ر\يت حممه
خرجت من ظلمه
فوقعت بأرضي تهمه
فاكلت منها كل ذات جمجمه
Kâhin Satıh, cinlendiği ıstırap dolu seanslarında bütün bedenini bir kumaş gibi kıvırırdı. Sanki vücudunda hiç kemik yokmuş gibi. Bu seanslarındaki kehanetlerini çoğunlukla bir seci’ biçiminde ifade ederdi. Yukarıdaki seci’ kâhin Satıh’ın ünlü kehanetlerinden biridir ve Habeşlilerin Yemeni işgalini haber verdiği rivayet edilir.
‘Ateşte yanmış simsiyah bir şey gördüm
Karanlığın içinden çıktı,
Theme toprağına düştü,
ve orada kafatası olan her şeyi yedi’
Son günlerde Kürtler PKK’nın kendini feshi dolayısı ile gündemin ana konusu. Tıpkı Türkiye tarihinin son elli yılında olduğu gibi ve önceki elli yılında olduğu gibi…
Ancak gündemin ana konusu olmasına rağmen, Türkiye toplumunun Kürtlere dair fikirleri gerçeklerden çok uzak, kurguya ise oldukça yakın bir yerde şekillenmeye devam ediyor. Bu durum, yani Kürdü, gerçeğin uzağında şekillenen kurgu bir dünyanın öznesi olarak görmek, sadece Türklere ya da toplumumuzun diğer mensuplarına has değil, Kürtler de benzer biçimde kendilerini gerçekten oldukça uzak bir kurgunun içinden algılıyorlar. Bundan akademi, medya, sanat ve devlet bürokrasisi de hali değil. Kâhin Satıh’ın cininden apararak mırıldandığı şeye benzer; amorf, karanlık, ürkütücü bir tarihten ışıltılı caddeye fırlamış bir orta çağ eşkıyasına benziyor çoğu insanın kafasında Kürt imgesi.
Bu imgelerin nasıl şekillendiğine dair uzun uzun tartışılabilir. Ancak gerek toplumsal örgütlenme gerek gündelik yaşam kültürü ve gerekse en önemlisi dil bariyeriyle, Kürtlerin Türkiye modernleşmesinin uzağında, korunaklı bir kalede kapalı ‘tutulduklarını’ ifade etmek gerçeğin uzağında değildir. Bunun hem Cumhuriyet elitlerinin hem de Kürt siyasi elitlerinin üzerinde ortaklaştıkları bir durum olduğu açıktır. Cumhuriyetle birlikte dayatılan asimilasyon politikalarına karşı, Kürt siyasal elitleri uzun süre boyunca, dinle de ilişkili biçimde kutsanmış Kürtçeyi bir tür sığınak olarak görmüşlerdir. Kemalistlerin dayatma batıcılığına karşı Kürt ileri gelenleri uzunca bir zaman; kabaca ‘Kürtçede kal Müslüman kal’ olarak özetlenebilecek bir pratik geliştirmişledir. PKK evreninde inşa edilen radikal/nasyonalist, din karşıtı ve Kürtçeden sıyrılmış bir ideolojiye dayalı ‘siyasi aşiret’ de bu izolasyonu ciddi bir ‘mahalle baskısı’ üzerinden devam ettirmiştir. Benzer biçimde devlet elitleri de oluşturulmaya çalışılan yeni ulus devletin ‘ayrıksı’ bileşeni olarak Kürtlerin fazla ortalıkta görünmemeleri, ulus devlet projesinin başarısı için elzem görmüşlerdir.
Sonuçta, çoğunlukla; suç, ayaklanma, terör, şiddet, gericilik, din, köylülük, kırsal, aşiret, tutuculuk ve benzeri bir dizi kavramın ‘tekinsiz’ dünyasında, medya ve sanat eliyle inşa edilen Kürt algısı, toplumun neredeyse ortak algısı haline getirilmiştir. Bu algının inşası için lazım gelen imgeler açısından, cumhuriyetin ilk yıllarında meydana gelen iki büyük isyan, Şeyh Said ve Dersim isyanları ve son elli yılda yaşadığımız kanlı terör oldukça hoyrat biçimde kullanılmıştır. Ancak can acıtıcı gerçeklere yaslansa da bütün bu imgelerle üretilen ve medya/sanat eliyle topluma enjekte edilen Kürt algısı yine de gerçeklikten oldukça uzak ve kurgusaldır. Ve bütün çarpıcılığına rağmen kurgu, gerçeğin bir miktar çarpıtılmasıyla elde edilir. Bu çarpıtılmış gerçeğin, bir ucu sıradan vatandaşa da değen, devlet katında önemli çıkarlar, endişeler, korkulara bir tür yalancı ‘müsekkin’ yerine kullanıldığını söylemek için Satıh gibi kâhin olmaya gerek yoktur. Geçeğin çarpıtılmasıyla elde edilen bu kurgusal imgelerin, ‘bölünme’ başlığı altında sınıflandırılabilecek bir dizi korku ve endişeye, bunlara dayandırılan baskılara aynı zamanda, bürokrasiden iş dünyasına, siyasetten ekonomiye toplumun her alanında mümbit bir ‘çıkarlar’ skalasına meşruiyet sağladığı da sır değildir.
