Tanımadığınız Şeytan

Şeytan ne zaman ortadan kayboldu? Şeytanın imgesi hâlâ varlığını sürdürüyor ama çoğunlukla kitsch (bayağı süsleme) olarak. Ona inanan az sayıdaki insan genellikle ciddiyetsiz, hatta zevksiz olarak resmediliyor. Hakim görüşe göre, ilerleme süreci önceki, daha korkulu dönemlerin batıl inançlarını bertaraf etti. Görünen o ki, yirminci yüzyılın tarihin en kanlı dönemi olması pek önemsenmiyor.
Mayıs 28, 2025
image_print

Kötülüğü psikolojik düzeyde açıklamayı tercih eden bir kültürde, noir bizi onunla yüzleşmeye zorlar.

Şeytan ne zaman ortadan kayboldu? Şeytanın imgesi hâlâ varlığını sürdürüyor ama çoğunlukla kitsch (bayağı süsleme) olarak. Ona inanan az sayıdaki insan genellikle ciddiyetsiz, hatta zevksiz olarak resmediliyor. Hakim görüşe göre, ilerleme süreci önceki, daha korkulu dönemlerin batıl inançlarını bertaraf etti. Görünen o ki, yirminci yüzyılın tarihin en kanlı dönemi olması pek önemsenmiyor.

Kimileri Reform’u Hristiyanlığı sulandırmakla, kimileri de Aydınlanma’yı Karanlığın Prensi’ni (Prince of Darkness) ortadan kaldırmakla suçlayabilir. Suç Nietzsche’ye ya da Kopernik’e bile atılabilir. Carl Jung, şeytanın “bilinçdışının grotesk ve uğursuz yüzü” olduğunu öne sürmüştü. İnsan, zalimlikte şeytanı geride bırakmışken, onu neden anmak isteyelim ki? Papa Francis’in bile cehennemin var olmadığını söylediği iddia ediliyor. İnsanlığın çöküşü, bizzat kendi eseridir.

Voltaire için, Büyük Lizbon Depremi, adil ve her şeye kadir bir Tanrı fikriyle bağdaşmazdı. Yangınların Azizler Günü’nde yakılmış mumlar nedeniyle daha da şiddetlenmesi, bu göksel nihilizmi pekiştirmişti. Filozof Susan Nieman, “On sekizinci yüzyıl, Lizbon kelimesini, bizim bugün Auschwitz kelimesini kullandığımız gibi kullanıyordu” der. Başka bir deyişle, Tanrı cesetlerin arasındaydı; şeytan gereksizdi.

Ama ortadan kaybolmak, yok olmak anlamına mı gelir? Baudelaire şöyle yazmıştı: “Sevgili kardeşlerim, asla unutmayın: Şeytan’ın en güzel hilesi, sizi onun var olmadığına inandırmasıdır!” Bu sözün bir versiyonu, 1995 yapımı neo-noir film The Usual Suspects’te karşımıza çıkar. Filmin kötü karakteri Keyser Söze, kötülüğün zirvesindedir; o kadar acımasızdır ki, kaçıranlara misilleme olsun diye kendi ailesini bile öldürür. Söze, yetişkinler için bir öcü, her yere uzanan kollarıyla komployu cisimleştiren bir figürdür. Boynuzlarını ve yabasını bir kenara bırakırsanız, geriye kalan yalnızca asıl şeydir: kötülüğün ta kendisi. İster kişileştirilmiş ister soyut biçimde olsun, ortadan kaybolmayı reddeder.

Günümüzde bazı insanların yaptığı gibi kötülüğe karşı agnostik olmak, ayrıcalıklı ve yalıtılmış bir varoluş biçimidir. Kötülüğe inanmıyorsanız, yeterince yaşamamışsınız demektir. Ne kadar ortaçağdan kalma, histerik ya da ilkel görünürse görünsün, bir gün Dachau’ya ya da Kamboçya’daki S-21 hapishanesine adım atın; hâlâ hissedeceksiniz. “Eğer bir yabancı aniden bu dünyaya düşseydi,” diye yazmıştı kuşkucuların en büyüğü David Hume, “ona bu dünyanın kötülüklerine örnek olarak hastalıklarla dolu bir hastane, suçlular ve borçlularla tıka basa dolu bir hapishane, cesetlerle kaplı bir savaş alanı, okyanusta batmakta olan bir filo, zulüm, kıtlık ya da salgın altında inleyen bir ulus gösterirdim.”

