Ticaret Savaşlarından ve 3. Dünya Savaşından Kaçınmanın Yolları

Nükleer silahlarla dolu bir dünyada, başka bir büyük güç savaşı yalnızca yıkıcı olmakla kalmaz, büyük olasılıkla son savaş olurdu. Eğer ABD, yeniden zirveye çıkmak için zorbalıkla yol almaya çalışmayı sürdürürse, hepimiz her şeyimizi kaybedebiliriz. Buna karşılık gelecek, çok kutuplu bir dünyada uluslararası iş birliğine barışçıl bir geçişi zorunlu kılıyor.
image_print

Trump yönetimi, Amerikalılar ve dünyanın dört bir yanındaki komşularımız için her gün yeni bir şok yaratmadan geçmiyor. 22 Nisan’da Uluslararası Para Fonu (IMF), 2025 yılı için küresel büyüme tahminlerini %3,3’ten %2,8’e düşürdü ve bu durumdan en çok zarar görecek ülkenin Amerika Birleşik Devletleri olacağı konusunda uyardı. Trump’ın politikalarının, ABD’nin büyümesini %2,7’den %1,8’e düşürmesi bekleniyor.

Artık tüm dünya için açık ki, Trump’ın ticaret savaşlarının ana hedefi Çin. ABD, Çin mallarına %245’e varan ağır gümrük tarifeleri uyguladı. Çin ise %125 oranında misilleme tarifeleri getirdi ve ABD tarifeleri kaldırılmadıkça müzakere etmeyi bile reddediyor.

2011 yılında Başkan Obama’nın ABD’nin “Asya’ya yönelme” politikasını ilan etmesinden bu yana, her iki ABD siyasi partisi de Çin’i ana küresel rakip, hatta ABD askeri gücünün potansiyel hedefi olarak görmeye başladı. Bugün Çin, Japonya, Güney Kore ve Guam’da konuşlu 100.000 ABD askeri (Hawaii’de 73.000 ve ABD’nin batı kıyısında 415.000 asker ile birlikte) tarafından çevrelenmiş durumda. Ayrıca Çin’i — ve onunla birlikte hepimizi — tamamen yok edebilecek sayıda nükleer ve konvansiyonel silah da bu çevrelemenin bir parçası.

ABD ile Çin arasındaki ticaret savaşını doğru bir çerçevede değerlendirebilmek için bir adım geri atarak iki ülkenin göreceli ekonomik güçlerine ve diğer ülkelerle olan uluslararası ticaret ilişkilerine bakmamız gerekiyor. Bir ülkenin ekonomisini ölçmenin iki yolu vardır: yalnızca döviz kurlarına dayalı olan nominal GSYİH ve mal ve hizmetlerin gerçek maliyetini hesaba katan “satın alma gücü paritesi” (PPP). Günümüzde IMF ve OECD ekonomistleri tarafından tercih edilen yöntem PPP’dir.

Satın alma gücü paritesine (PPP) göre ölçüldüğünde, Çin 2016 yılında ABD’yi geçerek dünyanın en büyük ekonomisi haline geldi. Bugün Çin’in ekonomisi, Amerika’nınkinden %33 daha büyük: 40,7 trilyon dolara karşılık 30,5 trilyon dolar.

Üstelik Çin bu konuda yalnız değil. ABD, dünya ekonomisinin sadece %14,7’sini oluştururken, Çin %19,7’sini oluşturuyor. Avrupa Birliği %14,1’lik bir paya sahipken; Hindistan, Rusya, Brezilya, Japonya ve dünyanın geri kalan ülkeleri kalan %51,5’i oluşturuyor. Dünya artık, Washington’ın hoşuna gitse de gitmese de, çok kutuplu bir yapıya sahip.

Bu nedenle Malezya Ticaret Bakanı Tengku Zafrul Aziz’e Çin’in mi yoksa ABD’nin mi yanında yer alacağı sorulduğunda, cevabı netti: ‘Bir seçim yapamayız ve yapmayacağız.’ Trump, Başkan Bush’un “Ya bizimlesiniz ya da teröristlerle” tutumunu benimsemek istiyor; ancak Çin ve ABD birlikte dünya ekonomisinin yalnızca %34’ünü oluşturuyorken bu yaklaşımın hiçbir mantığı yok.

Çin bunu öngörmüştü. Trump’ın ilk başkanlık döneminde Çin’le giriştiği ticaret savaşı sonucunda, Çin Kuşak ve Yol Girişimi aracılığıyla Asya, Afrika ve Latin Amerika genelinde yeni pazarlara yöneldi. Bugün Güneydoğu Asya, Çin’in en büyük ihracat pazarı konumunda. Artık Amerikan soya fasulyesine bağımlı değil; kendi üretimini artırdı ve geri kalan ihtiyacının büyük kısmını Brezilya’dan tedarik ederek, ABD’nin bu pazardaki payını yarıya indirdi.

Bu sırada birçok Amerikalı, askeri gücün, azalan ekonomik etkisini telafi edebileceği düşüncesine sıkı sıkıya sarılıyor. Evet, ABD, dünyadaki diğer on büyük ordunun toplamından daha fazla harcama yapıyor; ancak 1945’ten bu yana büyük bir savaş kazanabilmiş değil. Vietnam’dan Irak’a, Afganistan’a kadar ABD trilyonlarca dolar harcadı, milyonlarca insanı öldürdü ve aşağılayıcı yenilgiler yaşadı.

