Teolojinin Jeopolitiği/Allah Vatan Özgürlük

Teolojinin Jeopolitiği, okuruna, geçmişten verim elde ederken geleceğe hazırlanmanın yol işaretlerine dair beyin fırtınası yaptırıyor. Bu üslup okura, dinamik coğrafyamızın -öyle veya böyle- siyaset ve medeniyet açısından istikbaline dair hazır cevaplar vermek yerine “el emeği, göz nuru, akıl mahsulü” fikirlerin hep birlikte üretilmesi konusunda gayrete çağıran gizli bir üslup.
Ocak 3, 2025
image_print

Dini düşünce vatan sahibi kılabilir mi? Tarih, din ve devlet birbirlerinin yerine kullanılmaya müsait kavramlar mıdır? Politik, haliyle de geçişken ve reel hamleleri, bütüncül bir perspektifle içerebilecek bir siyaset felsefesinin bugün üretilebilme imkânı var mıdır? Tarih, din-devlet ilişkisinde yeni söylemler üretebilme yolunda delil teşkil eder mi? Yolu Allah, vatan, özgürlükten geç(e)meyen bir medeniyet inşası düşünülebilir mi? Bu ve benzeri sorular birbirini çağrıştırarak kendini üretebilir, yeni cevaplar ve o cevapları takip eden yeni sorular doğabilir. Esasen doğmalıdır da…

Elimizde bir kitap var; Ahmet Özcan imzalı, Teolojinin Jeopolitiği. Alt başlığı “Allah Vatan Özgürlük” olan kitapta yukarıda örnek olarak sunduğumuz ve bahsi geçen minval üzere sunabileceğimiz sorular ile ilgili önemli bir arayış metni.

Ele aldığı konuyu ayrıntılı bir içerikle okuyucuya sunan Teolojinin Politiği, farklı kaynaklar ve nispetler eşliğinde hem bilgi-veri hem de his-tefekkür cephelerinden konuya yaklaşan bir metin, yani okuyucu, metni gözden geçirirken mevzuu hakkında kanaat belirtmemek veya dertsiz kalmak durumunda olamıyor.

Kitap, önsözden itibaren yoğun ve samimi kitlesel itiraflar sadedinde belirlemeler ile başlasa da aslen postmodermizm ile birlikte ‘kendisi olmadan asla yapılamayacak’ olan bütüncül kapitalist ilişkiler ağının ortasından bir düşüş hikâyesi anlatıyor bize. Allah’ın yarattığı vatanda, insan özgürlüğünün esirgenmesi ve bu hırsızlık karşısında kabullenenler ve dik duranlar… Kutupsal ayrışma… Evet, yazarın da kitap boyunca verdiği örnek ve analiz noktalarından, biz tarihin ancak çatışma gerçeğinin kabulü ile açıklanabileceğine ulaşabiliriz. (Mamon’a tapanlar ile Allah’a ibadet edenler, jeopolitiğin ürettiği sistemli dinsellikler ile özgürlükçü kadim-din-tasavvuru, tarihsel-sınıfsız Tevhid bağlıları ile politik sömürü yanlıları vs.)

Kitap boyunca okuyucu din-devlet ilişkileri ekseninde uygarlığın tarihsel sürecine, aslen tarihin devrimci-itici gücü olan din hadisesinden, sömürü sistemlerinin ‘anti hürriyetçiliğine’, jeopolitiğin açılımlarının tahakküm haline geldiği dinlerden, İslam’ın özgürlükçü teolojisine ve bugün içinde bölgesel ve küresel özgürlüğün politik hakimiyetinin deveranına (dair düşünmeye) dahil oluyor.

Teolojinin Jeopolitiği vatan, millet, evrensellik, “Din ve Devletin Birlikte Yıpranışı”, “Ortak Vatan ve Millet Şuuru”, “Sahte Osmanlı Senaryosu”, “Emperyalist Senaryolara Karşı ‘Gerçek Osmanlı’”, soğuk savaş gibi kavram ve başlıklar altında ele aldığı mevzuu bağlarken, ilk sayfalardan itibaren ele alınan  tarihsel birikimin, bakış açılarının ve donelerin vs. yorumlanarak sonuca ulaşılmış olması hem metindeki terkip faaliyetini gösteriyor ve hem de “bu yakanın medeniyet için nasıl bir havza olduğu” ve dahası bu oluşun ileriye dönük vaat ettiklerine dair tahliller sunuyor. Bu haliyle denilebilir ki, Teolojinin Jeopolitiği, okuruna, geçmişten verim elde ederken geleceğe hazırlanmanın yol işaretlerine dair beyin fırtınası yaptırıyor. Bu üslup okura, dinamik coğrafyamızın -öyle veya böyle- siyaset ve medeniyet açısından istikbaline dair hazır cevaplar vermek yerine “el emeği, göz nuru, akıl mahsulü” fikirlerin hep birlikte üretilmesi konusunda gayrete çağıran gizli bir üslup.

