Tarih, bazen insanları, devletleri ve milletleri bir dönüm noktasının eşiğine getirip bırakır. Bu eşik, zorlukları, fırsatları ve tercihleri aynı anda barındıran bir sınamadır. Bu noktada muhatabın yapabileceği en iyi şey, zorluklara göğüs germek, fırsatları en verimli şekilde değerlendirmek ve hem o anın içinde hem de gelecekte kendine en büyük faydayı sağlayacak tercihi yapmaktır. Ancak bunu, vizyoner bir bakış açısı, feraset ve basiretle yaklaşabilenler, dönüm noktasını görüp kavrayarak içselleştirebilecek bir kapasiteye sahip olanlar başarabilir. Aksi takdirde, kişi, millet ya da yalnızca olaylara maruz kalır; dönüşümün ve değişimin öznesi değil, nesnesi haline gelir. Bu durumda, dönüşümün sonucunda ortaya çıkan yeni yapı ve düzende söz hakkı bulamaz; edilgen konumdan etken bir statüye geçmesi ya imkânsız hale gelir ya da büyük çaba ve emek gerektirir.
Türkiye, tıpkı dünyadaki pek çok devlet gibi, şu anda devlet ve millet olarak böylesine dönüştürücü bir eşikte duruyor. Üstelik bu eşik, sakin bir şekilde durup düşünmeye, derin analizlerle stratejik hamleler geliştirmeye ve ulusal, bölgesel ya da küresel düzeyde özne bir aktör olarak pozisyon almayı zorlaştıran, son derece dinamik bir eşiktir. Hızla değişen ve çok boyutlu bu durum, aynı anda paralel hamleler yapılmasını gerektirirken, çoğu zaman birbiriyle çelişme ya da çatışma potansiyeli taşıyan bu hamleleri uyumlaştırmayı ya da en azından birbirine zarar vermeyecek şekilde nötr hale getirmeyi zorunlu kılıyor. İşte böylesine karmaşık bir bağlamda, Türkiye’nin zorluklarla ve meydan okumalarla nasıl mücadele edeceği, bu dinamik dönüşüm sürecinin sarsıcı etkilerinden korunarak krizlerin sunduğu fırsatları nasıl değerlendireceği ve nihayetinde yapacağı tercihlerle nasıl bir geleceğe, nasıl bir “Türkiye Yüzyılı”na yol alacağı büyük önem taşıyor.
Türkiye, Ekim 2024’ten itibaren kamuoyuna duyurulan ve altyapısının uzun süredir titizlikle hazırlandığı anlaşılan bir çözüm süreci yürütüyor. Bu sürecin temel amacı, 40 yılı aşkın süredir Türkiye’ye binlerce can kaybı başta olmak üzere her açıdan ağır bedeller ödeten terör sorununu bir daha geri dönmemek üzere sona erdirmektir. Zira Türkiye’nin, bölgesel ve küresel düzeydeki dönüşüm ve yeniden yapılanma süreçlerine sırtında terör gibi bir yük, açık bir yara ya da düşman ve rakiplerinin kullanabileceği bir kozla yakalanması, şimdiye kadarki maliyetlerden çok daha fazlasına yol açabilir. Bu şartlar altında Türkiye’nin, yıllardır kemikleşmiş geleneksel terörle mücadele yaklaşımlarını aşması; ulusal, bölgesel ve küresel düzeyde zorluklara göğüs gererek tercihini, kapsayıcılığı genişletilmiş, milletin tüm unsurlarını barıştıran ve iç cephesini güçlendiren yeni bir Türkiye’den yana kullanması gerekiyor. Sürece dair mevcut göstergeler, en azından şimdiye kadar atılan adımların bu doğrultuda olduğunu ortaya koyuyor. Eğer süreç sonuna kadar aynı hassasiyetle yürütülür ve olası aksaklıklar önlenirse, hedefe ulaşılmaması için hiçbir neden yok. Çünkü konjonktür ve zamanın ruhu, tüm zorlukların yanı sıra böylesine büyük bir çözüm fırsatını da beraberinde getirmiş durumda.