Oysa ne Kürtler ne de ‘Türk Ulusu’ olarak tesmiye olunan milletimizin geri kalanı, bu kurgusal imgelerle örtüşen bir ‘geçeğin’ içinde yaşamıyor. Üstelik gerçek, neredeyse namütenahi veçheleri olan bir olgudur. Hayatın dinamik ve dönüştürücü gücü her şeyi olduğu gibi bizzat gerçeği de dönüştürerek süreğen biçimde yeniden inşa ediyor. Sadece bir insan ömründe yaşanan değişimlere dair bireysel deneyim bile, katı ve kült bir gerçeğin varlığının muhal olduğunu idrake yeter de artar bile.
Devletlerin bir etnik yapıyla kaim olduğu fikri batıda iki yüz yılı aşkındır revaçta olsa da bizde nispeten yeni bir fikirdir. Devletin üzerinde oturduğu ana sütunlarından biri olmak bakımından demografinin yeknesaklığı, devletin kontrol kapasitesiyle birlikte anlamlı hale gelmiştir. Batıda ulus devletlerin kuruluş süreci, asiller ve elitlerin örgütlediği bir tür iş ve yatırım olgusudur. Nitekim batıda kurulmuş ulus devletlerin çoğunluğu, esasen söz konusu kesimlerin yatırım yaptığı savaşlarla kurulmuştur. Adına demokrasi dedikleri de üç aşağı beş yukarı söz konusu yatırımcıların devlete ‘ortaklar’ olarak egemen olmalarından ibarettir. Böylece eskiden bir tür aristokrat ‘sporu’ olan savaş, yurttaşlık haklarına (oy hakkı, güvenlik) karşılık olarak ulusa sadakatle mükellef ‘yurttaşın’ bir ödevi haline gelmektedir. Bu aşamada ulus devlet, bütün toplumsal kaynakları kontrol etme kapasitesine erişmiş, kümülatif olarak güçlenen devasa bir bürokratik baskı aygıtına ve bu baskı ve kontrol sürecine meşruiyet kazandıran bir ideolojik söyleme sahiptir. İşte etnik yeknesaklık olarak ‘ulus’ burada hayati önemdedir. Hemen tamamı ‘hayali cemaatler’ olan söz konusu ‘uluslar’ bir tarihsel anlatı üzerinden kurgulanır ve esasen bir ‘yatırım’ alanıdır.
Oysa demografi biyolojik anlamda ‘etnikten’ çok, coğrafya ve tarihin içinde köklenmiş kültür evreninde var olur. Büyük bir devamlılık ve hayatiyet arz eden bu kültürel kökler ve kodlar, İslam kültür evreninde ‘millet’ olarak adlandırılır ve etnik yapıyla bir ilgisi bulunmamaktadır. Bu nedenle bu topraklarda tarih ve coğrafyanın el ele oluşturduğu toplumsal yapı ve bu yapının üzerinde kurulu devlet batılı anlamda yatırım konusu ‘business’ bir devlet değil, tarih ve coğrafyayla köklenmiş bir ‘değer’ devletidir, ‘kerim’ vasıflı bir devlettir. Bundan sebep olsa gerek, Türkiye’deki ana akım milliyetçi ideolojilerin hemen tamamı ırk ve etnik köklere vurgu konusunda hemen her zaman ‘utangaç’ olmuşlardır. Cumhuriyetin kurucu ideolojisi olarak Kemalizm bile mevzuyu soy ve kökenden çok ‘kendisini Türk hisseden’ gibi oldukça muğlak bir şekilde tarif etmek durumunda kalmıştır. Ulusçu/milliyetçi çevrelerinin çoğunun Türklük tanımı, tıpkı din gibi içine girilip çıkılan, intisap edilen bir inanca benzemektedir. O halde şunu rahatlıkla söyleyebiliriz; devletin temel sütunlarından olan milletin tanımı, soy/etnik temelli değil değer temellidir. Nitekim Cumhuriyetin kuruluş yıllarında milletimizin ana ortak paydası etnik yapılar değil İslam dinidir. Etnik yapılar, diller, bölgesel farklılıklar milletin en fazla korunması gereken doğal renkleri, tabi haklarıdır. Dolayısı ile ‘milletin’ mündemiç olduğu etnik yapıların her birinin hakkının, hukukunun korunması, millet olmanın gerek şartıdır.(1)
Bu manada Cumhuriyetin kuruluş yıllarından itibaren ağır bir baskı ve asimilasyona tabi tutulan Kürtlerin, girişte bahse konu edilen kurgusal evrenin içinden değil, kendi gerçeklikleri içinden ele alınması elzemdir. On yıllara sâri PKK terörünün nihayet sonlanacağı gerçeği hem Kürtler hem de milletimizin geri kalanında belirgin bir rahatlamanın/sevincin yanı sıra kayda değer bir şaşkınlık yaratacağı aşikâr. Açık ki PKK terörü, Türkiye siyasetinde çift taraflı bir ‘konfor’ alanı yaratmış durumda. Şimdi gelen fesih kararıyla bu ‘konforlu alanın’ bozulduğu, siyasette ciddi tektonik sarsıntıların yaşandığı, bu kurgusal konforun yarattığı ezberlerle kolayca kontrol edilen toplumsal katmanları konsolide etmenin artık o kadar da kolay olmadığı açığa çıkmış durumadır.