Kötülüğü tanımlamak ya da ölçmek, onu sınırlamaya ve kontrol etmeye çalışmaktır. Ancak kötülük sinsidir ve biçim değiştirir. Eğer kendinizi bundan muaf sanıyorsanız, savunmasızsınız demektir. Yedek Polis Taburu 101’in (Reserve Police Battalion 101), Stanford Hapishane Deneyi’nin ve Milgram deneylerinin öğrettiği şey — her birinde belirli sosyal baskılar altındaki sıradan insanlar, normalde tiksinecekleri eylemleri gerçekleştirmiştir — otoriteye direnmenin ve kötülüğü reddetmenin ihtimal dahilinde olmadığını gösterir.

Kötülükle yaşanmış en çarpıcı kültürel yüzleşmelerden biri, Adolf Eichmann’ın yargılandığı davada gerçekleşti. Orada Hannah Arendt, Holokost’un mimarlarından birini gözlemleme fırsatı bulmuştu. Arendt’in gözlemleri, kötülüğü yozlaşmış bir kahramanlık biçimi olarak gören hâkim görüşe meydan okudu. Eichmann, onun gözünde, “ne Iago’ydu ne de Macbeth… Kişisel kariyerini ilerletmek için olağanüstü bir çaba göstermesi dışında hiçbir motivasyonu yoktu.” O, I. Dünya Savaşı’nın sarı basınında tasvir edilen, bebekleri süngüleyen çılgın Alman ya da efsanevi Germen Übermensch değildi; yalnızca gayretli bir görevliydi. “Eichmann’ın sorunu, pek çok kişinin onun gibi olmasıydı ve bu kişilerin ne sapkın ne de sadist olmamalarıydı; onlar korkunç derecede sıradan ve hâlâ da öylelerdi.” Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” (banality of evil) ifadesi öylesine yaygınlık kazandı ki, farkında olmadan yeni bir ortodoksluk yarattı. Kötülük artık parçalanmış, bürokratik, kurumsal bir olgu hâline gelmişti. Bu anlayış, Nürnberg Duruşmaları’nın reddettiği ama yine de kamusal söyleme giren makul bir inkâr mesafesi sağladı. Bu bakış açısına göre kötülük, insan kararlarının değil, itaate dayalı pasifliğin sonucuydu — aktif bir kötülük değil, yapısal bir sorundu.

Ancak soykırımın sıcak ya da soğukkanlılıkla, çarpıtılmış bir tutkuyla ya da bozulmuş bir mantıkla işlenmiş olması pek fark etmez. II. Dünya Savaşı, Dirlewanger Tugayı’ndan Jasenovac kapılarına kadar gotik düzeyde kötülüklerle doluydu. Doktorlar Davası, rasyonelleştirilmiş ilgisizlik ile sadistçe zulüm arasındaki sınırın ne kadar kolay bulanabileceğini ortaya koydu. Arendt, modernliğin sunduğu olanaklarla kötülüğün bürokratikleşmesine dikkat çekmekte haklıydı; ancak onun içgörüsü, tarihin uzun süredir gösterdiği kötülüğün çeşitli biçimlerine dair mevcut anlayışın yerine geçmemeli, bu anlayışa eklenmeliydi.

Ancak savaştan —yani en acımasız gerçeklik testinden— uzaklaştıkça, kötülük kendini daha fazla gizlemeye başladı ve hatta şeytan gibi tamamen ortadan kaybolmuş gibi göründü. Medya bu süreçte, gömülü habercilik (embedded reporting) ve sterilleştirilmiş haber sunumları aracılığıyla, uzaktan kumandalı savaşların yükselişiyle birlikte merkezi bir rol oynadı. Tüm bu süreç acıyı soyutlaştırıyor. Medyatikleştirilmiş Körfez Savaşı sırasında, Fransız düşünür Jean Baudrillard şöyle yazmıştı: “savaş tutkularından, hayaletlerinden, süslerinden, peçelerinden, şiddetinden, imgelerinden soyulmuştu; teknisyenlerce çıplak bırakılmış, ardından da elektronik araçların tüm yapaylıklarıyla yeniden giydirilmişti.” Bugün bu durum katbekat artmış durumda. Modern savaşın büyük kısmı, faili yaptığı eylemlerin sonuçlarından ayırmakla ilgilidir.

