Teknoloji Özgürleştirir mi?

İnsan bir şeyin gereği konusunda bağımsız bir karar verebildiğinde değil, onun gereği yönünde karar vermesine rağmen, onu elde etmeme yönünde bir irade gösterebildiğinde ancak özgürdür. Buradaki gereklilik, doğal olmayanların (teknolojinin sunduklarının) yanında doğal olanları da (doğamızın gerektirdiklerini de) kapsar.
Ekim 2, 2024

Sesli Makale:

 

İki kardeş büyülü bir dağın yamacında karşılaşır. Biri efsanevi bir kuş tarafından ve altın bir iple yukarı çekilirken, diğeri hırlayan bir köpek tarafından demir bir zincirle aşağı çekilmektedir. Buluştukları noktada yola dair tecrübelerini paylaşırlar ve fark ederler ki yol boyunca karşılaştıkları uçurumlar, sarp kayalar, vahşi hayvanlar ve güzel manzaralar, latif çiçekler birbirine çok benzemektedir. Kardeşler bundan böyle yola birlikte devam etmeye karar verir, ancak bu kararla beraber kendilerini derin bir yarıkta mahpus bulurlar. Anlatılan bu Kelt efsanesinde, köpeğin insanın hayvani, kuşun ise ilahi yönünü temsil ettiği söylenir. Tüm ihtiyaçları karşılanan, istediği her şeye erişen insan özgür olduğunu düşünebilir. Diğer taraftan ihtiyacın doğması ile karşılanması arasında, özellikle ihtiyaç skalasının teknik toplumda ne kadar geniş olduğunu hesaba katarsak, bitimsiz bir diyalektik bulmak mümkündür. Karşılanan bir ihtiyaç, o ihtiyacın yan veya üst ürününe doğru kendisini genişletir. Araba alan kişinin yakıt alması, mevsim değişimlerinde lastik yenilemesi bir gereksinimdir. Araba alan kişinin, arabanın kilometresi yükseldiğinde onu bir üst model ile değiştirmesi yine bir gereksinimdir. Bu diyalektik harekette, ihtiyaçlar hep karşılanır; hep çoğalır. Aşağı inen bu yol boyunca pek çok engel ve fırsat, haz ve acı, zafer ve mağlubiyet tecrübe edilir, çaba gösterilir, ilerleme kaydedilir. Efsanevi kuş tarafından yukarı çekilen kişinin önünde de yine engel ve fırsat, haz ve acı, zafer ve mağlubiyetler bulunur. Ve aşağı iniş gibi yukarı çıkış da kendi içinde bir diyalektik barındırır. Esarete götüren yol, özgürlüğe götüren yola çok benzer  ancak ondan farklıdır. Hatta o kadar farklıdır ki, aynı anda iki yolu yürümek mümkün değildir. Birlikte yürümeye devam eden iki kardeş bu sebeple buna muvaffak olamamış, kötü ruhlara dönüştürülmüş halde, derin bir yarığın içine girmiş ve daimi olarak orada kalmıştır.

İhtiyaçlarının karşılanması insanı özgürleştirmiyor olabilir, fakat neden esir bıraksın? İnsan bir taraftan kendi doğasının gereksinimlerini karşılarken, diğer taraftan örneğin manevi pratiklerle özgürleşemez mi? Ya da ihtiyaçlar karşılanmak için yaratılmamış mıdır? Bu soruların cevaplarını Platon’un Sokrates’in idamından önce sarf ettiği cümlelerden takip edebiliriz:

“Eğer devletin bana verdiği cezayı çekmenin daha doğru olacağını düşünmeseydim ve bir köle gibi kaçsaydım, bu kemik ve etlerin uygun bir şekilde Megara ya da Boiotia’da olmaları gerekirdi.”

