Trump’ın Sıradışı Diplomasisi

Trump’ın ikinci gelişinin hem Amerika, hem de dünya için ne tür sonuçlara yol açabileceğine dair daha pek çok yorum yapılacak. Diğer yandan Anayasal olarak Trump son kez Başkanlık yapacak. Başkan seçilmek için artık kimseye ihtiyacı olmadığı için önceki dönemine kıyasla kafasındaki politikaları hayata geçirmek için kendisini çok daha rahat hissedecek. Bu son döneminde “Odada Yetişkinler” olmayacak. Bu yüzden daha atak, daha sert ve daha kararlı şekilde hareket edecektir.
Şubat 25, 2025
image_print

Trump dış politikada da kişiden kişiye ilişkiye daha fazla değer veriyor ve bu sahadaki atamalarını kişisel yakınlık duyduğu isimlerden  seçiyor. Trump’ın bu tarafı, David Graham‘ın 13  Kasım 2017’de “The Atlantic” dergisinde yayınlanan “Trump İçin Kişilerarası İlişkiler Politiktir” makalesinde  irdeleniyordu. Graham, Trump’ın yabancı liderlerle görüşmelerinin genellikle “uluslararası diplomasinin dili” yerine “kişisel” konulara odaklandığına dikkat çekiyordu. Graham’a göre Trump’ın dış ilişkiler konusundaki tutumunu anlamak için özellikle önemli olan bir gözlem, yabancı liderlerde dost araması ve daha önce lideri ve devletinin politikasını eleştirmiş olsa bile başkalarının onayı ve övgüsüyle kolayca dikkatinin dağılmasıydı.

Robert O’Brien’ın da aralarında yer aldığı Trump yanlısı yorumculara göre Trump’ın dış politikası ve ticaret politikası, 1990’ların başından 2017’ye kadar uygulandığı şekliyle neoliberal enternasyonalizmin ya da küreselciliğin eksikliklerine bir tepki olarak doğru bir şekilde anlaşılabilir. Pek çok Amerikalı seçmen gibi Trump da “serbest ticaretin” pratikte böyle bir şey olmadığını ve pek çok durumda yabancı hükümetlerin ABD’nin ekonomik ve güvenlik çıkarlarına zarar vermek için yüksek gümrük tarifeleri, ticaret engelleri ve fikri mülkiyet hırsızlığı kullandığını anlamıştı. Diğer yandan yüksek askeri harcamalara rağmen, Washington’un ulusal güvenlik aygıtı 1991 Körfez Savaşı’ndan sonra çok az zafer kazanırken, Irak, Libya ve Suriye gibi yerlerde bir dizi kayda değer başarısızlık yaşamıştı.  Amerika’nın bu zayıflık ve başarısızlık bataklığı, Trump’ın ‘güç yoluyla barış’ı yeniden tesis etmesi için itekliyor. Keza aynı yorumculara göre bu ihtiyaç hiçbir yerde Çin ile olan mücadelede olduğu kadar acil değildir.

Yine analizcilere göre Trump’ın dış politikası genellikle ‘izolasyonist’ olarak tanımlanabilir, ancak bu tanımlama bazı yönleriyle karmaşık ve tartışmalıdır. Trump’ın izolasyonist eğilimleri, özellikle ABD’nin dış dünyadaki askeri ve ekonomik müdahalelerini sınırlamaya yönelik yaklaşımında görülüyor. Bununla birlikte, Trump’ın dış politikası geleneksel izolasyonizmden farklı olarak, Amerikan çıkarlarını ön plâna çıkaran “Önce Amerika” perspektifiyle şekillenmiştir. Bu, çoğu zaman daha pragmatik ve çıkarcı bir yaklaşım  içermektedir.

Trump, ilk başkanlık döneminde Amerika’nın Ortadoğu’daki askeri müdahalelerini ve dış askeri varlıklarını sınırlama çabalarıyla dikkat çekmişti. Özellikle Irak, Afganistan ve Suriye’deki Amerikan askeri varlıklarının azaltılmasını savunmuştu. Trump yönetimi Afganistan’daki savaşın sona erdirilmesi için Taliban ile anlaşma yapılması için girişimlerde bulunmuştu, yanı sıra Suriye’deki Amerikan askerlerinin çekilmesi kararını almıştı. Trump, Amerika’nın çıkarlarını ön plâna çıkararak, Amerika’nın gereksiz savaşlardan ve dış müdahalelerden uzak durması gerektiğini savunuyordu.

Trump, “sonsuz savaşlar” olarak nitelediği Orta Doğu’daki müdahaleleri sona erdirme söylemi izolasyonist bir bakış açısını yansıtıyordu. Zira bu tür müdahaleler genellikle Amerika’nın küresel çıkarlarını savunma adına yapılan müdahaleler olarak görülüyordu.  Öte yandan Trump’a göre çok taraflı anlaşmalar ABD’nin çıkarlarına uygun değildi. Bu anlaşmalar ABD’ye fazladan yük bindirmekten daha öteye gitmiyordu. Anlaşmanın diğer ortaklarıysa hep kazanan taraf oluyorlardı. Bu yüzden Trump ABD’yi“Paris İklim Anlaşması” ve “Trans-Pasifik Ortaklığı Anlaşması”ndan geri çekmişti.  –

Trump’ın Çin ile ticaret savaşları başlatması ve Avrupa dahil bir çok ülkeye ek tarifeler getirmesi de izolasyonist bir bakış açısıyla bağlantılıydı. Trump’ın istediği şey iyi tanımlanmış ve iyi müzakere edilmiş “ikili anlaşmalar”dı. Trump’ın ilk dönemindeki dış politikasındaki en belirgin özelliklerden biriyse ticareti merkeze almasıydı.  Trump Çin ve diğer ülkelerle olan ticaret açıklarını küçültmek için korumacı politikalar izledi.  Trump’ın gümrük tarifeleri ve ticaret bariyerleri uygulaması, Amerika’nın çıkarları doğrultusunda dış ticaret ilişkilerini yeniden şekillendirme çabasıydı. Ancak bu yaklaşım, bazı açılardan ulusal çıkarları savunma olarak tanımlanabilir ve geleneksel izolasyonizmin ötesinde ekonomik milliyetçilik olarak da değerlendirilebilirdi.