Noir ise bu duruma karşı var olur. Savaş sonrası bir ortamda ortaya çıkmış olan noir, hâlâ gerçek kötülüğün varmış gibi ele alındığı nadir yerlerden biri olmayı sürdürmektedir. Noir, duygusallığın aslında gerçek bir sinizm biçimi olduğunu görebilmiştir. Ravensbrück toplama kampının belası olan SS subayı Theodora Binz’in son sözleri şunlardı: “Umarım hepimizin kötü insanlar olduğumuzu düşünmezsiniz.” Noir, şeytani olanı bireysel yozlaşmadan (The Third Man), toplumsal çürümeye (Chinatown) kadar, bizim içimizde ve aramızda bulur.

Pek çok noir ya da hard-boiled (sert mizaçlı) yazar, savaş ya da askerlik hayatını bizzat deneyimlemiştir. Mickey Spillane savaş pilotuydu, William P. McGivern ise çavuş. William Lindsay Gresham, İspanya İç Savaşı’nda sıhhiyeci olarak görev yaptı. Auguste Le Breton Fransız Direnişi’nde hizmet verdi. Gerald Butler, Kiss the Blood Off My Hands adlı kitabını Blitz sırasında bomba sığınaklarında yazdı. Gözlem noktalarına atanan James M. Cain, gaz saldırısından kurtulduğu için şanslıydı. Dashiell Hammett ise bir değil, iki dünya savaşını yaşadı.

Sosyal psikolog Ronnie Janoff-Bulman’ın “parçalanmış varsayımlar” (shattered assumptions) teorisi bu bağlamda anlam taşır. Savaştan dönenlerin çok azı, günahsızlık dönemine geri dönebilmiştir; eve döndüklerinde, birçoğu karşılaştıkları olgunlaşmamış toplumdan tiksinmiştir. Bazıları —Dorothy B. Hughes’un In a Lonely Place adlı romanındaki başkahraman gibi— şiddeti beraberinde getirip masumların üzerine salıvermiştir. Gördüklerini ve hayatta kalabildiklerini unutabilen çok azdı. Örneğin David Goodis’in Down There (filmi Shoot the Piano Player olarak uyarlandı) adlı eserinde, medeniyetin buzunun ne kadar ince olduğu insanın içine işleyen bir biçimde aktarılır.

Noir için belirleyici olan şey, hayatla olan sadakat bağlarıydı. Cain şöyle demişti: “Sert, haşin ya da kasvetli olmak için bilinçli bir çaba göstermem. Ülkesinin tarlalarından, sokaklarından, barlarından, ofislerinden, hatta lağımlarından gelen sıradan insanın, benim uydurabileceğimden çok daha canlı bir konuşma tarzına sahip olduğunu ve bu mirasa, Amerikan kırsalının bu logosuna sadık kalırsam, çok az çabayla maksimum etki yaratabileceğimi asla unutmam.”

Elmore Leonard’ın insanlar gerçekte nasıl konuşuyorsa öyle yazmaya cesaret ettiği on yıllar sonra bile bunun hâlâ radikal bir öneri olması, edebiyatın ne olduğu ve kimin yazmaya hakkı olduğu hakkında çok şey söyler. Raymond Chandler’ın Hammett hakkında söylediği gibi, o “cinayeti Venedik vazosundan çıkarıp arka sokağa fırlattı… Yazdıkları, en başta (ve neredeyse sonuna dek), hayata keskin ve saldırgan bir bakış açısıyla yaklaşan insanlar içindi. Onlar işlerin kirli yüzünden korkmazlardı; orada yaşarlardı. Şiddet onları sarsmazdı; tam da onların dünyasıydı.”