Fikirlerin, ideallerin ve uğrunda (gözü kapalı) ölüme gidilebilecek davaların (gayeliliğin); dönüp, dolaşıp, vardığı noktanın salt davasızlık hali değil ama davasızlığında eşlik ettiği bir sürecin yaşanması… Küreselleşmenin taktiksel dönüşüm olarak belli dönemlerde, belli ideolojik hareketlilikler ile tamamen doğal özgürlük halinin refleksini örtmesi, sürecin geldiği nokta. En hafif tabir ile bahçe sahiplerindeki gibi yok oluşun girdabına düşerken kimsenin şaşırmaması gerektiği bir hal üzere olan süreç; bahsi geçen mezkûr halin sürecidir. En sessiz olanların veya en çok sesi çıkanların veya da cılız bir sesle görünürcesine yokluk durumunda olanların var olduğu bir vasat hali; doğal özgürlük halinin ve bu halin çağrısının örtülmesi (küfür) ve özgürlük teolojisinin iradi sınanması (nifak)… Tüm süreç değişirken ve kapitalizmin burçlara yönelişinde özgürlüğü kovalarken, geriye kalacak olan ve aslında kalmış olan ve yine dikkatlerin yoğunlaştırılıp çıkışın aranması gerekecek olan mevcut hal; inancın sömürü teolojisine dönüşmesi, davaların yerini menfaatin aldığı, eleştirinin teori yerine ikame edilmesi, büyük devletten bahis açarken dukalığın övülmesi durumudur. Eleştiri ideoloji olduğunda, iman (güven) paraya, hedef araca tekabül eder, aracın ise bir gün amaçlaşmaması için inandıracak hiçbir veri yoktur ortada. Geriye kalan yalan bir meta anlatıdan öteye gitmez. Bu da Ahmet Özcan’ın, Teolojinin Politiği başlıklı kitabında sunduğu fikirlerin çağırdığı arayış zeminine âcizane bir katkı olsun… Değil mi yazarın belirttiği gibi, Allah, vatan ve özgürlük kelimelerinin müdafaa mevkiindeki cenahlar o kelimelerin manasını dondurmuş,”muhtevasına karşıt manalar yüklemiş”. O halde yapılacak olan mutlak bir tecrit ile ihdas edilmiş kutsallıklardan ve materyalist teorilerden kaçıp, büyük harfler ile “Allah, Vatan, Özgürlük” adlı bir kavga alanı inşa edip, “Allah, Vatan, Özgürlük”ün hem o kavganın ta kendisi hem o kavganın adı hem o kavganın zemini hem o zemini adımlanan metodolojisi olduğunu, Paris’in ortasındaki serseri ve mağrur bir siyahinin özgüveni ile çığırtkanlığını yapmak olsa gerek.

Geçmişin politik hengamesi bugün genel ve lokal olarak politik sahaya dair neler önerebilir. Çürümüş çağda, değerlerin değersizleştiği zamanların devamı olan anda, yolu Allah, vatan, özgürlükten geç(e)meyen bir medeniyet inşası düşünülebilir mi?