Trump benzer bir tutumunu NATO gibi çok taraflı savunma ittifakları için de göstermişti. Trump NATO’da malî ve askerî yükübüyük ölçüde ABD’nin üstlenmiş olmasını şiddetle eleştiriyordu. Trump’ın yaklaşımı, NATO üyeliğinin Amerika’nın çıkarlarına ne ölçüde hizmet ettiğini sorgulamak ve müttefik ülkelerin savunma harcamalarına katkı sağlamadıkları takdirde Amerika’nın daha az müdahil olacağı görüşünü öne çıkarmaktı.  Bu yaklaşım tam anlamıyla izolasyonizm olarak görülmese de, Amerika’nın küresel sorumluluklarını azaltmaya yönelik bir politika olarak görülebilir. Yine bazı yorumculara göre Trump’ı “izolasyonist” olarak tanımlamak, Amerikan çıkarlarını savunma ve dış müdahalelerden kaçınma konusundaki yaklaşımını anlamak açısından doğru olabilir, ancak bu tam anlamıyla izolasyonist bir politika değildir. Bu politikayı daha çok Amerika’nın çıkarlarını öne çıkaran pragmatik ve milliyetçi bir dış politika ile ilişkilendirmek gerekiyor. Bu politikalar, globalleşmeden çekilme ve askeri harcamaları sınırlama gibi izolasyonist temalar taşırken, aynı zamanda ABD’nin küresel güç olarak varlığını sürdürme amacını da taşıyordu.  Yani, Trump’ın dış politikası genellikle izolasyonist olarak adlandırılabilecek bazı yönlere sahip olsa da, onun dış politika duruşu daha çok Amerikan çıkarlarının korunması ve küresel müttefiklerle ilişkilerde pragmatik bir yaklaşım üzerine odaklanıyordu.

Trump’ın “Önce Amerika” politikası, Cumhuriyetçi Parti’de, daha doğrusu partinin Trumpçı tabanında  izolasyonist eğilimleri güçlendirdi. Bu politika, ABD’nin iç sorunlarına odaklanmasını, dış müdahalelerden kaçınmasını ve uluslararası işbirliklerine daha fazla mesafe koymasını gerektiriyordu. Öte yandan Trump etkisiyle güçlenen izolasyonist eğilim ABD Kongresi’ndeki ana akım Merkezci, küreselci Cumhuriyetçileri çok rahatsız etti. Cumhuriyetçi Parti’nin bu kanadı, Amerika’nın küresel liderliğini ve uluslararası ilişkilerdeki sorumluluklarını savunuyorlar. Lindsey Graham ve Mitch McConnell gibi önde gelen Merkez Sağ Cumhuriyetçi Senatörler ABD’nin müttefikleriyle güçlü bağlar kurmayı, NATO’yu desteklemeyi savunuyorlar.

Genç Cumhuriyetçiler arasında daha izolasyonist bir dış politika savunulurken, geleneksel merkez Sağ kanat bu eğilimlere karşı çıkıyorlar. Bu çatışma, eğer Trump izolasyonist çizgisini istikrarlı bir şekilde sürdürürse parti içinde dış politika konusunda çok ciddi bir bölünmeye de sebebiyet verebilir.

Cumhuriyetçi Parti içindeki izolasyonist eğilimlerin gelecekte daha belirgin hale gelip gelmeyeceği, daha çok, partinin içindeki güç dinamiklerine ve Amerika’nın dış politikadaki yeni önceliklerine bağlı olarak şekillenmesine bağlı görünüyor. Bu bakımdan Trump’ın ikinci döneminde izleyeceği politika hem ABD için, hem de Cumhuriyetçiler için ayrıca önem taşıyor.

Bazı yorumlara göreyse Trump’ın “Önce Amerika” yaklaşımı uygulanabilir bir alternatif değildir. Sıklıkla “izolasyonizm” olarak yanlış etiketlenmesine rağmen, Trump’ın önerdiği şey agresif tek taraflılık ya da siyaset bilimci Barry Posen‘in “illiberal hegemonya” olarak adlandırdığı şeydi. İlliberal hegemonya kurallara bağlı olmayan ve sadece kendi çıkarlarını gözeten, yerleşik Washington siyaset kurumu(Blob) ve bedavacı uluslararası müttefikler tarafından soyulmayan bir Amerikan vizyonudur.  “Ulusal Muhafazâkâr”  olarak nitelenen ABD Başkan Yardımcısı JD Vance, Cumhuriyetçi Kurultay’da yaptığı konuşmada bu temayı işleyerek, kendisinin de görev yaptığı Irak savaşıyla ilgili kişisel hayal kırıklığı hikayesini, elitlerin başarısızlığı ve cezasızlığı üzerine daha geniş bir anlatıya dönüştürmesiyle dikkatleri çekmişti.

Trump’ın kafayı taktığı hususlardan birisi de ABD’nin dış yardımlarıydı. Trump Ukrayna’ya yapılan mali-askeri yardımların bir hibe şeklinde değil kredi olarak verilmesini istiyor. Bu, ABD’nin diğer ülkelere yaptığı yardımları da kapsıyor.  Trump, otomatik olarak hareket eden ve ABD Kongresi tarafından fonlanan kurumları da kaldırmaktan yana.  Daha önce yaptığı açıklamada Trump, borç olarak verilmediği sürece hiçbir ülkeye dış yardım yapılmamalıdır.  Trump’a göre olağanüstü iyi koşullarda, ancak şartlı olarak borç verilebilir. Borç verilen ülke ABD’ye karşı çıkarsa, ya da gelecekte zengin olur ise bu borcu geri ödemelidir. Yani ABD’den borç alan bir ülke, bunu geri ödememe gibi bir umuda asla kapılmamalıdır. Bu şartları içermeyen yardımlar ABD için sadece aptallıktır.