Ölüm ile hayat arasındayken sarf edilen bu sözlerde Kelt efsanesinin anlattığı iki kardeşi buluruz. Haksız yere idam cezasına çarptırılan biri kaçıp hayatta kalmayı düşünebilirdi. Yollardan biri budur; yönü “gereklilik” ile tayin edilir. İnsanın hayatta, kemik ve etlerin insanda kalması gereklidir. Sokrates sözlerine, “amaçladıklarımı yapmama, kemik ve kaslara ya da bana ait olan şeylere sahip olmadan gücümün yetmeyeceği söyleniyor” diyerek devam eder ve böylelikle ikinci bir yola işaret eder. İnsan hareket ettiğinde, bu hareketin sebebinin kas ve kemikler olmadığını (ve bu vesileyle İyonya Okulu’nun töz araştırmasının vukufiyetsizliğini) anlatan Sokrates’in işaret ettiği ikinci yol, Kelt efsanesinin anlattığı altın bir iple yukarı doğru çekilen kardeşin yoludur, yönü ise “amaç” ile tayin edilir.

Biz de bugün tüm bu yargılara katılabilir, özgürlüğün kemik ve etlerin istediğini yapmak değil, onların isteğine karşı çıkmak olduğunu söyleyebiliriz. Ancak karşımızda Hristiyanlık öncesi İskoçların veya Sokrates’in yaşadığı çağdakinden farklı bir gereklilik skalası bulunmaktadır. Özgürlüğün gereksinimler karşısında kazanılmış bir zafer olduğu argümanı, Sokrates’in cümleleri ışığında elbette net gözükür. İnsan, ya kas ve kemiklerin, ya da düşüncenin yolunu tercih edecektir. Sokrates, ikinciyi tercih eder. Peki ya Sokrates önünde kas ve kemiklerin değil de, düşüncenin gereği gibi duran bir yol daha bulsaydı? Yemek ile yememek, uyumak ile uyumamak arasında tercih yapmak kolaydır. Fakat günde bir kitap okuyan insan, kendisine günde iki kitap okuma imkanını vaat eden bir dijital aygıtı satın alıp almama konusunda aynı kolaylıkla karar veremez. Akıllı telefonların vaktimizi ve zihnimizi daha iyi organize etmeye yardımcı olup olmadığına karar vermek de aynı şekilde kolay değildir. Çamaşır ve bulaşık makinesi kullandığımızda, çamaşır ve bulaşıkları elle yıkayacağımız kadar süreyi kazanmış oluruz, fakat bunun düşünce adına bir kazanım olup olmadığı yine tartışmaya açık kalır. Teknolojik gereksinimler konusunda verilecek kararların zorluğu, tam da teknolojinin bize doğal gereksinimleri aşma yönündeki vaadinden kaynaklanır. Bu vaadi doğru okumak, teknolojiye hayır demek kolay değildir.

Determinizmin en aldatıcı biçiminin teknoloji fenomeni olduğunu tarihi bir örnek ile de somutlaştırabiliriz.  1848’de Avrupa’da işçiler ayaklandığında büyük sanayi makinalarının kaldırılmasını talep etmişti. Zira hayat standartları henüz yükselmemişti ve insanlar bir taraftan adaptasyon zorluklarıyla boğuşurken diğer taraftan teknolojinin sarhoş edici sonuçlarıyla tanışmamıştı. On dokuzuncu yüzyılın tam ortasında Marx, teknolojiyi işçilerin nezdinde temize çıkaracak şu cümleyi kurar: “Teknik özgürleştirir.” Bunu ilk söyleyen Marx değildir, fakat kitleleri tekniğin gereğine ilk ikna edebilen ilk entelektüel odur. Tekniğe karşı verilen savaş işçileri özgür kılmayacaktır, fakat teknik gelişmenin kendisi diyalektik bir süreç içinde burjuva ve kapitalizmin sonunu getirecektir; hayal edilen budur. Bergson gibi hümanistler veya Mounier gibi Katolikler ise manevi melekeleri güçlendirmek yoluyla teknik üzerinde tam hakimiyet kurulabileceğine inanmıştır.

