Geçtiğimiz hafta sonu oynanan Trabzonspor – Galatasaray müsabakasında, Trabzon tribünlerinden yansıyan bir fotoğraf karesi, müsabakanın kendisinden daha fazla ses getirdi desek yanlış bir şey demiş olur muyuz bilmem ama en azından sosyal medyada dönen yazışmalardan anladığımız kadarıyla önce Trabzon gündeminde sonra ülke gündeminde yer ettiği ağırlığı dikkate alırsak bir tasarrufta bulunabiliriz. Muhtemelen Trabzonlu olan ve üzerlerinde Trabzonspor forması bulunan genç bir çiftin Galatasaray forması giymiş olan ve henüz ilkokul çağında bile olmayan erkek çocuklarını kucaklarında taşıdıkları o fotoğraf karesi üzerinden, psikolojik ve sosyolojik onlarca çıkarımda bulunmayı ihmal etmedi ülkedeki milyonlarca insan.
Fotoğraf bizi doğrudan doğruya taraftarlık başlığına götürecek bundan kaçış yok. Dolayısıyla önce biraz taraftarlık konusuna değinsek iyi olacak. Yurt dışı konusunda ahkam kesmemem fakat bizde taraf olma ya da taraftar olma konusunda elimizdeki en geçerli seçenek daima babaların tuttuğu takım olmuştur. Bir baba hangi takımın taraftarıysa çocuk da bilgisayarların, telefonların “otomatik bağlan” seçeneğinde olduğu gibi doğrudan doğruya babanın tuttuğu takımı temellük eder. Bunun standart sapması var mıdır? Elbette vardır ama bu orana ben diyeyim binde bir, siz deyin binde iki… Tabii bu oran, çocuğun futbol diye bir spordan haberdar olup da bir erkek egemen kültürün parçası olarak bir futbol takımına angaje olmaya başladığı ilk zaman aralığında geçerlidir. İlerleyen yaşlarında babadan bağımsız olarak bir başka takımın taraftar derneğine muhayyel bir kayıt işlemi yapan gençlere rastlanabilir ki, işte o zaman oran binlerden yüzlere kadar düşebilir. Ama son tahlilde yine de babasının taraftarı olduğu takımla futbolu sevmeye başlayanların ezici çoğunluğu ömrünü o şekilde nihayete erdirir. İşte burada devreye aidiyet kavramı değil mensubiyet kavramı giriyor. Türkiye sathında üç İstanbul takımının taraftar sayısı daima bir kayıkçı kavgasını andırmıştır yıllardır. Söz konusu üç İstanbul takımının taraftarlığında İstanbul’a olan aidiyet bir başat öge olmadığı gibi, Beşiktaş, Mecidiyeköy ve Kadıköy semtlerine aidiyet de başlı başına başat bir öge olmamıştır hiçbir zaman. Netice itibariyle Kadıköy nüfusuna kayıtlı Kadıköy’de mukim bir Galatasaray taraftarına rastlayacağınız gibi, Mecidiyeköy nüfusuna kayıtlı Mecidiyeköy’de mukim bir Beşiktaş taraftarına da rastlayabilirsiniz. Edirne’den Hakkari’ye, Muğla’dan Artvin’e bütün Anadolu topraklarını da işin içine dâhil edersek Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş taraftarlığında mensubiyetin esas ölçü olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Kayseri’de oturan bir Kayserilinin aidiyeti Kayserispor olurken mensubiyeti Fenerbahçe olabiliyor. Ya da Eskişehir’de oturan bir Eskişehirlinin aidiyeti Eskişehirspor iken mensubiyeti Beşiktaş olabiliyor. Bütün bu denklemde istisna olabilecek tek şehir olan Trabzon, bu istisnayı hem aidiyet hem mensubiyet bağlamında Trabzonsporluluk gibi bir hissiyat ile aşmışken, tribünde neşvünema bulan Galatasaray formalı Trabzonlu çocuk fotoğrafı, haliyle epey ses getirdi.