 

JACKSON’CU AMERİKA GERİ Mİ DÖNÜYOR?

Trump’ın dış politika tutumunun anlaşılmasını sağlayacak  bir diğer model ise eski ABD Başkanlarından Andrew Jackson’a atfediliyor. Trump, Jackson’ın dış politika yaklaşımına büyük önem veriyor. “Jackson yaklaşımı”ysa harekete geçmeye zorlandığında odaklanmış ve güçlü olmak ama aşırıya kaçmaktan sakınmak olarak özetleniyor. Bazı analizcilere göre ikinci Trump dönemi Jacksonvari bir gerçekliğe dönüş olacak.

Trump’ın ilk başkanlık döneminde oval ofise Andrew Jackson’ın bir portresini asmış olması, Jackson’a hayranlığının bir ifadesiydi.  Bu portre Trump’ın Jacksoncu bir dış politika izlemeyi amaçladığına dair bir gösterge olarak yorumlanıyor.

Geçtiğimiz günlerde Trump’ın Danimarka Krallığına ait Grönland’ın ABD’ye ait olması gerektiğini söylemişti. Hatta Trump adanın askeri güç kullanarak elde etme seçeneğini bile dışlamamıştı. Trump ayrıca Kanada’nın ABD’nin 51. Eyaleti olması gerektiğini dile getirmiş, diğer bir yandan da Panama Kanalı’ndaki geçiş ücretlerinin düşürülmemesi halinde kanalın ABD’ye iadesini düşüneceğini de ifade etmişti. Trump’ın bu açıklamaları dünyanın gündemine bomba gibi düşmüştü.

Bu açıklamalar Trump’ın liberal, kurallara dayalı uluslararası hukuk düzenini nasıl gördüğüne dair önemli bir işaret olarak görüldü. Bu bağlamda Amerikan medyasında Trump’a yakıştırılan Jackson’cı atıflara tekrar yer veriliyordu.  Nitekim ABD’de yayınlanan etkili politika haber sitelerinden “Vox”ta,  “Trump’ın emperyal hırslarının derin Amerikan kökleri/ Yeni başkanın Kanada ve Grönland’a yönelik tasarımları çok eski bir Amerikan geleneğine uymaktadır” başlıklı bir makale yer aldı. 15 Ocak tarihli makalenin yazarı Zack Beaucamp’a göre Trump kesinlikle bir “Yeni Muhafazakâr(Neocon)” olmasa da, farklı ve daha eski bir tür milliyetçi şahin, yıllardır gerçek sömürgeci fetih savaşları öneren ateşli bir militaristtir.

Zack Beaucamp yazısında Kanada’yı 51. Eyalet  olmaya zorlamak için “ekonomik güç” kullanmak, Danimarka’yı Grönland’ı ABD’ye satmaya zorlamak için Danimarka mallarına gümrük vergisi koymak,  Panama Kanalı’nın kontrolünü geri almak ve Grönland’ı ele geçirmek için ABD ordusunu kullanmak, uyuşturucu kartelleriyle savaşmak için Amerikan birliklerinin Meksika’ya gönderilmesine izin verecek bir idari emir yayınlamak  gibi başlıklara yer veriyordu. Yazara gör bu fikirler akla yatkınlık açısından farklılık gösteriyordu. Kanada’nın ABD’nin bir parçası olma ihtimali yoktu ama Trump’ın Kanada’ya (ya da Danimarka veya Panama’ya) ekonomik olarak yıkıcı gümrük vergileriyle zorbalık yapmaya çalışması mümkündü. Trump’ın Meksika’ya açacağı bir savaş kulağa uçuk gelse de, Trump bu konuda yıllardır ciddi ciddi konuşuyordu. Partisinin büyük bir kısmı da aynı fikirdeydi.

Trump’ın Amerikan genişlemesi fikrinden neden bu kadar büyülenmiş göründüğünü sorgulayan Zack Beaucamp’a göre cevap basitti: Trump eski usul bir Amerikan emperyalistidir.

Yazara göre Trump kendi emperyalizmine kendine özgü nedenlerle ulaşmıştır. Ancak Trump’ın yaklaşımı, ABD dış politikasının şekillenmesinde tarihsel olarak oldukça etkili olan uzun bir Amerikan milliyetçi emperyalizm geleneği ile ürkütücü bir şekilde uyumludur. Okyanus ötesi ittifaklara düşman olduğu için sıklıkla izolasyonizm ile karıştırılan bu gelenek, aslında özellikle Amerika kıtasında istediğini elde etmek için güç kullanmaya oldukça isteklidir.  Yazara göre Trump, “Jacksoncı emperyalizm”in mirasını takip ediyor.

Zack Beaucamp, dürtülerinin Trump’ı yönlendirdiğini, daha çok içgüdüsel olarak edindiği bir dizi inancın onu eski tarz bir emperyalist gibi düşünmeye sevk ettiğini savunuyor. Trump’ın başkaları tarafından kontrol edilen topraklar ve kaynaklar üzerinde resmi kontrolü ele geçirmek için zorlayıcı siyasi gücün kullanılmasını önermesinin sebebi de budur.