Marx’ın tekniği rehabilite, Bergson ve Mounier’un tekniği kontrol etmenin imkanına dair soruşturması, tekniğin gereğini kabul etmiş gözükür. Ancak daha önce yapılması gereken bize kendisini gereklilik olarak dayatan şeyin üzerimizdeki baskısını hissetmek, onu tanımlamak ve tahlil etmek, onunla yüzleşmektir. George Basalla’nın Teknolojinin Evrimi isimli çalışması bu türden bir çalışma yürütürken öncelikle gerekliliğin göreceli bir kavram olduğu sonucuna ulaşır. Bir birey, nesil veya toplumsal sınıf için ihtiyaç olan, bir başkası için lüks veya yarayışsız olabilir. Buradan hareketle sahte ihtiyaçları gerçeklerinden ayırabileceğimiz yönünde bir kanaate ve hatta bir evrensel ihtiyaçlar listesine ulaşabiliriz. Bir kültürü ve hatta teknolojiyi bu listeyi temel alarak anlamak mümkündür. Yapısalcı yaklaşıma göre, ortaya çıkan (kültürel ve sanatsal olanlar dahil olmak üzere) her ürün bir ihtiyacı gidermeye yönelik bir çabanın sonucudur ve bir işlev görür. Biyolojik teorinin temsilcileri için ise, dini, sanatsal ve bilimsel etkinliklerin insanın hayatta kalma güdüsüyle irtibatı (varsa bile) çok zayıftır. Hatta tarımsal faaliyetler ve barınak inşası bile biyolojik gereksinimlerle ancak uzaktan irtibatlıdır. Basalla’nın burada aktarıldığından daha detaylı bir dökümünü çıkardığı yaklaşımlardan ilki olan yapısalcı yaklaşım, Marx, Bergson ve Mounier ile aynı yolu takip ederek üretimi ihtiyaç tespitiyle başlatır: “Bir şey üretilmiştir çünkü gereklidir.” İkinci yaklaşıma göre ise “üretilmiştir fakat gerekli değildir.” Basalla mezkur eserde, ihtiyaç ile icat arasındaki ilişkiyi aralarındaki sekansı değiştirmek yoluyla izah etmeyi dener. Neyin bizim için gerekli, neyin gereksiz olduğuna ilk elde insan doğası değil, dil veya kültür karar veriyor, konu hakkındaki yargılarımız bu kararı takip ediyordur. Biyoloji ise bu takipte neyin mümkün olduğuna değil ancak neyin imkansız olduğuna karar veriyordur. İhtiyaç ile icat arasındaki ilişki bu türden bir yaklaşımla tersine çevrildiğinde, teknolojinin hiçbir ihtiyaca karşılık gelmediği sonucu çıkar. Jose y Ortega Gasset, bu sonucu teyit eder: “Teknoloji fuzulidir. Taş devrinde ne kadar fuzuli ise, bugün de o kadar fuzuli.” Diğer taraftan teknoloji tüm gereksizliğine rağmen hızla ilerleme kaydetmektedir. Çünkü ihtiyaç listesi hızla genişlemektedir.