Söz konusu fotoğrafta elbette şimşekleri üzerine çeken çocuk değil ebeveynleri oldu. Tepkilerin odağını Trabzonlu bir ailenin çocuğunun nasıl oluyor da Galatasaraylı olabileceği oluşturuyordu. Her ne kadar Trabzonspor, bütün Türkiye geneline yayılan taraftar portresine 70’li yıllardaki başarılarıyla ulaşmış, son yıllarda bu başarıların epey uzağında kalmış olsa da, taraftarlık bağlamında takımlarını hiçbir zaman yalnız bırakmadı Trabzon halkı. 96 yılında kaçan o trajik şampiyonluktan sonra futbola küsen, futbolu takip etmeyi bırakan belki de binlerce Trabzonlu olmasına rağmen, takıma küsmek, başka takım taraftarı olmak gibi bir yolu seçen Trabzonlu hiç olmadı. Abartı olmayacaksa eğer, Trabzonlu olup da başka bir takımın taraftarı olmak günaha yakın derece de ayıptır bir Trabzonlu için. Bütün bunları harmanladığımız zaman yıl 2050 bile olmuş olsa bir Trabzonlunun Trabzonspor’dan başka bir takımın taraftarı olması yadırganacak bir şey olur. Hâl böyleyken nasıl oluyor da Trabzonlu bir çocuk başka bir takımı tutabiliyor? Bir kere zamanın ruhu dediğimiz bir şey var. Bunun önüne geçebilmemiz mümkün değil. Futbolda zamanın ruhunu oluşturan şeyin temelinde ise, yıldız futbolcu transferi ve başarı yatıyor. Türkiye’de istatistikler çocukların en fazla Galatasaraylı olduğu yıl olarak 2000 yılını gösterir. UEFA Kupası ve Süper Kupa sonrası adeta toplu bir iltica gerçekleşmişti Galatasaray takımına. Çünkü çocuk aklı göz önünde olana temayül eder. Tutulan takımların babadan oğula geçmesi zaten biraz da 2000’li yılların öncesiydi diyebiliriz. Futbolun ve futbolcuların, başarı ve başarısızlıkların çok göz önünde olmadığı, el yordamıyla bir şeyleri bulmaya çalıştığımız o yıllarda sorgulama kapıları daima kapalı olduğu için babanın kararında kaim oluyordu çocuklar. Dünya futbolunu bile dakika dakika takip edebilme fırsatını yakalayan günümüz çocuklarını bir dairenin içinde tutmanın zorluğu aşikâr. Zaman zaman siyasi partiler ve politikacılar için yöneltilen günümüz ruhunu ve günümüz gençliğini yakalayamama, dijital tekno çağını okuyamama eleştirisini tam burada kulüp yönetimleri için de yapabiliriz. Çocuklar ya da gençler, onları tribüne çekecek bir yıldız futbolcu istiyorlar, tıpkı paly station oynar gibi…
Yazının yönünü burada biraz değiştirelim. Nasıl olsa sonunda aynı yere bağlayacağız. Türk milli takımı olarak katıldığımız ilk Avrupa Şampiyonası olan 96 Avrupa Şampiyonası’nda Hırvatistan ile oynadığımız grup maçında defans oyuncumuz Alpay Özalan, gole giden Hırvat oyuncu Vlaovic’i düşürmemiş, atağın sonucunda gol yemiş ve maçı kaybetmiştik. Maç sonunda Türkiye’de kıyamet kopmuş, Alpay topa tutulmuştu. Bizler Alpay’ın göreceği kırmızı kart ile maçı berabere bitireceğimize inanmış hep birlikte Alpay Özalan’ı topun ağzına koymuşken, sonraki zaman diliminde UEFA, ona fair play ödülü vererek bizim ağzımıza adeta ot tıkamıştı. Bilindiği gibi fair play “temiz oyun” diye tercüme ediliyor. Futbol sahalarında görmek isteyeceğimiz türlü türlü “centilmenlik”lere topyekûn fair play diyoruz. Hatta bu fair play olayı dünyada o kadar abartılıyor ki, sakatlık sonrası yerde yuvarlanan bir oyuncu görür görmez, rakip oyuncu topu taca atıyor gerekli tedavi için. Oysa talimat açık ve net. Hakem çok ciddi gördüğü sakatlık sonrası ya da kafaya gelen darbe sonrası oyunu durdurabilir. Veya önemsiz bile olsa her türlü kaleci sakatlıklarında… Fakat sakatlıklar sonrası oyunu durduranlar hakemler değil futbolcular oluyor. Çünkü topu ataca atıp oyunu durdurmadıkları anda tribünlerden gelen yoğun ıslık sesine maruz kalacaklar. Bu tepkiyi göğüsleseler bile tedavi sırasında dinlenme fırsatını ellerinin tersiyle itmek istemiyorlar. Fair play dediğimiz centilmenlikler bununla sınırlı değil elbet. Haksız kazanıldığı düşünülen bir penaltının bile isteye dışarı gönderilmesi, yaptığı sert bir faulden sonra rakibine sarılıp gönlünü alma, hakemin verdiği yanlış kararda hakeme gidip doğrusunu söyleyerek kararı hükümsüz kılma gibi aklımıza gelebilecek bir sürü fair play örneği varken dünya bir de Alpay Özalan’ın yenilgi uğruna rakibi düşürmeyip gol atmasına müsaade etmesi eklenmişti 1996’da.