Charles Bukowski, yazarların on yıl boyunca yazmayı bırakıp bir iş bulmalarını, böylece deneyim kazanmalarını, hikâyeler biriktirmelerini ve bir dünya görüşü geliştirmelerini önermişti. Akademik modalarla ve otokurgu yüzeyselliğiyle dolu çağdaş edebiyat için bu büyük ölçüde izlenmemiş bir yoldu. Noir yazarları ise, varoluşun keskin kenarıyla olan bağlarını nadiren kaybetti.

Bazı noir yazarları sokak muhabiriydi — Cain, Elliott Chaze ve Jonathan Latimer gibi gazeteciler — insanlığın hem en iyi hem en kötü yanlarıyla karşılaşmışlardı. Marjinalleşme, çoğu zaman onlar için gizli bir güç kaynağıydı. Edna O’Brien, öğrencisi Walter Mosley’ye şöyle demişti: “Siyahsın, Yahudisin, yoksul bir geçmişin var; içinde zenginlikler barındırıyor bu.” Pek çok noir yazarı — Chandler ve Gresham dahil — ağır içiciydi ve umutsuzlukla aldatmacanın kolayca bulunabildiği sefil barlara sık sık giderdi. (Goodis, bunu içki içmeden bile yapardı.) Horace McCoy fedai olarak çalıştı. W. R. Burnett, yıkık dökük bir otelde gececi katiplik yaptı. Gönül ilişkileri yaygındı; arzunun ve ihanetin işleyişine dair bir eğitim gibiydi bu. Suç soyut bir şey değildi: Hammett bir Pinkerton dedektifiydi, Jim Thompson’ın babası ise yolsuzlukla suçlanan bir şerifti. Thompson’ın kendisi otellerde ve petrol sahalarında çalışmış, geçmişleri çoğu zaman suçla iç içe olan renkli göçebelerle çevriliydi. Bu yazarlar, toplumsal sınır bölgelerinde seyahat eden gözlemcilerdendi — günümüzde giderek içe dönük özdüşünümlerle, politik doğruculuğun felç edici etkisiyle ve gerçek hayattan kopuşla yer değiştiren bir yaklaşımdı bu.

Noir iç dünyayı (interiority) göz ardı etmedi ama onu asla bir sınır olarak görmedi. Kendini anlamanın, dünyayı anlamaktan geçtiğine inanırlardı. Cain’in Serenade adlı romanı, Guatemala’daki seyahatlerinden esinlenmişti; The Moth, yük vagonlarında seyahat eden evsizlerle karşılaşmalarından. Noir yazarlarının malzeme bulmak için uzaklara gitmeleri gerekmezdi; yeter ki dış dünyaya bir bakış açıları olsun. Cornell Woolrich, kangrenli bir rahatsızlık nedeniyle yatağa bağımlı kaldığı yıllarda, apartman penceresinden gördüğü manzarayı “It Had to Be Murder” adlı öyküsüne dönüştürdü; bu hikâye daha sonra Alfred Hitchcock’un en büyük filmlerinden biri olan Rear Window‘a uyarlandı. Bugün yazıldığı döneme kıyasla daha “sorunlu” sayılabilecek The Postman Always Rings Twice, sadomazoşizm, ihanet ve suç ortaklığı üzerine psiko-seksüel bir keşiftir. Eleştirmenler bu eseri, insanlardan nefret eden bir zihnin ürünü olarak tanımlamıştır — oysa ki roman, gerçek hayatta yaşanmış Ruth Snyder–Judd Gray davasına dayanır (tıpkı Cain’in Double Indemnity romanı gibi). Noir’ın “parayı ve cesetleri takip etme”ye olan bağlılığı — nesnel gerçekliğin en güvenilir izleri — bugün, entelijansiyanın görecelikçi saçmalıklar içinde kaybolduğu bir çağda, her zamankinden daha radikal hissettiriyor.