Özcan’ın kitabından takip ederek altını çizdiğimiz noktalar var…

Bu noktaları ek açıklamalar ile şöyle ifade edebiliriz… Topyekun tarih incelemesine dair düşünsel faaliyetlerin tamamı, aklı ve sağduyuya yönelmiş, insanlar arasında ortak olanın keşfedilip ortaya çıkarılmasına isabet etmelidir. (Sosyal bilimler ve ilmi tektiler, insanlar arası “ideal” doğal/birlikte yaşamı mümkün kıldığı ölçüde yaşamsaldır/değerlidir. Değer hayatı yaşanılabilir kılandır ve uğrunda yaşanılmaya uygun insani kapsamlılığı sunmalıdır.) Uygarlık, (beşerlikten Ademliğe zuhur eden, keşfedebilen, yorumlayabilen, şuurlu, bilme süreci devam eden) insanın doğayı, bilinçli eylemle kullanmasıdır. Uygarlaşmanın diyalektiği, hariçte göçebelikle ve rakiplerle, dahilde ise tefeci-bezirgan sınıflar, aşiretler ve köle-halk isyanlarıyla çelişki ve çatışmaları ifade eder. Çözülemeyen çelişkiler, uygarlıkların ölümüne yol açar. (Haliyle çözülebilen geçmiş çelişkiler de ileriye doğru hayat hamlesini ifade eder.) Büyük uygarlaşmanın adımı olan tarımsal süreç-tarım devrimi (ilerleme), büyüklüğünün yanında ilkel aklı temsil eden pagan inançları doğurmuştur (gerileme). Bütün uygarlaşma aşamalarına rağmen insan olma-insanlaşma davası tek tek devam etmektedir ve etmelidir. Tevhid peygamberlerin zuhur zamanları, insan topluluklarının yapay çatışmalar ve bunalım devirleridir. (Yani Tevhid öncesi zamanlar, ilkelliğin yaygın hale geldiği, insanın maddi ve manevi sömürüldüğü süreçlerdir. Asli olan Tevhid olduğuna göre, Tevhid öncesi diyerek ifade ettiğimiz zaman dilimi de aslında, insanlığın kadim yürüyüşünün (Tevhid) sekteye uğradığı, bir Tevhid’den kopma zamanıdır. Bir peygamber gelir ve dikkatleri üzerine çeker.) Bu tarihselliğin arasından doğup tahakküm unsuru olan tefeciliğin kullanım değeri, ileri gelenlerin milliyetçiliği, Mamon’a tapınma olan Yahudilik ve yine tamamen bölgesel, tarihsel, çarpıklılaşmanın ürettiği veya ihtiyacı olan paganist düşüncenin bir versiyonu olan Hıristiyanlık, jeopolitiğin teolojileridir (Yahudilik ve Hıristiyanlık, birer anti-dindir.), özgürlükçü teolojinin tarihsel sesi ve insan olma çilesinin adı İslam’dır.

Toplumsal muhayyile kimliğin oluşumunda savaşçı geleneğin yansımaları ile doludur (ortak olan ve ebedi olanın aynılığı ve zarafeti). Vatan, millet, cumhuriyet, devlet gibi kavramlar batılı anlamıyla ele alındığı sürece esenliğin zıttı olacaktır (havzamıza uygun anlamı ile alındığında kurtuluş fikrine ve birlikte “ortak” olana yönelme halinin birer sacayakları olacaktır). Ortak ve ebedi olanın aynılığının ve zarafetinin esenliği gündelik politik uğraşlarda hissedilir olacaktır. İnsanlığa yeniden tarihsel esenlik mesajını kastları, çatışmaları, sömürge ve nihilist çöküş teorilerini duyuran coğrafya değil şu an üzerinde durduğumuz coğrafya verecektir. (Tarihin tekrar vazife alması, -örneğin Osmanlı’nın, Osmanlı’yı da aşacak şekilde tesis fikrinin, çağırışımı-, emperyalist senaryoların devrimci bir şekilde çözülüşü.)

Coğrafyanın sesi, kadim sestir. Bir metaforla sonlandıracak olursak, bugün yani tam şu anda, yarın-istikbal için durulacak yer; “Edirne’ye Enver gireceğine Bulgar girsin” diyenlerin yanı mı, yoksa “Allah, Vatan, Özgürlük”ün aşıladığı bütüncül direniş ağı mı?

*Teolojinin Jeopolitiği-Allah Vatan Özgürlük/ Ahmet Özcan-Yarın yayınları-İlk baskı 2002

Tarık Parlak

Tarık Parlak

1993 İstanbul doğumlu. İ. Ü. Felsefe Bölümü mezunu. Çeşitli dergilerde yazıları yayınlandı. Editörlük, yayıncılık yaptı. Halen serbest eğitim alanında çalışmaktadır. Aksiyon Risalesi adlı yayınlanmış bir kitabı vardır.
[email protected]

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Yazdır

SOSYAL MEDYA