelişimi yok sayan, görmezden gelen sorunlu bir ruh hali. Bu tür anlayışların yaşadığımız dönemi okuması ve geleceği kurgulaması mümkün değildir.

Aslında Türkiye bazı dönemler, kısa süreli ve işlevsel vizyonlar sergiledi. Bunları Batı ile ittifak, AB üyeliği, Orta Asya açılımı, Türk devletleriyle ilişki kurma gibi vizyonlar şeklinde özetlemek mümkün. Ancak bu vizyonlar ya dönemin liderleri/hükümetleri ile sınırlı kaldı ya da gerekli kaynak ve kapasite eklenemediği için beklenen sonuçlar alınamadı. AK Parti döneminde, genel olarak yoğunluğu değişse de dış politikada vizyoner bir bakış hâkim oldu. Bazen buna kapasite ve kaynak da tahsis edildi. Fakat, çoğunlukla doğru vizyon yeterli derecede kapasite ve kaynak hasredilemediği ve liderliğin iradesi bürokrasi tarafından blokaja alındığı için beklenen etki oluşturulamadı.

Her türlü olumsuz değerlendirmeye ve bahsettiğimiz özelliklere aynı düzeyde sahip olmama durumuna rağmen, Türkiye’nin var olan eksiklikleri aşma imkânı var. Ülkenin sahip olduğu tarihi birikimi, imparatorluk geleneğinden kaynaklı yetenekleri, hareket kabiliyeti, coğrafi konumu ve sahip olduğu ilişki çeşitliliği gibi faktörler, var olan eksikliği kapatacak düzeydedir ve oldukça da kıymetlidir. Bu anlamıyla, Türkiye’nin farklı bir konuma sahip olduğunu söylemek mümkün. Dolayısıyla asıl tartışılması gereken konu, Türkiye’nin sahip olduğu yeteneklerinden ve var olan imkanlardan yeterince yararlanıp yaralanmadığı meselesidir. Bu ve benzeri tartışmaları, değerlendirmeleri düzenli aralıklarla yapmak kapasitenin, kaynağın, vizyonun gelişmesine katkı sağlar ve iradenin oluşmasına, iradenin hayata geçirilmesine imkân tanır.

Bürokrasi, hurafeci din anlayışı ve ulusalcı kuşatması

Türkiye’nin, bu konudaki temel sorunlarından birisi de sahiciliği olmayan gerekçelerle üretilen kuşatma girişimleridir. Dış politikada adım atılmasını, pozisyon alınmasını sınırlayan birçok çevre var. En bariz ve etkili olanları ise bürokrasi, hurafeci din anlayışı, dar görüşlü ulusalcılık, Soğuk Savaş anlayışı esaretinden kurtulamamış kesimler ve Batıcı perspektifleri saymak mümkün. Bahsettiğimiz anlayışların, grupların, çevrelerin her birinin öncelikleri farklı olsa da ortak noktaları ülkenin dış politikada adım atmasını, sorunları çözmesini, yeni ilişkiler ve inisiyatifler geliştirmesini engellemektir.

En temel tahribatı bürokrasi oluşturur. Hatta tahribatın sonuç vermediğini gördüğü zaman, diğer grupları harekete geçirecek yönlendirmeler dahi yapar. Yakın ve oldukça basit olan kimi sorunların, bunca zamandır çözülememiş olmasının temel nedeni, bürokrasinin tanımlanmamış blokajıdır. Beğenmediği veya kendi ideolojik öncelikleri üzerinden sorunlu bulduğu vizyonun uygulanmaması için kapasite ve kaynak üzerinden blokaj geliştirir. Blokaj, bürokrasiyi göreve getiren partilere rağmen dahi yapılabilir. Gerekirse iradeye nüfuz etmeye çalışırlar.