Goodis ve Vera Caspary gibi bazı noir yazarları reklamcılık alanında da çalıştı; yani kamusal arzuları ve korkuları deşifre etme üzerine kurulu bir sektörde. Bu nedenle noir’ın temelde psikolojik olması hiç şaşırtıcı değildir: siyaset, hırs, ihanet ve şiddet gibi olguların arkasındaki motivasyonları sorgular. Chandler, The Simple Art of Murder‘da “bugünlerdeki o toplumsal ve duygusal ikiyüzlülük”ten şikâyetçiydi. “Buna bir de liberal dozda entelektüel şatafat eklerseniz,” diye devam ediyordu, “günlük gazetelerin kitap sayfasının tonunu elde edersiniz… eleştirmen loncasının terbiyeli fokları tarafından itinayla eşlik edilen, fazlasıyla güçlü bazı baskı grupları tarafından sevgiyle sulanan bir sayfa… Sadece birkaç ödemenizi geciktirin, o zaman ne kadar idealist olduklarını görürsünüz.”

Tüm “tür” edebiyatlarında olduğu gibi, noir da edebiyat çevrelerince küçümseyici bir tavırla ele alınmıştır; oysa W. H. Auden, Kingsley Amis ve T. S. Eliot gibi birçok edebiyat devi ona hayran kalmıştı. Albert Camus gibi başka isimler ise hard-boiled (sert) tarza yakınlıklarını açıkça ortaya koydu. Camus, Cezayir’in vahşi çelişkilerini bizzat deneyimlemiş, yoksul bir pied-noir olarak, özellikle Başkaldıran İnsan (The Rebel) adlı eserinde “amaç, araç tarafından kirletilir” argümanını savunduğu için, Sol Kıyı’nın (Left Bank) entelektüel seçkinleri tarafından dışlandı. Theodor Adorno’nun “Auschwitz’ten sonra şiir yazılamaz” iddiası ise yanlış çıktı — zira şiir, gerçekten de Auschwitz’te yazılmıştı. Ama savaş sonrasında çok az kişi masumiyet taslayabildi ya da safdilliğe sığınabildi. O zamandan bu yana, edebiyat iklimine noir’ın karanlık gölgesi hâkim oldu.

Graham Greene bu karanlığı yakından tanıyordu. The Times of London gazetesinde rahat bir editör yardımcılığı işini reddederek, yazılarını Saygon, Kongo ve Havana’daki kendi deneyimlerine dayandırdı. MI6 üyesi olarak siyasal entrikalara ve kişisel ihanetlere doğrudan tanıklık etti. İç huzuru bozulmuş bir Katolik olarak, ideolojinin her şeyi çarpıttığını ama aynı zamanda bayağı dürtüleri örtbas eden bir pelerin olduğunu fark etmişti. Onun dünyasında yalnızca anti-kahramanlar vardı; tüm iyilik şehadetle taçlandırılırken, kötülük dehşet verici bir gerçeklikti (bkz. Brighton Rock’taki Pinkie). Greene’in ortaya koyduğu üzere noir, aslında ruhsal bir biçimdi. İnsanlık bir iç savaşın çamuruna saplanmıştı. İntikam hüküm sürüyor, ölü sayıları artıyordu. Sınıf meselesi merkezi bir unsurdu ama kendi kendini mahvetme de en az onun kadar öyleydi. Greene asla kendini bu denklemin dışında tutmadı.

Gençliğinde acı çeken Greene, Rus ruleti oynadığını ve “kendi kötülüğümü ölçebileceğim bir dine ihtiyacım vardı” dediğini anlatır. Eserlerinde daima bir gözlemlenme hissi vardır: “bir yerlerde adalet vardı ve adalet onu mahkûm etmişti.” Greene, asla yetinmeyen, asla emin olmayan ve sorgulamaktan hiç vazgeçmeyen yazar tipinin örneğiydi. Ruhun karanlık yolculuğuna adanmış uzun kariyeri öylesine etkili olmuştu ki, Kilise onu Westminster Katedrali’ne çağırıp yazdığı romanlardan birini kınamıştı. The Third Man’i edebi bir eser olarak görmese de, çok az karakter Harry Lime kadar kehanet doludur — Viyana kanalizasyonlarında sürünen bir sapma değil, modern ahlaki oportünizmin habercisidir.