Bugün Ukrayna’da Rusya, ABD destekli güçleri acımasız bir yıpratma savaşında tüketiyor; hem ABD’nin ve müttefiklerinin üretebildiğinden çok daha fazla mühimmat üretiyor hem de bunu bizim maliyetimizin yalnızca küçük bir kısmına yapabiliyor. ABD’nin şişkin ve kâr odaklı silah sanayisi buna ayak uyduramıyor ve trilyon dolarlık askeri bütçemiz, ekonomik geleceğimizin dayandığı eğitim, sağlık ve sivil altyapıya yapılması gereken yeni yatırımları engelliyor.

Bunların hiçbiri sürpriz olmamalı. Tarihçi Paul Kennedy, 1987 yılında yayımlanan klasik eseri “Büyük Güçlerin Yükselişi ve Düşüşü”nde bu süreci öngörmüştü. İspanya’dan Britanya’ya, Rusya’ya kadar her baskın imparatorluk, ekonomik tarihin akışı ilerledikçe ve artık hakim olamadıkları bir dünyada kendilerine yeni bir yer bulmak zorunda kaldıkça, göreli bir gerilemeyle yüzleşmek zorunda kaldı. Askeri aşırı genişleme ve aşırı harcamalar ise her zaman bu çöküşü hızlandırdı.

Kennedy şöyle yazmıştı: “Daha önce ‘bir numara’ konumunda olan ülkelerin karşılaştığı ortak bir açmaz şuydu: Göreli ekonomik güçleri azalırken, artan dış tehditler, kaynaklarının giderek daha büyük bir kısmını askeri sektöre tahsis etmeye zorladı ve bu da üretken yatırımların önünü kesti…”

Kennedy, hiçbir toplumun diğerlerinden kalıcı olarak üstün kalamayacağını, ancak imparatorluk kaybının eski büyük güçler için yolun sonu olmadığını tespit etti. Bu devletler, artık hakim olmadıkları bir dünyada çoğu zaman yeni ve müreffeh konumlar bulabiliyorlardı. İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya ve Japonya’nın uğradığı mutlak yıkım bile — ki bu, onların imparatorluk emellerinin sonu olmuştu — bir başlangıç noktası oldu; silah üretimindeki büyük beceri ve kaynaklarını barışçıl sivil üretime yönelttiler ve kısa süre içinde dünyanın en iyi otomobillerini ve tüketici elektroniğini ürettiler.

Paul Kennedy, Amerikalılara ABD liderliğinin gerilemesinin “mutlak değil, göreli olduğunu ve dolayısıyla tamamen doğal bir süreç olduğunu; ve Amerika Birleşik Devletleri’nin gerçek çıkarlarına yönelik tek ciddi tehdidin, yeni dünya düzenine makul bir şekilde uyum sağlayamamak olabileceğini” hatırlatmıştı.

Ve işte tam da burada, liderlerimiz bizi yüzüstü bıraktı. Amerika’nın göreli gerilemesine akıllıca uyum sağlamak ve ortaya çıkan çok kutuplu dünyada ABD için yeni bir konum açmak yerine, savaşlara, tehditlere ve sonsuz hakimiyet fantezisine daha da sıkı sarıldılar. Neoconların etkisi altında, Demokratlar ve Cumhuriyetçiler hep birlikte Amerika’yı, tüm büyük güçlerin yükselişini ve düşüşünü belirleyen ekonomik dalgalara meydan okumaya çalışarak, bir felaketten diğerine sürüklediler.

1987’den bu yana, tüm tarihsel kanıtlara rağmen, Demokrat ve Cumhuriyetçi yedi ABD başkanı, neoconlar tarafından yayılan basit fikre körü körüne bağlandı: Amerika Birleşik Devletleri, askeri güç tehdidi ve kullanımıyla ekonomik tarihin akışını durdurabilir veya tersine çevirebilir.

Trump ve ekibi de bir istisna değil. Eski politikaların başarısız olduğunu biliyorlar. Radikal şekilde farklı politikalara ihtiyaç olduğunu da biliyorlar. Yine de aynı bozuk plağı çalmaya devam ediyorlar: ekonomik baskı, tehditler, savaşlar, vekalet savaşları ve şimdi de soykırım — uluslararası hukuku ihlal ederek ve dünyanın dört bir yanındaki dostlarımızın ve komşularımızın iyi niyetini tüketerek.

Riskler bundan daha büyük olamazdı. Britanya İmparatorluğu’nu ve Avrupa sömürgeciliği çağını sona erdirmek için insanlık tarihinin en kanlı ve yıkıcı iki savaşı gerekti.

Nükleer silahlarla dolu bir dünyada, başka bir büyük güç savaşı yalnızca yıkıcı olmakla kalmaz, büyük olasılıkla son savaş olurdu. Eğer ABD, yeniden zirveye çıkmak için zorbalıkla yol almaya çalışmayı sürdürürse, hepimiz her şeyimizi kaybedebiliriz.

Buna karşılık gelecek, çok kutuplu bir dünyada uluslararası iş birliğine barışçıl bir geçişi zorunlu kılıyor. Bu mesele ne sağ ya da sol siyasetle, ne de Amerika yanlısı ya da karşıtı olmakla ilgili. Bu, insanlığın bir geleceği olup olmayacağı meselesidir.

 

* Medea Benjamin ve Nicolas J. S. Davies, OR Books tarafından Kasım 2022’de yayımlanan “Ukrayna’da Savaş: Anlamsız Bir Çatışmayı Anlamak” kitabının yazarlarıdır.

Kaynak: https://www.counterpunch.org/2025/04/29/how-to-avoid-trade-wars-and-world-war-three/