Öte yandan yazara göre Trump, özünde, daha fazla fiziksel şeye sahip olmanın daha iyi olduğuna inanan bir “emlak geliştiricisi” olmaya devam ediyor. Sürekli olarak “kazanmaktan” bahsediyor ki bu da Trump için herkes tarafından en büyük ve en iyi olarak görülmek anlamına geliyor. Trump anlaşmaların sıfır toplamlı olduğuna inanıyor: Her zaman bir kazanan ve bir kaybeden vardır. Trump da, en azından davranışlarına bakılırsa, kuralların enayiler ve küçük insanlar için olduğuna inanıyor gibi görünüyor. Yine  Yazara göre Trump’ın dış ilişkilere yaklaşımı geleneksel anlamda ideolojik olmasa da, Amerikan dış politika düşüncesindeki 200 yıllık bir eğilime uyuyor.  Bu eğilim, Prof. Walter Russell Mead‘in Başkan Andrew Jackson’a atfen “Jacksonian gelenek” dediği şeydi. Mead’in terminolojisine göre Jacksoncular, Amerika’nın dünyayı daha iyi bir yer haline getirmek için özel bir yükümlülüğü olduğu yönündeki liberal ya da Neocon inancı paylaşmazlar. Jacksoncular ABD’yi her ne pahasına olursa olsun çatışmalardan uzak tutmayı amaçlayan izolasyonistler de değildirler. Aksine, büyük ölçüde ulusal gurur duygusuyla hareket ederler. Jacksoncu ulusal gurur duygusu Amerika’nın saygı görmesi gereken büyük bir ülke olduğuna, gerekli gördüğü her şekilde kendini güvence altına almaya hakkı olduğuna dair derin, içgüdüsel bir inancı içerir.

Yazarın Walter Russel Mead’den aktardığı bilgilere göre Jacksoncular uluslararası anlaşmalara ve çok taraflı örgütlere düşmandırlar ve bunları Amerika’nın hareket özgürlüğünün kısıtlanması olarak görürler. Jacksoncular, savaşta Amerikalıların sivillerin hayatına mal olacak maliyete pek aldırmadan acımasızca zafer peşinde koşması gerektiğine inanırlar. Toprak söz konusu olduğunda Jacksoncular, Amerika Birleşik Devletleri’nin Amerika kıtasına hükmetmeye, Amerikan büyüklüğünün bir göstergesi olarak sınırlarını genişletmeye her türlü hakkı olduğuna inanırlar. Jackson döneminde hükümet yerli kabileleri yerlerinden etmek ve Amerikalı yerleşimciler için topraklarını ele geçirmek amacıyla daha açık bir sömürge politikasına yöneldi. Ancak  “Jackson yayılmacılığı” Andrew Jackson’dan daha uzun ömürlüydü ve 1846’da Meksika-Amerika Savaşı’nın tetiklenmesinde önemli  rol oynadı. ABD’yi 1898’de Hawaii’yi ilhak etmeye, İspanya-Amerika Savaşı sırasında İspanya’nın sömürge topraklarının çoğunun kontrolünü ele geçirmeye yönelten de buydu.

Zack Beaucamp’ın verdiği bilgilere göre 1990 yılında, Trump’ın saygı duyduğu Cumhuriyetçi stratejist ve politikacı Pat Buchanan, Kanada ve Grönland’ın ilhak edilmesini önererek “21. yüzyılın İkinci Amerikan Yüzyılı” olmasını sağlamayı amaçlıyordu.  Tabii daha başkaları da aynı düşünceydiler.

Amerika’nın kıtada kendi iradesini uygulamaya hakkı olduğu fikri hem Trump’ın ruhunda hem de daha geniş Amerikan ruhunda derin köklere sahipti.  Yine yazara göre ilhakçılık pek olası görünmese de, komşularını acımasızca iterek Amerikan büyüklüğünü gösterme dürtüsünün daha küçük tezahürleri son derece mümkündü. Trump’ın, Ottawa’da Amerikan bayrağı dalgalandıracak kadar ileri gitmese bile, komşularını boyun eğme jestleri yapmaya zorlamak için tasarlanmış gümrük vergileri gibi adımlar attığını hayal etmek çılgınca değil. Jacksoncı dirilişin Amerikan birliklerinin 100 yıldan uzun bir süredir ilk kez Meksika topraklarında savaşa girmesine nasıl yol açabileceğini görmek de son derece kolay, hatta korkutucu derecede kolaydı. Yazarın son cümleleri böyleydi.

 

JACKSONCU GELENEK VE TRUMP

Kimisi “Kurucu Babalar” arasında yer alan Amerikan Başkanları kendi dönemlerine damgasını vuran ve sonraki dönemleri etkileyen politikalarıyla anılıyorlar. Thomas Jefferson, Alexander Hamilton, John Quincy Adams, Andrew Jackson, Woodrow Wilson, Franklin D. Roosevelt bu türden Amerikan başkanlar arasında sayılıyorlar. Bu isimler dış politikada öne çıkan görüşleriyle de ekol olarak anılıyorlar

Vox” yazarı Zack Beaucamp’ın yazısında yer verdiği Prof. Walter Russell Mead Dış İlişkiler Konseyi(CFR)” ve “Hudson Enstitüsü” bağlantılarıyla bilinen şöhretli bir akademisyen. Daha çok Amerikan dış politikası ve devlet adamlığıyla ilgili çalışmalara imza atan Mead’ın “Wall Street Journal” gazetesinde yayınlanan 20 Ocak 2025 tarihli yazısının başlığı “Amerikan istisnacılığı geri döndü” idi. Yazının alt başlığıysa “Trump, teknoloji patronları ve popülistlerden oluşan potansiyel olarak güçlü bir koalisyon kurdu” şeklindeydi.