Bu yıldızlar kümesindeki yazarlar farklı alanları kapsasa da, aralarındaki benzerlikler dikkate değerdir. Iris Murdoch, II. Dünya Savaşı’nın sonunda bir mülteci kampında görev yapmış ve bu deneyim onu “düşüş sonrası” (postlapsarian) bir ruh hâline sokacak kadar kötülük görmesine yetmişti. Eserleri kötülük ve insani saflıkla doymuştur; büyü ya da Marksizm fark etmeksizin, sahtekârlar ve tarikatlarla doludur. İhanet, belki de onun başat temasıdır — kişinin kendine ihaneti de dâhil. İnsanlar, kendileriyle bu kadar meşgul olmalarına rağmen, kendilerini gerçekten göremezler; bu da onları kötülüğü hem alma hem uygulama konusunda savunmasız kılar. Karakterleri ne kadar karizmatik olursa olsun, Murdoch’un iyimserliğe duyduğu tiksinti her zaman hissedilir.

The Prime of Miss Jean Brodie ile tanınanlar için Muriel Spark’ın eserleri şaşırtıcı derecede kasvetlidir. Savaş sırasında askeri istihbaratta görev almıştır. Yazdıkları, işkenceci öfkelere, güvenilmez anlatıcılara ve kaos saçan, bazen iyi niyet maskesi takan figürlere doludur. The Driver’s Seat, şeytani olanın tanımlayıcı nitelikleri üzerine adeta bir ders niteliğindedir. Kötülüğün çeşitli bileşenleri — acının soyutlanması, insanlıktan çıkarma, yaşamlarla zevk ya da kâr uğruna oynama — hepsi orada gözlemlenebilir.

Noir külliyatının belki de en insan düşmanı figürü Patricia Highsmith’tir. İnsanlardan çok salyangozları tercih ettiği, nefretlerini titizlikle kaydettiği ve gösterişli evli kadınları baştan çıkarıp ilişkilerini yıkmaktan keyif aldığı bilinir. Onun yazarlığı baştan eğrilmişti: “Kötülüğün iyiliğe karşı kesin zaferi ve bundan keyif alınması. Okurlarımı da bu zaferden keyif almaya zorlayacağım. Çünkü bilinçaltı her zaman bilinçten, yani gerçeklikten önce gelir — rüyalarda olduğu gibi.” Highsmith kötülüğü tanıyordu çünkü onun, tıpkı tüm yetişkinler gibi kendisinde de mevcut olduğunu kabul ediyordu — hatta çoğundan daha fazla buna teslim oluyordu. Bloomingdale’s’te çalışırken bir müşteriyi takip etmiş, onu öldürmeyi hayal etmişti; bu deneyim daha sonra The Cry of the Owl adlı romanına ilham verdi. Kendine ayna tutmakta onun kadar acımasız dürüst olan çok az yazar vardır. Highsmith’in en ünlü karakteri olan sosyopatik narsist Ripley’nin merkezinde boş bir hiçlik vardır. O, nezaketin cilasının altındaki gerçek yüzü, yani sinizmi görüyordu. Highsmith okumak, yanılsamalardan arınmak gibidir.

Peki noir nereye gitti? Neden bu yazarlar artık rağbet görmüyor ve onların ardılları nerede? Cevabın bir kısmı, Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” kavramının yaygın biçimde yanlış anlaşılmasında yatıyor. Bunu anlamak için günümüzün kültürel iklimine bakmak gerekir; bu iklim, liberal olmayan kurumsal liberallerden oluşan bir sınıf tarafından şekillendiriliyor. Onlar için acı soyut ve uzaktadır; yalıtılmışlık her şeydir. Egemen görüşe göre hepsi toplumsal inşadır — suç da kötülük de dâhil — ve her şeyin bir açıklaması vardır. Açıklamak affetmektir, hem de çoğu zaman bu onların işi bile değilken. Suçun temel koşullarını düzeltirsek, suçun kendisi de ortadan kalkar, derler. Bu düşünce çizgisinin mantıksal sonucu Sovyetler Birliği’nde görüldü: Rostov Kasabı gibi figürlerin işlediği suçlar örtbas edildi çünkü sınıfsız bir ütopyada seri katillerin var olamayacağına inanılıyordu. Naziler de benzer bir çelişkiyle karşılaştılar: S-Bahn Katili, Aryan düzeni içinde var olamazdı; dolayısıyla yoktu — en azından kurbanları hariç.