Benzer bir durum analizi, Türkiye’nin küresel sahnedeki konumu için de yapılabilir. Küresel aktörlerin alıştığı ve buna göre refleksler geliştirdiği, İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan düzen artık işlevini yitirmiş durumda. Aynı şekilde, savaş sonrası Avrupa merkezli olarak kurgulanan, temel insan hakları ve özgürlükler üzerine inşa edilen liberal ve hümanist söylem de son Gazze katliamlarıyla birlikte tamamen çökmüştür. Bu söylemler, bırakın insanlığı geçmişteki baskı ve zulümlerden kurtarmayı, doğduğu Batı’yı ve Avrupa’yı bile dönüştüremedi; bu gerçek, göç ve mülteci kriziyle başlayıp Gazze kriziyle netleşti. ABD’de Trump’ın başkan seçilmesiyle geleneksel Amerikan dış politikasını altüst eden yaklaşımlar, NATO ve BM gibi dünya düzeninin temel yapılarını belirsizliğe sürüklerken, mevcut küresel güvenlik ve savunma mimarisi de büyük ölçüde zayıfladı. Tam da böyle bir konjonktürde Türkiye; Ukrayna-Rusya arasında çatışmasızlıktan yana ve her iki tarafın haklarını koruyan bir tutum sergileyerek, Suriye’de Esad rejimine karşı muhalifleri ve istikrarlı, bölünmemiş bir Suriye’yi savunarak, İsrail’in bölgesel istikrarı bozan saldırgan ve yayılmacı politikalarına karşı Gazzelilerle birlikte tüm Filistinlilerin haklarını her platformda ilkesel bir şekilde en güçlü şekilde savundu. Bu tutum, Türkiye’yi doğal olarak küresel düzeyde etkin bir konuma taşıdı. Suriye’de 13 yıl süren iç savaşın muhaliflerin zaferi ve Esad’ın devrilmesiyle sonuçlanması, ABD’nin Trump öncesinde açıkça desteklediği Ukrayna-Rusya savaşından çekileceğini açıklaması ve Avrupa’nın NATO şemsiyesi altındaki ABD savunmasından yoksun kalacağının ortaya çıkması, Türkiye’yi güç dengelerinin tam ortasında vazgeçilmez bir aktör haline getirdi. Şimdi Türkiye’nin, bu çok boyutlu satranç tahtasında kritik hamlelerle ulusal güvenliğini güvence altına alırken, oluşmakta olan yeni küresel düzende etkin ve özne bir pozisyon elde etmesi gerekiyor. Bunun için özellikle savunma ve güvenlik alanlarında zayıf düşen Avrupa ile ilişkilerin nasıl şekilleneceği, Türkiye’nin olası bir Avrupa savunma ittifakındaki rolünün Rusya ile ilişkilerini nasıl etkileyeceği (ki Esad’ın devrilmesinden sonra bu alanda dikkat çekici bir sessizlik hâkim) ve Trump’ın koşulsuz desteğiyle Suriye toprakları dahil saldırganlığını artıran İsrail ile nasıl mücadele edeceği büyük önem kazanıyor. Ukrayna-Rusya, Suriye, NATO savunma politikaları ve Avrupa ile ilişkiler bağlamında Trump yönetimindeki ABD ile nispeten uyumlu bir pozisyon sergileyen Türkiye’nin, Filistin meselesinde Trump ile doğrudan çeliştiği politikaları ise diğer tüm politikalarını etkileyebilecek bir nitelik taşıyor. İşte böylesi bir ortamda Türkiye’nin yüksek hassasiyet, güçlü bir basiret ve ferasetle geliştirip uygulayacağı politikalara ihtiyacı var. Bir yandan tüm çatışma alanlarında sürdürdüğü ilkesel tutumu devam ettirmesi gerekiyor –ki bu, hem bölgesel hem küresel meşruiyet ve prestij açısından hayati önemde– diğer yandan bu tutumun, Türkiye’nin doğrudan taraf olabileceği bir İsrail-Türkiye çatışması gibi yeni gerilimlere dönüşmesini engellemesi şart.
Stratejik hamle ve politika gerektiren alanlar yalnızca Avrupa ve Orta Doğu ile sınırlı değil. Türkiye’nin yıllardır altyapısını kurduğu Afrika politikası, özellikle Fransa gibi eski sömürgeci güçleri rahatsız etmeye başladı. Bu rahatsızlık, Türkiye’nin Libya, Somali ve Sudan’daki faaliyetleri ile Cezayir gibi ülkelerle geliştirdiği ilişkilerle iyice belirginleşiyor.
