Bu ayın başlarında, Benjamin Netanyahu’nun Gazze’deki soykırım savaşını yeniden başlatmasının bir “eğer” değil, yalnızca “ne zaman” meselesi olduğunu yazmıştım. 18 ve 19 Mart sabahlarının erken saatlerinde 1000’den fazla sivilin yaralanması ya da öldürülmesiyle sonuçlanan katliam, İsrail’in Filistin Direnişi’ni mevcut ateşkes anlaşmasının koşullarını yeniden müzakere etmeye zorlamak için uyguladığı bir “taktik” olarak tanımlandı.
Modern tarih boyunca antlaşmalar ve anlaşmalar, uluslararası diplomasinin temelini oluşturmuş ve karşılıklı taahhütlerin çerçevesini belirlemiştir. Ancak İsrail, sürekli değişen koşullarını kabul etmeyi reddeden tarafı suçlarken, anlaşmaları—çoğunlukla tek taraflı olarak—sürekli yeniden müzakere eden tek ülke olarak kendini benzersiz bir konuma yerleştirmiştir.
İsrail’in yaklaşımı öngörülebilir bir stratejiyle şekillenmiştir: önce bir anlaşma güvence altına alınır, ardından şartların değiştirilmesinde ısrar edilir ve Filistinliler bu revize edilmiş koşullara uymayı reddettiklerinde, engel çıkaran taraf olarak suçlanırlar. Bu taktik, ABD’nin İsrail ile diğer taraflar arasında aracılık ettiği neredeyse her anlaşmada tekrar eden bir unsur olmuştur.
Örneğin 1993 tarihli Oslo Anlaşmalarını ele alalım. Bu anlaşmalar, İsrail ile Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) birbirlerini tanımasıyla, iki devletli bir çözüm için bir çerçeve oluşturmayı amaçlıyordu. Ancak İsrail, o tarihten bu yana taahhütlerini tek taraflı olarak değiştirdi—yalnızca Yahudilere ait yasadışı yerleşimleri genişletti ve anlaşmanın orijinal amacını baltalayan kısıtlamalar getirdi. Oslo’dan bu yana geçen 30 yılı aşkın sürede, birbirini izleyen İsrail hükümetleri her seçimden sonra daha önce üzerinde uzlaşılmış konuları tekrar tekrar müzakere etmeye ısrar etti. Filistinli liderler taviz vermeyi reddettiklerinde ise barışın önündeki engeller olarak damgalandılar ve sonu gelmeyen bir müzakere döngüsü devam etti.
Nitekim İsrail Başbakanı Yitzhak Shamir, 1992 yılında verdiği bir röportajda bu stratejiyi açıkça itiraf etmiş; Filistin topraklarında yalnızca Yahudilere ait yerleşimleri genişletirken, sahada geri döndürülemez gerçeklikler yaratacağını ve nihayetinde Batı Şeria’nın demografik yapısını değiştireceğini söylemişti.
Benzer durum, 2003 yılında ABD Başkanı George W. Bush’un önerdiği ve Amerika Birleşik Devletleri, Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve Rusya tarafından benimsenen ve Filistin Yönetimi tarafından da kabul edilen sözde Barışa Giden Yol Haritası’nda da yaşandı. Plan, İsrail-Filistin çatışmasına son vermek için aşamalı bir yaklaşım öngörüyordu. Ancak İsrail, Filistinlilerin İsrail’i bir kez daha—ama bu kez bir Yahudi devleti olarak—tanımasını talep eden yeni ön koşullar dayattı. Filistinliler bu yeni taleplere itiraz ettiğinde ise Yol Haritası’nda ilerleme sağlanamamasının sorumlusu ilan edildiler.
En son olarak İsrail, ABD ve Fransa’nın arabuluculuğunda varılan bir anlaşma kapsamında, belirlenen 60 günlük süre içinde tamamen çekilmeyi reddederek Lübnan’da da aynı şeyi yaptı. Benzer şekilde, kuzeyde Suriye ile mevcut anlaşmaları ihlal ettiğinde de durum farksızdı.
İsrail’in stratejisi yalnızca anlaşmaları değiştirmekle sınırlı değildir—bu, Batı medyası ve hükümetleri tarafından sorgulanmaksızın bırakılan, suçu Filistinlilere ve diğer müzakere taraflarına yıkmaya yönelik hesaplı bir çabadır. Bu diplomatik “gaslighting” (gerçekliği çarpıtma) iki temel amaca hizmet eder: İsrail’in anlaşmaları ihlalini meşrulaştırmak ve karşı tarafın şikâyetlerini gayrimeşru göstermek.