Şimdi burayı bir düğümle temiz oyun maddesi gereğince tribünde renklilik ve çeşitlilik maddesine bağlayacağımı, Galatasaray forması giyen Trabzonlu çocuğun diğer Trabzonlular tarafından hoş karşılanması gerektiğini söyleyeceğimi düşünebilirsiniz belki. Hayır öyle düşünmüyorum. Endüstri ve kapitalizmin futbolun içindeki saflığı ve romantizmi öldürdüğünü defalarca dile getirdim. O yüzden herkes taraftarı olduğu takımın formasıyla yan yana maç seyretsin romantizminin 60’larda, 70’lerde, 80’lerde kaldığının ve rekabetin maddiyatla perçinlendiği bir düzlemde tribünlerin ayrışması gerektiğinin farkındayım. Tribünlerde gönlüm herkesin taraftarı olduğu takımın formasıyla yan yana maç seyretmesinden yana olsa da realite diye bir şeyin varlığını inkâr edemeyiz. Üstelik bu bütün dünyada böyledir. Londra doğumlu bir çocuk, Manchester tribünlerinde Arsenal formasıyla oturamaz. Olması gereken asgari düzey budur en azından. Rakibe saygı parantezinden görünen bu… Bir parkta dev ekranda, farklı iki takımın formasıyla o iki takımın maçını seyretmekle, rakip takımın tribününde tuttuğu takımın formasıyla maç seyretmek arasında dağlar kadar fark var. Toplum sosyolojisi ile tribün sosyolojisinin birbirine karışmayan iki deniz gibi olduğu yer tam buraya tekabül ediyor.
Peki ben temiz oyun’u nereye bağlayacağım? Şuraya… Temiz oyun sadece gole giden oyuncuyu düşürmemek, rakip sakatlanınca topu taca atmak, haksız verilen bir penaltıyı dışarı atmak… değil. Asıl temiz oyun, şehrin taraftarına, o şehre yaraşacak ve diğer şehirlerle rekabet edebilecek bir takım inşa etmek. Kulübü menajerlere teslim edip gereksiz transferler ve gereksiz harcamalar yapmamak, kulübü borç batağının içine sokmamak, kendi kişisel ikbal ve hedefleri için kulüpleri kalkan yapmamak vesaire… Bugün UEFA’ya borcu olan ve transfer tahtası kapalı olan takımların yarısı Türk futbol kulüpleri. Bir Türk dünyaya bedeldir sözünün müşahhas dökümü adeta bu tablo. Takımları yönetmeyi becerebilirsek işte o zaman fair play’e, “temiz oyun”a ulaşmış olacağız.
Her şehrin çocuğu, onu tribünlere çekebilecek yıldız oyuncu görmek istiyor. Fakat zaten borç yükü altındayken getirilen yıldız oyuncuyu değil, ekonomik olarak düzlüğe çıkmış bir takıma getirilen yıldız oyuncuyu… Çünkü ekonomik yokluk içinde getirilen her yıldız oyuncu, sonrasında gelebilecek yıldız oyuncuları engelliyor otomatik olarak. Borç yükü altına gelen yıldız oyuncu da çok durmuyor zaten takımda. Çözüm aslında basit. Federasyon olarak mevcut teknik adam ve mevcut kadrolarla en az 3 sezon oynama şartı getirip, üç sezon boyunca bütün takımlara transfer yasağı getirmek… Düze çıkan takım üzerinden transfer yasağını kaldırmak… Olmaz değil mi böyle bir şey? Evet olmaz. Çocuk taraftarlar değil ama ebeveyn taraftarlar asla kabul etmez böyle bir şeyi. Taraftar kabul etse yöneticiler kabul etmez.
Peki o zaman. Bizler her zaman yaptığımız gibi, yeşil dikdörtgen içinde oynanan oyundan bir şeyler çıkarmaya devam edelim. Belki bir gün saha dışındaki çarpıklıklar düzelir umuduyla…