Prof. Mead yazısına “ Dünya Donald Trump’ın ikinci gelişine hazırlanırken, pek çok kişi onun iktidara dönüşünün Amerikan istisnacılığının sonu anlamına geleceğinden korkuyor ve bazıları da bunu umuyor. Bence Bay Trump’ın dönüşü bunun tam tersi anlamına geliyor” diye başlıyordu. Mead’e göre Trump’ın dikkat çekici siyasi toparlanması, iki yüzyılı aşkın süredir ABD’yi dinamik kapitalizmin kaçınılmaz olarak getirdiği kargaşa ve kaosa karşı benzersiz şekilde kucak açan Amerikan kültürel güçlerinin kalıcı gücünü gösteriyordu.

Salt bu cümleler bile Trump’ın yeni dönemde izleyebileceği dış politikayı tahmin etmek bakımından birçok zorluğa, belirsizliğe işaret ediyor. Yani,  herkesin bir Trump’ı var.

Amerikan Jacksonculuğu” günümüzde ne anlama geliyor?  Dahası, Jackconcu dünya görüşü Trump’ı hangi başlıklarda etkilemiş olabilir?  Bu sorulara cevap bulmak için Walter Russel Mead’in 1999’da “Jacksonian Geleneği” başlığıyla “National Interest” dergisinde yayınladığı makale yararlı olacaktır. “Vox” yazarı Zack Beaucamp kısmen yer vermişti.

Prof. Mead, Başkanlığından bu yana her siyasi partinin Jackson’ın öncülük ettiği sembolizmden, kurumlardan ve güç araçlarından yararlandığını belirtiyordu. “Jacksoncu Amerika”nın, Richard Nixon döneminde Cumhuriyetçi Parti’ye kaydığını belirten Mead, “Jacksoncu siyasi bağlılığın geleceği, 21. yüzyıl siyasetinin anahtarlarından biri olacaktır” diyordu. Makalede ilginç bulduğum diğer başlıklar şöyleydi:

“Jeffersoncular Soğuk Savaş sırasında ana akım siyasi düşüncede en güvercin akımı oluştururken, Jacksoncular en tutarlı şahin akımı oluşturuyordu.”

“Jeffersoncular ifade özgürlüğünü koruyan ve federal bir din kurumunu yasaklayan Birinci Değişikliğe en derinden bağlıyken, Jacksoncular silah taşıma hakkı olan İkinci Değişikliği özgürlüğün kalesi olarak görürler. Jeffersoncular “Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği”ne, Jacksoncular ise “Ulusal Tüfek Derneği”ne katılırlar. Bunu yaparken, her ikisi de özgürlük barikatlarında durduklarına ikna olmuşlardır.”

“Jacksonculuk entelektüel ya da siyasi bir hareket olmaktan ziyade Amerikan halkının büyük bir kısmının sosyal, kültürel ve dini değerlerinin bir ifadesidir. Jacksonian popülizm bir halk ideolojisidir.  Tarihsel olarak Amerikan popülizmi, Aydınlanma fikirlerinden ziyade, bu ülkeye ilk yerleşen İngiliz sömürgecilerin topluluk değerlerine ve kimlik duygusuna dayanmaktadır.”

“Jackson Amerikası birbiri ardına siyasi liderler ve hareketler üretmiştir ve üretmeye devam edecek gibi görünmektedir.  Öngörülebilir gelecekte ABD’nin hem dış, hem de iç politikası üzerinde önemli bir etkiye sahip olmaya devam etmesi muhtemeldir.”

“Jackson kültürü ateşli silahlara ve onlara sahip olma ve kullanma özgürlüğüne değer verir. Jackson’lılar savunma için silahlanırlar: evlerini ve insanlarını hırsızlara karşı; federal hükümetin gasplarına karşı; ve Birleşik Devletler’i düşmanlarına karşı. Jacksoncu Amerika askerlik hizmetini kutsal bir görev olarak görmektedir.”

“Amerikan tarihinin büyük bölümü boyunca Jacksoncu topluluk, pek çok Amerikalının otomatik olarak ve kesinlikle dışlandığı bir topluluk olmuştur: Kızılderililer, Meksikalılar, Asyalılar, Afrikalı Amerikalılar, bariz cinsel sapkınlar ve Protestan kökenli olmayan yeni göçmenlerin hepsi bunun acısını hissetmiştir. Tarihsel olarak kanunlar bu insanları ekonomik baskıya, sosyal ayrımcılığa ve yaygın linçler de dahil olmak üzere çete şiddetine karşı korumakta çaresiz kalmıştır. Yasa koyucular kanun çıkarmaz, çıkarsalar bile şerifler tutuklamaz, savcılar yargılamaz, jüriler mahkum etmezdi.”

“Jacksoncu dış politika, Jacksoncu değerler ve iç politikadaki hedeflerle ilişkilidir. Jacksoncular için Amerikan halkının öncelikli hedefi ne Hamiltoncular’ın aradığı ticari ve endüstriyel politika, ne Wilsoncular’ın aradığı ahlaki değerleri destekleyen idari mükemmellik,  ne de Jeffersoncu özgürlüktür. Jacksoncular, hükümetin halk topluluğunun refahını -siyasi, ahlaki, ekonomik- arttırmak için elinden gelen her şeyi yapması gerektiğine inanır. Ahlaki duyguları ihlal etmediği veya Jacksoncuların günlük yaşamlarında gerekli olduğuna inandıkları özgürlükleri ihlal etmediği sürece, bu amaca hizmet eden her türlü araca izin verilebilir.”

“Genel olarak, diğer ekoller demokrasimizin temsili karakterini memnuniyetle karşılarken, Jacksoncular doğrudan kurumlardan ziyade temsili kurumları gerekli kötülükler olarak görme ve hükümetlerin pikniklerin karıncaları ürettiği gibi yolsuzluk ve verimsizlik ürettiğine inanma eğilimindedir. Her yönetim yozlaşacaktır; her Kongre ve yasama organı bir dereceye kadar lobicilerin oyuncağı olacaktır. Kariyer politikacıları doğaları gereği güvenilmezdir; eğer hayatını tuvaletin etrafında vızıldayarak geçiriyorsa, muhtemelen bir sinektir.”