Kürt toplumu veya PKK evreninde yaşayanlar ‘mağdur’ psikolojisinden çıkmanın şaşkınlığını, kafa karışıklığını yaşayacaktır. Benzer biçimde terör üzerinden varlık kazanan birçok siyasal ‘esnaf’ ve ‘sektör’ derin bir boşluğa düşeceklerdir. Nitekim, devlet aygıtının kor merkezleri ve ideolojik ‘sahiplerinin’ büyük bir kararlılıkla arkasında durdukları bu gelişmenin, devletin çeşitli katmanlarında, siyasette, medya elitlerinde şimdilik belli belirsiz homurtulara yol açtığı gözlenmektedir.
Devri kapanmış, ömrünü tamamlamış arkaik bir terör örgütün feshinin arka planında belli belirsiz endişelere yol açan şey, Kürtlerin gerçekliğidir aslında. 90’ların karanlığında büyük kısmı neredeyse birer ‘mülteci kampına’ dönüşen şehirler, şimdi ışıltılı caddeleri, ferah ve aydınlık mahalleleri, kayda değer biçimde dönüşen, modernleşen ahalisi ile, hem ‘Kürtlerin’ hem de ‘Türklerin’ zihnindeki imgeleri sarsmaktadır. Kayda değer bir orta sınıflaşmanın yaşandığı, şehirleşme oranı Türkiye ortalamasını yakalamış, daha yakın zamanda 8/10 çocuklu olan ailelerin yerini ülke ortalamasına benzer biçimde tek veya iki çocuklu küçük aile yapısının aldığı Kürt toplumu, PKK terörünün yarattığı sisin dağılmasıyla fark edilmektedir. Ülkeye, vatana sadakatleri, sahiplikleri, özgüvenleriyle Türk tesmiye olunan nüfustan geri kalmayan bu nüfusun şimdi artık kendini ifade etme, kendi gerçeklerini dile getirme, kendi doğallığıyla yaşama durumu toplumumuzun önünde durmaktadır. Muhtemelen önce Kürtler bu hakikatin şaşkınlığını yaşayacaklardır.
Kürtlerin Türkiye ve bölgedeki gerçekliğiyle yüzleşmek ve onları devlete ortak/egemen kılmanın yollarını aramak yerine, savaşa yatırım yaparak devlete ortak olmuş orta çağ derebeyleri hissiyatıyla zinhar ortak istemeyen tekaüt devlet memurlarının ve onlardan nemalanan sözde devlet elitlerinin uğursuz kehanetleri ise artık baygınlık hissi vermektedir. Çünkü ne bu topraklardaki devlet onların sandıkları şeydir ne de kendilerinin devlete sahiplik edecek bir vasıf veya salahiyetleri vardır. 50 yılın sonunda müflis hale gelmiş bir terör örgütünün uğursuz gölgesiyle kehanetlerde bulunan bu zevatı Satıh gibi uzman kahinlerle karşılaştırmak doğru olmaz lakin söz konusu tekaüt zevatın yaptığı da kehanetten ibarettir.
Yüz yıl önce yalanlar ve kurgular üzerine kurdukları rezil bir dikta rejiminin, milletin suhuletli ve sabırlı tavrıyla aşınarak yıkıldığını göremeyecek kadar gerçekten uzak olan bu zevatın konumu aslında milleti korkuttukları PKK tekaütleriyle aynı hizada durmaktadır. Her iki tarafın bildiği tek bir yol var: korku yaymak.
Ancak milletimiz bu oyunlara şerbetlidir. Ne her şeyin başına siyasi çözüm, demokrasi ve barış koyarak elli yıl millete kan kusturan PKK’nın, ne de avurtlarını doldurup gözlerini belerterek ‘vatan, millet’ diye sahte çığlıklar atanların bu millete vereceği şey zarardan başka bir şey değildir.
Sn. Mustafa Ekici paylaşımlarınızı makalelerin izi büyük bir keyifle takip edip bilgileri nizden çokça faydalanıyoruz. Ellerinize kollarınıza emeklerinize aklınıza sağlık şahsım bir Mardinli olarak canı gönülden seviyorum.
Allah’a emanet olun sağlıklı kalın🤲.