Türkiye’nin Kuzey Afrika’daki stratejik hamlelerinden bağımsız düşünülemeyecek bir diğer rekabet alanı ise Doğu Akdeniz’dir. Başından beri Doğu Akdeniz enerji rezervleri konusunda kendisini dışlayan yaklaşımlara net bir tavır koyan Türkiye’nin, yeni düzende Libya ile yaptığına benzer stratejik hamle ve anlaşmaları artırması gerekiyor. İkili ilişkilerin önceki dönemlere göre daha sıcak seyrettiği İspanya, İtalya ve Yunanistan gibi Akdeniz ülkeleriyle ilişkilerin düzelme sürecine girdiği Mısır’ı kapsayan yeni bir stratejik iş birliği modeli, Doğu Akdeniz’deki paylaşım meselesinde üstünlük sağlayabilir. Ancak İsrail, dolaylı olarak ABD ve Avrupa’da ise Fransa’nın bu tür bir iş birliğine engel çıkarması muhtemel. Eğer Fransa da bir şekilde bu iş birliğine ikna edilirse, ABD ve İsrail’in çatışma yerine uzlaşmayı tercih edeceği düşünülebilir. Bu da gelişen küresel koşullar sayesinde bölgesel pozisyonunu güçlendirmiş olan Türkiye’nin elini daha da sağlamlaştırır.
Dünya ve yakın bölgelerimizde tüm bu gelişmeler yaşanırken ve Türkiye olayların merkezinde etkin bir rol oynarken, iç cephenin her boyutuyla tahkim edilmiş olması, ekonomik, siyasi ve sosyal istikrarın sürdürülebilmesi temel bir gereklilik olarak öne çıkıyor. Yukarıda değindiğimiz Kürt meselesine dair çözüm süreci, iç cepheyi güçlendirmek için en kritik adım olarak görülüyor. Sorunun çözümü ve terörden arınmış bir Türkiye her açıdan büyük katkılar sağlayacak olsa da bu tek başına yeterli değil.
Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasıyla Türkiye siyasetinde ve toplumunda gözlemlenen gelişmeler, Erdoğan liderliğindeki 20 yılı aşan AK Parti iktidarına rağmen Türkiye’nin kutuplaştırıcı ve çatışmacı siyaset dilinden kurtulamadığını ve siyasi rekabet ile iktidar değişimlerini sorunsuz gerçekleştiremediğini gösteriyor. Yerel seçimlerde seçmen tercihleriyle de ortaya çıkan, toplumun genelinde uzun süredir devam eden iktidarın yolsuzluk ve kayırmacılık gibi yozlaşma eleştirileri artarken, muhalefetin toplumun çoğunluğunu ikna edecek bir alternatif sunamaması, siyasi arenada ciddi bir tıkanıklığa işaret ediyor. İktidar, Erdoğan liderliğindeki büyük proje siyasetini artık eskisi gibi ilgi görmemesine rağmen sürdürmeye devam ederken, muhalefet, biriken Erdoğan karşıtlığını körüklemek ve “Biz kazanırsak Erdoğan gider” demek dışında somut bir vaat sunamıyor.
Toplumun büyük bir kesimi, küresel meseleler ve Şubat 2023 depremi gibi büyük felaketler bağlamında Erdoğan liderliğini Türkiye için bir şans olarak görüyor; seçim sonuçları da bunu açıkça ortaya koyuyor. Ancak Erdoğan’ın belediye başkanlığı döneminden beri sürdürdüğü ve iktidarının ilk yıllarında anlamlı olan altyapı odaklı büyük proje siyaseti artık eskisi gibi karşılık bulmuyor. Zira toplumun önemli bir bölümü, günlük hayatlarını doğrudan etkileyen mikro alanlarda sorunlar yaşıyor ve büyük projeler, örneğin Kanal İstanbul, bu sorunlara çözüm sunmuyor. Seçim dönemlerinde uygulanan EYT, emekli ikramiyesi, sözleşmelilere kadro gibi popülist politikalar kısa vadede ilgi görse de sonradan getirdiği yüklerle sorunun bir parçası haline geliyor. Bu bağlamda hükümetin genel siyasetinde bir paradigma değişikliğine giderek, hayat pahalılığı ve gelir dağılımındaki adaletsizlik gibi vatandaşların günlük yaşamlarında karşılaştığı sağlık, eğitim, ticaret, kültür, istihdam, konut ve kira gibi sorunlara çözüm üretmesi gerekiyor. Aksi halde, olağanüstü durumlarda vatandaşlar ülkenin selameti için kendi sıkıntılarını ikinci plana atıp Erdoğan liderliğini desteklese de bu durum süresiz devam etmeyecektir; yerel seçimlerde kaybedilen belediyeler bunun en açık göstergesidir.