“Jacksoncular için orduya para harcamak hükümetin yapabileceği en iyi şeylerden biridir. Evet, Pentagon verimsiz ve müteahhitler devleti soyup soğana çeviriyor. Ancak tanımı gereği Savunma Bakanlığı’nın yaptığı iş – ulusu savunmak – Jacksoncu orta sınıfa bir hizmettir. Evet, Pentagon parasını daha dikkatli harcamalıdır, ancak bebeği banyo suyuyla birlikte atmayalım. “

“Jacksoncular ‘Gordion Düğümleri’nin kesilmek için orada olduğuna inanırlar.”

“ Jacksonculuk Amerikan yaşamında pek çok akademisyen ve uygulayıcının dış ilişkilere yönelik yaklaşımların en sofistike olanı olarak gördüğü klasik realizmin temelini oluşturur.”

“Jacksoncular uluslararası yaşamın hem anarşik hem de şiddetli olduğuna ve öyle kalacağına inanırlar. Bu yüzden Birleşik Devletler uyanık ve güçlü bir şekilde silahlanmış olmalıdır. Zaman zaman önleyici savaşlar yapılabilir. Yabancı hükümetleri yıkmak ya da kötü niyetleri açık olan yabancı liderlere suikast düzenlemekte kesinlikle yanlış bir şey yoktur. Dolayısıyla Jacksoncılar, uluslararası hukukun incelikleri konusunda endişelenmektense siyasi liderleri güçlü tedbirler almadıkları için suçlamaya daha yatkındırlar.”

“Amerikan toplumundaki tüm büyük akımlar arasında Jacksoncular uluslararası hukuka ve uluslararası kurumlara en az saygı duyanlardır. Yazılı hukuk yerine örf ve adet kurallarını tercih ederler ve bu, evdeki kişisel ilişkilerde olduğu kadar uluslararası alanda da geçerlidir. Jacksoncular ABD’nin savaşmak için açık bir şekilde ahlaki bir nedeni olması gerektiğine inanmazlar. “

“Körfez Savaşı, Jacksoncu çevrelerde popüler bir savaştı çünkü ülkenin petrol arzının savunulması Jacksoncu görüşün ilgisini çekti. Irak’ın Kuveyt’teki sözde barbarlıklarına ilişkin vahşet propagandası Jacksoncuları savaşa teşvik etmediği gibi, ABD’nin BM Şartı uyarınca bir üye devleti saldırıya karşı savunma yükümlülüğüne ilişkin hukuki argümanlar da savaşa teşvik etmemiştir. Bunlar Wilsoncular için kullanışlı argümanlardır,  ancak Jacksoncular için pek bir anlam ifade etmezler.”

“Ulusal çıkarlara yönelik açıkça tanımlanmış bir tehdidin olmadığı durumlarda Jacksoncu görüş çok daha az agresiftir. Örneğin, ABD’nin Bosna’ya müdahalesi konusunda pek hevesli olmamıştır. Orada tarifsiz zulümlere dair kanıtlar Kuveyt’tekinden çok daha fazlaydı ve müdahale için yasal gerekçe bir o kadar güçlüydü. Yine de Jacksoncu görüş, ABD’nin çıkarlarına yönelik bir tehdit görmüyordu ve Wilsoncular, nüfusun savaş için aktif olarak istekli olan tek kesimiydi.”

“I. Dünya Savaşı’nda Jacksoncu görüşü savaşın gerekli olduğuna ikna etmek için Amerikan gemilerinin tekrar tekrar batırılması gerekti. İkinci Dünya Savaşı’nda, ne “Nanking Tecavüzü”ne de Avrupa’daki Nazi yönetiminin zulmü ABD’yi savaşa sürükledi. ABD’yi savaşa Pearl Harbor saldırısı çekti.”

“George Bush’un ‘Yeni Dünya Düzeni’ çağrısı Jacksoncu kulağa belirgin bir şekilde Orwellci bir çağrışım yapıyordu. “

“Ciddi anlamda kötü ekonomik zamanların gelmesi halinde, Jacksoncu dünyadaki paranoyak unsurun etkili bir liderlikle halkın öfke ve paniğini iktidara taşıma potansiyeli her zaman mevcuttur.”

“Jacksoncu dış politikanın bir başka yönü, derin ulusal onur duygusu ve buna bağlı olarak -gerçekte ve başkalarının gözünde- bir onur kuralının gereklerini yerine getirme ihtiyacıdır. Bu kodun siyasi önemi küçümsenmemelidir; Amerikalılar ulusal onur meseleleri yüzünden savaşa girme yeteneğine sahiptir. 1812 Savaşı, Jacksoncu duyguların, İngiltere’nin sürekli ulusal aşağılamalarına duyulan kızgınlık nedeniyle savaşa zorlamasının bir örneğidir.”

“İtibar, Jacksoncuların bireysel onurları için olduğu kadar uluslararası yaşamda da önemlidir. Jackson’cıların hayal gücünde onur, kişinin sadece kendi içinde ne hissettiği değildir; aynı zamanda kişinin dünya genelinde sahip olduğu saygı ve itibarla da ilgilidir. Davranışlarımız ve elde ettiğimiz çözüm, dünya genelindeki itibarımızı arttırmalıdır.”.

“Atom bombasını kullanmaya karar veren Amerikalılar, silahın kullanılmasının sadece Amerikan askerlerinin değil, tüm insanların hayatını kurtardığı konusunda haklı olabilirler. Her halükarda Jacksoncular bombayı kullanmaktan çekinmediler. General Curtis LeMay bir röportajında, ‘Size savaşın ne olduğunu söyleyeyim. İnsanları öldürmeniz gerekir ve yeterince öldürdüğünüzde savaşmayı bırakırlar’ demiştir.”