Hurafeci din anlayışı, ulusalcılık, Soğuk Savaş anlayışı temsilcileri ve Batıcılar gibi çevreler ise kendilerini efendi gören bir yaklaşımla millet adına ahkâm keserler. Görünürde birbiriyle çelişen bu gruplar, dış politika kapsamına giren kimi başlıklar söz konusu olduğunda, farklı yerlerde duruyormuş gibi yaparak, aynı sonucu ortaya çıkaracak tutumları sergilerler. Bunun hurafeci din anlayışı, yakın tarihi aşmaktan yoksun ulusalcılık, Batı hayranlığı veya Soğuk Savaş esaretini atamamış unsurlar üzerinden gelmiş olmasının bir farkı yok. Kimileri Batı ile ilişkileri, kimileri ise yakın çevreyle ilişkileri enfekte etmektedir. Doğru bir vizyon ve irade, bunu tespit etmeyi, etkilerini, nüfuzlarını sınırlamak için gerekli tedbirleri almayı gerektirir.

Dört temel konu ve ne yapmak lazım?

Bu anlamda dört temel konuya değinmek doğru olur. İlki; dinamik, çok yönlü ve opsiyonel dış politika için bahsettiğimiz özelliklere sahip bir perspektifin gerekliliği. Burada önemli olan ise vizyon ve irade. Vizyon ve irade idealleri, imkansızlıkları, makul ve mümkün kılmayı hedefler. Unutulmaması gereken nokta, kapasitenin artırılması ve kaynakların çeşitlendirilmesi, ancak dinamik bir dünya okuması vizyonu ve iradeyle mümkün olabilir. Bu yoksa kapasiteyi geliştirmek ve kaynakları çeşitlendirmek anlamlı sonuçlar vermez. Bu başlıkla ilişkili olan diğer konu ise tehditler ile fırsatları birlikte analiz etme ve değerlendirme yeteneği. Çünkü sadece tehditlere odaklanan yaklaşım, fırsatları kaçırmaya neden olur. Rasyonel güç analizi ile makul bir politik rota tutturabilmenin yolu, kendini geliştirmek, çoğaltmak ve fırsatları doğru değerlendirmektir. Yani motivasyonu kaybetmeme hali. Aksi durumda her dış faktör, zamanla yanlış bir güç tüketimine yol açar ve politik kısırlığa yol açar. Gazze işgali ve soykırımı konusunda birçok ülkenin yaşadığı sorun bu.

İkincisi; açıklıkla görülüyor ki yeni bir dünya şekilleniyor. Yeni durumun en temel özelliği, güç rekabetlerinin, savaşların, proxy örgütler aracılığıyla dizayn etme çabalarının küresel sistemi tanımlayacağı bir döneme giriyoruz. Uzun zamandır büyük güçler arası mücadeleler unutulmuştu. Ancak yeni dönem, bu tür mücadelelerin olabilir başlıklara dönüşmeye başladığını gösteriyor. O zaman temel soru, Türkiye’nin bu tür bir olasılığa karşı hazır olması için ne yapılması gerektiği ve böylesi bir dünyada nasıl daha etkili olacağıdır. Sorunun öncelikli cevabı ise Türkiye’nin böyle bir dünyada dış politika başlığında etkin olabilmesinin yolu içeriyi tahkim etmesidir. Bundan kasıt ise var olan her türden farklılıklar üzerinden Türkiye’yi ayrıştırmaya, iç bünyesini zayıflatmaya ve dış operasyonlara açık hale getirmeye yönelik faaliyetlere, risklere odaklanmak ve mümkün olabilen en kısa sürede bunları çözmektir.