İktidar kanadında bu sıkışmışlık yaşanırken, muhalefet tüm enerjisini Erdoğan’a karşı çıkaracağı adaya odaklamış durumda. Ne iç ne de dış siyasete dair kayda değer bir politika üretmeden, seçim dönemlerinde aşırı popülist ve maliyetli vaatler (EYT, sözleşmelilere kadro, asgari ücret artışı, emekli ikramiyesi) dışında bir öneri sunmadan, yalnızca popüler bir aday ve ittifakla kazanmayı hedefliyor; ancak her defasında yenilmekten kurtulamıyor. İmamoğlu’nun tutuklanmasını, onun Erdoğan’ı yenebilecek tek rakip olmasına bağlayan yorumlara katılmıyorum. Mevcut siyasi söylemler içinde İmamoğlu’nun bile Erdoğan’ı devirme ihtimali sanıldığı kadar yüksek değil. Erdoğan’ın, yüzyılın felaketi denilen depremden sonra ve pandemi öncesi başlayıp derinleşen ekonomik krize rağmen konsolide olmuş muhalefeti yendiğini unutmamak gerek. Bu, ağır şartlara ve muhalefetteki kemikleşmiş Erdoğan karşıtlığına rağmen muhalefetin toplumun çoğunluğuna güven veremediğini gösteriyor. Dolayısıyla, İmamoğlu’nun ve çevresindeki ekibin tutuklanmasını bir rakip eleme operasyonundan ziyade, Türkiye’de siyaset alanını yeniden dizayn etme girişimi olarak görüyorum. Her dönemde muhalefet alanını domine eden CHP’nin dönüştürülmesi, yeniden yapılandırılması ya da tamamen tasfiye edilmesi gündeme gelebilir. Muhalefetin sıkışmışlığı aşarak iktidara gerçek bir alternatif olabilmesi ancak böyle bir adımla mümkün görünüyor. Aksi takdirde, farklı çıkar gruplarının zaman zaman yönetime gelmesiyle muhalefetteki iktidarını sürdüren CHP düzeni artık sürdürülebilir olmaktan çıkmıştır. CHP’nin bu “muhalefet iktidarı”, hükümetlerin yozlaşmasını dolaylı olarak besleyen bir zemin yaratmıştır. Gerçek anlamda muhalefet yapmayan, ancak alternatiflerin oluşumuna alan bırakmayan CHP, iktidarlara ciddi politikalar sunamamış ve hesap soran bir yapı olamamıştır. Anlaşılan, Erdoğan iktidarının bir diğer büyük projesi, Türkiye muhalefetini yeniden yapılandırmak olacaktır.
Türkiye, tarihin bu kritik dönüm noktasında hem iç hem de dış politikada eşsiz bir sınavla karşı karşıyadır. Küresel düzendeki belirsizlikler ve bölgesel çatışmalar, Türkiye’yi stratejik bir konuma yerleştirirken, iç cephedeki siyasi, sosyal ve ekonomik sorunlar bu fırsatların değerlendirilmesini zorlaştırıyor. Terör meselesinin çözümü, dış politikada ilkesel duruşun sürdürülmesi ve iç siyasette kutuplaşmanın aşılması, Türkiye’nin “yüzyıl” vizyonunu gerçekleştirmesinin temel taşlarıdır. Ancak bu, yalnızca iktidarın değil, muhalefetin de kendini yenileyerek topluma güven veren bir alternatif sunabilmesiyle mümkün olacaktır. Türkiye’nin bu eşikten özne olarak çıkması, vizyoner liderlik, toplumsal uzlaşı ve sürdürülebilir politikalarla şekillenecek; aksi halde tarih, sadece maruz kalınan bir dönüşümün hikâyesini yazacaktır.