“Amerika’nın Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atmasına çok sayıda eleştiri yapılmıştır. Bu eleştiriler, bombalamaların apaçık haklı ve doğru olduğu yönündeki Jacksoncu görüş üzerinde en ufak bir etki yaratmadı. Jacksoncu görüşün nükleer silah kullanmamayı kabul etmesinin tek nedeni misilleme ihtimalidir.”

“Jacksoncu savaş kurallarından ilki, savaşların mevcut tüm güçle yapılması gerektiğidir. Sınırlı güç kullanımı son derece iğrençtir. Jacksoncular savaşı ya ‘açık’ ya da ‘kapalı’ bir anahtar olarak görürler. Ya uğruna savaşılacak kadar önemlidir -ki bu durumda her şeyinizle savaşmalısınız- ya da değildir, ki bu durumda kendi işinize bakmalı ve evinizde oturmalısınız. Sınırlı bir savaşa girmek, bir Amerikan başkanının verebileceği en maliyetli siyasi kararlardan biridir – ne Truman ne de Johnson bundan kurtulabilmiştir.”

“Jacksoncu savaş düşüncesindeki ikinci anahtar kavram, Amerikan kuvvetlerinin stratejik ve taktiksel hedefinin mümkün olduğunca az Amerikan zayiatıyla düşmana irademizi kabul ettirmek olduğudur. Jacksoncu askerî onur kuralları savaşı bir spora dönüştürmez.”

“Jacksoncuların savaşların nasıl sona ermesi gerektiği konusunda da güçlü fikirleri vardır. General MacArthur’un dediği gibi ‘zaferin yerini hiçbir şey tutamaz’ ve zaferin tek kesin işareti düşman kuvvetlerinin kayıtsız şartsız teslim olmasıdır. Jacksoncu görüş, Amerikan silah ve taktiklerinin sınırlandırılmasına nasıl içerliyorsa, zaferden uzak durulmasına da aynı şekilde içerlemektedir.”

“Hükümetin temel amacının orta sınıfın yaşam standartlarını korumak olduğuna inanan Jacksoncu görüş, içgüdüsel olarak korumacıdır; ABD malları için yurtdışında ticari ayrıcalıklar arar ve bu ayrıcalıkları yabancı ihracattan esirgemeyi umar. “

Amerikan tarihinde Jacksoncu etkisi muazzam olmuştur ve olmaya devam etmektedir. Amerika Birleşik Devletleri Jacksoncu destek olmadan büyük bir uluslararası savaşa giremez; bir kez girdikten sonra da politikacılar Jacksoncu şartlar dışında savaşı güvenli bir şekilde sonlandıramazlar.”

“Amerikan politikasının gidişatını tahmin etmek isteyen herkes için Jacksoncu inanç ve değerlerin yapısını anlamak elzemdir.”

 

TRUMP ŞİMDİ DE “MCKİNLEY” DEDİ

Donald Trump 20 Ocak Pazartesi günü Başkanlık Yemin Töreni’nde yaptığı konuşmada eski ABD Başkanlarından William McKinley’e atıf yaparak,  “Başkan McKinley ülkemizi gümrük tarifeleri ve yetenekleri sayesinde çok zengin yaptı. O doğal bir iş adamıydı”diyordu.  Hemen hatırlatalım, Mart 1897’den Eylül 1901’e kadar Başkanlık yapan McKinley döneminde ABD emperyalist savaşlar yapmak suretiyle topraklarını genişletmişti. ABD’nin bu dönemde ülke dışında(Filipinler) askeri müdahaleyle toprak genişletmesi Amerikan siyasi çevrelerinde şiddetli tartışmalara yol açmıştı.

Diğer yandan Trump’ın hayranlıkla değindiği gibi McKinley korumacı gümrük tarifelerinin çok güçlü bir savunucusuydu. Bu tür vergilerin amacı, Amerikan imalatının iç pazarda yabancı rakiplerine göre fiyat avantajı sağlayarak gelişmesini sağlamaktı. Trump’ın McKinley’e yaptığı atfın korumacı gümrük tarifeleriyle ilgili olması, yeni dönemine “ticaret savaşları”nın damga vuracağının işareti olarak görülebilir.

Yemin Töreni Konuşmasında dünyanın gördüğü en güçlü orduyu kurma sözü veren Trump, Panama Kanalı’nı geri alacağını, “Meksika Körfezi”nin ismini “Amerika Körfezi” olarak değiştireceğini vurguluyordu. Amerikanın kendisini bir kez daha büyüyen,  topraklarını genişleten,  şehirleri inşa eden, beklentilerini yükselten,  bayrağını yeni ufuklara, hatta Mars’a taşıyan bir ulus olarak göreceğini belirten Trump şunları da söylüyordu:

”Başarımızı sadece kazandığımız savaşlarla değil, aynı zamanda sona erdirdiğimiz savaşlarla ve belki de en önemlisi hiç girmediğimiz savaşlarla ölçeceğiz. Amerika yeryüzündeki en büyük, en güçlü ve en saygın ulus olarak hak ettiği yeri geri alacaktır”

Trump’ın bu cümlesinde “izolasyonizm” de var, “istisnacılık” da var, “müdahalecilik” de var. İsteyen, istediği anlamı çıkarabilir. Cümle, “İyi, Kötü ve Çirkin” filminin fragmanları gibi duruyor. Hangi yüzü göstereceğine Trump karar verecek.

Acaba Trump, Andrew Jackson’dan William McKinley’e mi geçti?  Ya da ikisinin bir karışımı mı olacak?  Bu karışıma “Monroe Doktrini”nin kurucusu James Monroe’yu da mı ilave etmek gerekecek? Trump’ın politika vaatleri üç başkandan da güçlü izler taşıyor. Trump’ın Kanada, Panama, Grönland ve Meksika ile ilgili kurduğu cümleler akla ilk olarak Monroe’yu getiriyor, Amerikan Başkanı Monreo 1823 yılında Kongre’ye hitaben yaptığı bir konuşmada ABD’nin Latin Amerika’ya yabancı güçlerin müdahalesine karşı çıkacağını ilân etmişti.  Monreo Doktrini’nin en basit tanımlanması bu şekildeydi.