Eğer teknoloji bir ihtiyaçlar listesini değil, ihtiyaç olarak algılananlar listesini takip ediyorsa, bu ikinci listenin neye göre oluştuğu sorulabilir. Örneğin neden Mısırlı için piramitler gerekli iken, Yunanlı için heykel, Mezopotamyalı için yük kızakları, New Yorklu için taksi gereklidir? Arada sadece bir dil ve kültür farkı mı bulunur? Jacques Ellul Teknolojik Toplum’da ihtiyaç ve icat arasındaki ilişkiyi Basalla’nın takip ettiği yolu izleyerek şöyle açıklar: Basit araç gereçler doğal ihtiyacın sonucu olarak ortaya çıkarken, teknolojinin karşılık geldiği bir ihtiyaçlar grubu yoktur. O halde teknolojinin kaydettiği ilerlemenin sebebi gittikçe genişleyen bir ihtiyaç listesi değildir. Teknoloji doğmuş ve gelişmiştir, çünkü mümkündür. İhtiyaç ve kullanım, imkanın ardından gelir. Bu savı güçlendirecek en çarpıcı örnek atom bombasının icadı olabilir. Hiçbir insan ihtiyacına cevap vermeyen bu icada dair meşhur Fransız siyaset bilimci Jacques Soustelle şu cümleyi kurmuştu: “Mümkün olduğu için gerekli görüldü.” Bu, teknik evrenin tüm safhalarını açıklayan kilit bir cümle olarak okunabilir. Dolayısıyla teknoloji, insan ihtiyaç ve kararını devre dışı bırakan kapalı devre bir sistemdir. İmkanın zemini de, sonucu da teknolojiyse şayet, teknoloji ve özgürlük arasındaki ilişki tekrar düşünülebilir.

Birinci olarak teknolojinin ihtiyaçtan değil, ihtiyacın teknolojiden neşet ettiği savı, Marx bağlamında ele alınan teknolojinin özgürleştirdiği kabulüyle çelişir. Sunum taleplerimize göre değil, taleplerimiz sunuma göre şekil alıyorsa, gittikçe daralan bir özgürlük alanından söz ediyor olabiliriz. Bu daralmayı L. J. Terlizzese formüle eder: “Her şey mümkün olduğunda hiçbir şey mümkün değildir.” Teknoloji imkandan ihtiyaç yarattığında, insanın neyin gerekli, neyin gereksiz olduğuna karar verecek muhakemesi zayıflar. Ayrıca bir şeyin gerekli olduğu peşinen kabul edildiğinde, onunla ilgili ahlaki yargılar da kolaylıkla askıya alınabilir. Şayet bir şey ihtiyaç kabul edildiğinde, o şeyin kullanım ve elde etme biçimleri ahlaki bir soruşturmanın konusu nadiren edilecektir.  “Neden” sorusunun susup, yerini “nasıl” sorusuna bıraktığı bu noktada artık özgürlükten bahsetmek mümkün değildir. İkinci olarak, bir şeyin gerekliliğine dair varılan bir yargı, yargı sahibini o şeyi elde etme yolunda bir çabaya sevk eder. Yani gereklilik sahte bir amaca dönüşür. Hakiki anlamıyla amaç (telos) ise böyle bir sebep sonuç silsilesine referansta bulunmadığı gibi onu aşar. Gereklilik sınır çizerken amaç bu sınırları aşmak ister. İnsan bir şeyin gereği konusunda bağımsız bir karar verebildiğinde değil, onun gereği yönünde karar vermesine rağmen, onu elde etmeme yönünde bir irade gösterebildiğinde ancak özgürdür. Buradaki gereklilik, doğal olmayanların (teknolojinin sunduklarının) yanında doğal olanları da (doğamızın gerektirdiklerini de) kapsar. Ve insan doğasına boyun eğdiğinde değil, karşı geldiğinde özgürleşmeye başlar, altın ipe bağlanır ve dağın zirvesine doğru yol alır.

Zeynep Münteha Kot

Dr. Öğr. Üyesi Zeynep Münteha Kot
İstanbul Bilgi ve Portsmouth Üniversiteleri, Uluslararası İlişkiler bölümünden mezun oldu. George Washington Üniversitesi, Hinduizm ve İslam bölümünde, ‘Perennialist Düşünce Zaviyesinden İslam Hristiyanlık İlişkileri’ başlıklı tezi ile yüksek lisans derecesi aldı. İstanbul Üniversitesi, Felsefe Tarihi Bölümü’nde, ‘Heidegger’de Metafor Sorunu’ başlıklı tezi ile doktorasını tamamladı. Şiir, deneme ve makaleleri muhtelif dergilerde yayınlandı. İki telif, iki tercüme kitabı bulunmaktadır. İstanbul Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır.

SOSYAL MEDYA