Unutmamamız gereken şey, iç bünye tahkim edilmediğinde, hem var olan toplumsal farklılıklar operasyonlara açık hale gelir hem de büyük kapışmaların yaşandığı dönemde dış dünya karşısında kırılgan bir pozisyon ortaya çıkar. Bu tür pozisyonların yönetilmesi zor olduğu için farklılıkların risk üretecek kırılganlıklara dönüşmemesi gerekir. Çünkü böyle dönemlerde farklılıklardan kaynaklanan zenginlik ve potansiyel idrak edilemeyeceği gibi tehdit olarak görülür. Dışarıdaki tehditlerle yüzleşmenin tedirginliği, içerideki basit ve tehdit gücü olmayan kırılganlıklar abartılarak iç tahkimat zorlanır. Bu elbette ülkeyi daha da zafiyete sürükler. Defalarca denenmiş ve her seferinde aynı kısır döngüyle beraber aynı sonucu vermiş bir durumdur. Bu olumsuzluktan çıkmanın yegâne yolu ise kamusal veya özel ‘biz’ tanımlarının ortadan kaldırılması ve vatandaşlar arasında ‘makbul’ ve ‘gayr-i makbul’ türü ayrımlara neden olan her tür yaklaşımdan, tutumdan, davranıştan, uygulamadan acilen vaz geçilmesidir.

Üçüncüsü; eski iki kutuplu dünya değişti ve uzun zamandır baskın olan tek anlayışa, küresel ve bölgesel güçlerden itirazlar yükseliyor. Yani farklı düzeylerde rekabetin, mücadelenin ve çatışmanın olduğu bir dönemine giriyoruz. Bu nedenle de geçmişte dış politikayı tanımlayan iki eksen ve bu eksenlerden biri yanında konumlanmak yerine, bugün farklı eksenlerle dengeli ilişkiler kurmak, bir eksenle özdeşleşmek yerine birçok eksen arasındaki ilişki dinamiğine yaslanmak hâkim bir tutum haline geliyor. Eski iki kutuplu dünyanın öncelikli güç ve değer ilişkileri elbette hemen ortadan kalkmıyor. Bu anlamda Türkiye elbette Batı ittifakı içerisinde. Ancak bunu farklı eksenlerle dengelemek ve bu dengeyi kurgularken hassasiyetle hareket etmesi gerekir. Dış politika alanında son yıllarda ortaya çıkan tablo bunun göstergesi. İlişkileri çeşitlendirme yaklaşımı doğru bir tutum.

Dördüncüsü ise Türkiye’nin dış politika eksenini, kendisini ve güç parametrelerini sahici bir bakışla tahlil etmesi ve tanımlamalarını güncellemesi. Çünkü hiçbir ülkenin statik bir güç tanımlaması olamaz. Güç denilen şey zamana ve imkanlara göre sürekli olarak değişen bir şeydir. Güç, var olan güvenlik unsurlarının çok ötesinde bir tanımlamayı gerektiriyor. Bu anlamda güç ekonomiyi, coğrafyayı, demografik yapıyı, farklılıkları bir arada yaşatabilme kapasitesini, tarihi birikimi, farklı toplumsal kesimlere aynı düzeyde ulaşabilme yeteneği gibi faktörlerin tümünü kapsamaktadır.

Güç kavramı içine aldığımız başlıkları ayrı ayrı tanımlamak mümkün. Örneğin coğrafya Türkiye’ye aynı anda birçok bölgenin parçası olabilme kapasitesi ve imkânı tanıyor. Mesela Türkiye’yi, Ortadoğulu, Kafkasyalı, Karadenizli, Akdenizli, Avrupalı, Asyalı, Batılı, Doğulu gibi oldukça farklı coğrafyalar üzerinden tanımlamak mümkün. Dolayısıyla yukarıda ifade ettiğimiz somut ve soyut tüm birikimleri değerlendirip dış politika vizyonunu güncellemek önemli. Dış politika vizyonunu güncellerken üzerinde durulması gereken dört faktör var. Vizyonun ilk faktörü gelmekte olan büyük güç mücadelelerinin merkezde olduğu dünyayı yakalayan, ıskalamayan ve buna hazırlıklı olan bir mahiyette olması. İkinci faktörü ilişki çeşitliliğini artırma yaklaşımı. Üçüncü faktör içerideki toplumsal yapının sıkışmayacağı, iç bünyenin sağlamlaşacağı ve farklı kimliklerin kendilerini bulabileceği yeni ve geniş bir kimlik formunun ortaya konulması. Dördüncü faktör ise bütün bunların tahkim edilmesine katkı sağlayacak güçlü bir ekonomik sistem inşasına hizmet eden dış politika.