Öte yandan Trump’ın Dış İşleri Bakanlığına getirdiği Küba asıllı Senatör Marco Rubio Latin Amerika’yla çok fazla ilgili bir siyasetçi. ABD’nin Küba’ya uyguladığı ablukanın en şahin savunucularından olan Rubio Venezuela, Nikaragua gibi ülkelerde rejim değişikliğini desteklemesiyle tanınıyor.

Miras Vakfı”nda(Heritage Foundation)  ulusal güvenlik ve dış politika konularında Başkan Kıdemli Danışmanı olan Dr. James Jay Carafano  ise Cumhuriyetçiler’in Latin Amerika’ya ilgilerini “Monroe Doktrini’nin gençleştirilmesi” olarak nitelendiriyor. Carafano 8 Temmuz 2024’te kaleme aldığı “Batı Yarımküre için yeni bir Monroe Doktrini mi?” başlıklı yazısında Trump’ın Başkan seçilmesi halinde uygulamaya konulacak bu stratejiyi “Latin Amerika’ya dönüş” olarak adlandırıyordu.  Carafano Monroe Doktrini’nin bir zamanlar Güney Amerika’yı ABD’nin güvenlik bölgesi olarak tanımladığını, Çin ve Rusya’nın kıtaya jeopolitik rekabeti getirdiğini belirterek, “Trump kazanırsa ABD, Monroe Doktrini olarak bilinen ve ABD’nin dikkatini kendi yarımküresine odaklayan Amerikan büyük stratejisinin bir versiyonunu yeniden canlandırabilir” diyordu. Latin Amerika’ya yönelmenin olası hale geldiğini vurgulayan Carafano, Yeni Trump yönetiminin bölgesel stratejiye odaklanan yeni bir yöne işaret etmek için cesur bir politika değişikliği arayışına girebileceğini ifade ediyordu. Trump’ın  destekçileri de Trump’la aynı duygu evrenini paylaşıyorlardı.

Diğer yandan Carafano’ya göre Trump’ın “Önce Amerika” gündemi uygulamada izolasyonist politikaları benimsediği anlamına gelmiyordu.  Öte yandan yeni bir Monreo Doktrini uygulamada eskisinden farklı olacaktır. Yeni doktrin, yarım kürede Rusya, Çin ve İran’ın etkisini azaltmak ve düzensiz göçü durdurmak gibi ABD’yle ortak hedefleri paylaşan bölgedeki ülkeler arasındaki ortaklıklardan oluşacaktır. Bu hedefler aynı zamanda yaşam, aile, cinsiyet, din ve kültürel konularla ilgili geleneksel değerleri de teşvik edecektir.

Yeni Trump yönetiminin yol haritası olarak tasarlanan “Project-2025 Programı”nın ev sahibi olan Miras Vakfı’nın en yetkili stratejistlerinden Carafano’nun yorumları böyleydi.

 

SON OLARAK

Sonuç itibariyle söylemek gerekirse Trump’ın ikinci gelişinin hem Amerika, hem de dünya için ne tür sonuçlara yol açabileceğine dair daha pek çok yorum yapılacak. Diğer yandan Anayasal olarak Trump son kez Başkanlık yapacak. Başkan seçilmek için artık kimseye ihtiyacı olmadığı için önceki dönemine kıyasla kafasındaki politikaları hayata geçirmek için kendisini çok daha rahat hissedecek. Bu son döneminde “Odada Yetişkinler” olmayacak. Bu yüzden daha atak, daha sert ve daha kararlı şekilde hareket edecektir.

Trump kafasındaki politikaları uygulaması halinde Amerika’nın yeniden büyük olacağına inanıyor. Bu yüzden kendisini kısıtlama girişimlerine karşı son derece uyanık olacaktır.  Ulusal güvenlik, savunma, dış politika ve uluslararası ticaret ekibini, kendisinin kısıtlanmasını zorlaştıracak bir nitelikte oluşturdu. Biribiriyle rekabet halindeki kişileri aynı kurum ve kuruluşlarda istihdam etmesinin sebebi de bu. Herşeyden haberdar olmak istiyor, her ayrıntıyı bilmek istiyor Trump.

Amerika için iyi olanın Dünya için de iyi olacağına dair bir iddiaysa, Amerikan istisnacılığının yanılsamalarından birisi. Bu yanılsamanın hem sıradan Amerikalılar, hem de dünyanın diğer halkları için nasıl bir sonuç verdiğiyse ortada. “Güç yoluyla barış”, olmazsa “tehdit yoluyla barış” veya “güç yoluyla saygı”, olmazsa “tehdit yoluyla saygı” ne ABD’ye itibar kazandırır, ne de dünya için iyi sonuçlar verir. Zor yoluyla dünyayı Amerikan imajında değiştirme çabalarıysa Trump’ı eleştirdiği “Sonsuz Savaşlar”ın bataklığına çekecektir.

Trump’ın ABD’yi Sonsuz Savaşlar’dan çıkarmaması için her naneyi yemeğe hazır tonlarca adam var ABD’de. Trump çıkmak istedikçe, bunlar Trump’ı içeri çekmek isteyeceklerdir

Eski ABD Başkanlarından John Quincy Adams 4 Temmuz 1821’de ABD Kongresi’nde yaptığı meşhur konuşmasında Amerikalıları “yok edecek canavarlar aramak için yurt dışına çıkmamaları” için uyarmıştı. Belki de Trump, Oval Ofis’in duvarına John Quincy Adams’in bir portresini asmalıdır.

 

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.