İsrail’in anlaşmaları tekrar tekrar ihlal ederken suçu başka tarafa yöneltebilme yetisi, büyük ölçüde ABD’nin koşulsuz desteği ve kayıtsız bir uluslararası toplum sayesinde mümkün olmaktadır. Bu nedenle İsrail, hedeflerinin peşinden sonuçları pek umursamadan gidebilmektedir. Bu sarsılmaz diplomatik ve mali destek, İsrail’i hesap vermekten koruyarak onun cezasızlıkla hareket etmesine olanak tanımaktadır. Uluslararası hukuku defalarca ihlal etmesine ve anlaşmaları tekrar tekrar çiğnemesine rağmen, İsrail ya çok az yaptırımla karşılaşmakta ya da hiçbir tepkiyle karşılaşmamaktadır. Bu dinamik, yalnızca İsrail’i daha da cesaretlendirmekle kalmamakta, aynı zamanda diplomatik süreci amaçsız hale getirmekte ve ABD’nin rolünü değersizleştirmektedir.
Mevcut ateşkes anlaşmasının birinci aşaması kapsamında azami sayıda İsrailli esirin serbest bırakılmasını sağladıktan sonra Netanyahu, Filistin Direnişi’ni tepki vermeye zorlamak için bilinçli olarak provokatif adımlar atmaya başladı. Önce, kuşatma altındaki Şeride gıda ve tıbbi yardımın ulaşmasını engelledi; ardından da her gün düzenlenen ve onlarca sivilin ölümüne yol açan saldırıları tırmandırdı. Son tırmanış, 15 Mart Cumartesi günü yaşandı: İsrail güçleri Gazze’nin kuzeyinde bir yardım ekibini hedef aldı ve aralarında üç gazetecinin de bulunduğu dokuz kişiyi öldürdü.
İsrail, bu eylemleri cezasız şekilde gerçekleştirebildi çünkü arabulucular—ABD, Mısır ve Katar—sorumluluklarını yerine getirmedi. Eğer İsrail, Amerika’nın aracılık ettiği anlaşmaları ihlal edebiliyor ve verilen sözlü güvenceleri sonuçsuz bırakabiliyorsa, ABD’nin arabulucu olarak ne değeri kalır? Bu denetimsiz davranış, ABD yönetiminin güvenilir bir arabulucu olarak inandırıcılığı konusunda ciddi soru işaretleri doğurmalıdır.
Müzakere edilen anlaşma, tüm İsrailli esirlerin Filistinli mahkûmlarla tamamen takas edilmesini ve İsrail’in saldırganlığının sona erdirilmesini öngörüyordu. Ancak İsrail, taahhütlerini yerine getirmek yerine, yeni şartlar dayatabilmek amacıyla açlık ve kadın ile çocukların öldürülmesi gibi yöntemleri birer pazarlık kozu olarak kullanmaya başvurdu.
Müzakere edilmiş anlaşmada açıkça belirtilmesine rağmen İsrail’i sorumlu tutmak ve gıda ile tıbbi yardımın ulaştırılmasını sağlamak yerine, ateşkesin başlıca arabulucusu olan ABD, dürüst bir arabulucu rolünü terk etmiştir. İsrail’in anlaşma şartlarını yeniden müzakere etme taleplerine boyun eğerek, ABD İsrail’in küstah uzlaşmazlığını cesaretlendirmiş ve Gazze’deki soykırımını sürdürmesi için ona bir bahane sunmuştur.
İsrail’in anlaşmaları yeniden müzakere ederken suçu karşı tarafa atma alışkanlığı, küresel diplomaside ender görülen bir anomali niteliğindedir. Uluslararası toplumun, İsrail’i anlaşmaları ilk imzalandığı hâliyle yerine getirmeye zorlamaktaki başarısızlığı, onun uluslararası hukuku hiçe saymasını daha da teşvik etmiştir. ABD’nin sarsılmaz desteği sayesinde İsrailli liderlerin uluslararası normlara uymak için neredeyse hiçbir motivasyonu kalmamıştır; çünkü anlatıyı manipüle edebileceklerini, söylemi yeniden çerçeveleyebileceklerini, suçu başka yönlere kaydırabileceklerini ve diplomatik korumaya güvenebileceklerini bilmektedirler. Tutulmayan sözler ve sürekli değişen hedefler döngüsü, uzlaşmaya değil, çatışmanın sürmesine yol açmaktadır.
Bu arada Başkan Donald Trump, Ukrayna’da ateşkes çağrısı yapan bir barış yanlısı olarak kendini lanse ederken, Gazze konusundaki tutumu bambaşka bir tablo ortaya koyuyor—savaş ve yıkımı teşvik eden bir tablo. Trump, 15 Şubat’ta sosyal medyada yaptığı bir paylaşımda, İsrail’in soykırımı yeniden başlatmasına fiilen yeşil ışık yakarak, Amerika Birleşik Devletleri’nin “[İsrail’in] vereceği kararı destekleyeceğini” ilan etti.
Bu karşıtlık, Ukrayna’da barış vaaz ederken aynı anda yönetimi İsrail adına Yemen’e karşı bir vekâlet savaşı yürüten ve Gazze’deki soykırıma imkân tanıyan bir ABD Başkanının ikiyüzlülüğünü gözler önüne sermektedir.