‘Küçük’ bir örnek

Kapasite, kaynak, vizyon ve irade arasındaki ilişkinin sağlıklı işlemediği zaman ortaya çıkabilecek sonuçları anlamak için küçük bir örnek vermekte yarar var. Son yıllarda, yabancı düşmanlığı diye adlandırılan, ama özünde Müslüman karşıtlığı olan akımın ekonomiye ve dış politikaya etkisi, üzerinde durulması gereken bir örnek. Suriyelilere karşı ortaya çıkartılan düşmanlık, yönetilemediği ve provokatörler hakkında bir şey yapılmadığı için mesele Araplara, Ortadoğululara ve Afrikalılara yönelen bir linçe dönüştü. Nefret suçu yaygınlaştı, yabancıların malları talan edildi, evleri/işyerleri/araçları ateşe verildi, hiçbir sorumluluğu olmayan insanlar katledildi. Sorumlular hala ülkeye operasyon çekmeye devam ediyor. Kelimenin en hafif anlamıyla görevlerini ihmal eden yöneticiler hesap vermedi ve vazife başında. Bu durumun ekonomiyi ve dış politikayı nasıl etkilediği ise hiç konuşulmadı. Yabancı düşmanlığı görünümlü, İslam karşıtlığı ve Müslüman düşmanlığı şeklini alan linç girişimi halklar nezdinde Türkiye’ye duyulan saygının ve ilginin aşınmasına neden oldu.

Bu durumdan ekonomi de yara aldı. Ortaya çıkan tablonun ekonomik kaybının 6 milyar doların üzerinde olduğuna ilişkin değerlendirmeler var. Bu tabloda bürokrasinin bulduğu çözüm ise şikâyet edilen insanların suçlarını araştırmadan ikametlerini, hata kimilerinin vatandaşlıklarını iptal ederek sınır dışı etmek oldu. Buldukları diğer bir çözüm ise Batı dışı ülke vatandaşlarına, genellemeci bir yaklaşımla vize vermemek oldu. Mevcut iktidarın ortaya koyduğu vizyon ve sahip olduğu irade bu değil. Ama var olan kapasite ve kaynağın bulduğu çözüm bu. Umudunu ihracata bağlayan iş adamları, turizm gelirlerine odaklanan işletmeciler ve bunların çatı örgütleri tek bir söz söylemedi. İş dünyası örgütleri üç maymunu oynadı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Dışişleri Bakanı ve parti sözcüsü dışında iktidar partisinden dahi açıklama duyulmadı. Bu konu önemli, çünkü Arap dünyasında karşı çıktığımız bir sorunun muhatabı olan insanlara, kendi ülkemizde ırkçı bir eksende tepki veriliyor. Bu konuyu çok daha detaylı tartışmak ve somut politik öneriler çıkarmak mümkün. Ancak bu kısa ifade dahi, vizyon ve irade duyarlılığının, odaklanmasının önemini anlamak için yeterli.

Adnan Boynukara

1987-2009 yılları arasında farklı kurumlarda mühendis ve yönetici olarak çalıştı. 2009-2015 yılları arasında Adalet Bakanlığı’nda Yüksek Müşavir olarak görev yaptı. 25 ve 26. dönemlerde Adıyaman milletvekili olarak TBMM’de bulundu. Kamu yönetimi, güvenlik, terörle mücadele, çatışma çözümü ve barış süreçleri alanlarında çalışmaları yapıyor.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

SOSYAL MEDYA