Batılı liberal demokrasilerin de benzer vakaları vardır. Britanya’da, 1980’lerin sonlarından 2010’ların ortalarına kadar, çoğunluğu Pakistan kökenli erkeklerden oluşan cinsel istismar çeteleri tarafından en az 1.400 genç, beyaz, işçi sınıfı kız çocuğu tecavüze uğramış, işkence görmüş ve bazı durumlarda öldürülmüştür. Bu süreç boyunca medya, polis ve diğer kamu görevlileri defalarca gerçeği örtbas etmiş, toplumsal düzeyde bir tür DARVO stratejisi uygulamışlardır: İnkâr et, Saldır, Kurbanla Suçluyu Yer Değiştir (Deny, Attack, and Reverse Victim and Offender). İhbarcılar susturulmuş, cezalandırılmış ya da ırkçı ve aşırı sağcı olmakla damgalanmıştır — üstelik mağdurlar, çoğu zaman eski sanayi bölgelerinde geleneksel olarak İşçi Partisi’ne oy veren ailelerden gelmesine rağmen. Bu örtbaslara karışanlar ve onları kültürel yankı odalarında destekleyenler, etnik uyumu her ne pahasına olursa olsun korumaya çalıştıklarına kendilerini hâlâ ahlaken yüce ve iyi niyetli görmektedir.

“Sol”u gasp edenler için, akşam yemeği görgü kuralları ve kozmopolit hazcılık, yüzlerce genç kızın çocukluklarından, sağlıklarından ve onurlarından daha değerliydi. Bu kötülüğün neden izinle karşılandığı ve savunulduğu oldukça açık ve bir o kadar da iç karartıcıdır: oy, ego, ideoloji, güç. Ama genellikle göz ardı edilen bir etken daha vardır: aşağılama. Bu yalnızca istismar çetelerinin ifadelerinde değil, onları aklayanların ve parlatanların sözlerinde ve eylemlerinde de gözlemlenebilir. Bu sosyal sözleşmenin ihlali o kadar temeldi ki, hâlâ birazcık bile ortak bir insanlık onuru kalsaydı, işin içinde olan tüm kurumlar dağıtılır, suç ortakları bir daha asla yetki sahibi konumlara getirilmezdi. Elbette böyle bir şey olmayacak. Ursula K. Le Guin’in “Omelas’tan Ayrılanlar” adlı öyküsünde, sözde bir ütopyanın varlığını sürdürebilmesi için pislik içindeki bir hücrede tek bir çocuk korkunç koşullara mahkûm edilir. Britanya’da ise o hücrede çok sayıda genç kız vardı.

Bu aşağılayıcı tavır, ilerici kesimlerin Rust Belt bölgesine, sarı yeleklilere, kamyon şoförlerine, çiftçilere, madencilere — elleriyle çalışan ya da onaylı dili kullanmayan herkese — karşı duyduğu küçümsemeyle örtüşür. Entelektüel sınıfın hayatta kalmak için bu insanlara tamamen bağımlı olduğunu, Covid karantinaları açıkça ortaya koydu. Ne kadar bağımlılarsa, o kadar çok küçümsüyorlar. Üstelik bu yetmezmiş gibi, bir de ideolojik anlamda “çalıntı kahramanlık” yapıyorlar: ezilenlerin mücadelesini sahipleniyor, ama kendi anlatılarına uymayanların acısını göz ardı ediyorlar. Geçen yıl bir kadın ve iki çocuğu, yüzlerine atılan aşındırıcı ve hayatlarını değiştiren bir maddeyle saldırıya uğradığında, BBC bu haberi mikro saldırganlıklar üzerine bir tartışma konusuna çevirmeyi uygun buldu. Cehenneme giden yolun iyi niyet taşlarıyla döşendiğini fazlasıyla iyi niyetli bir şekilde varsayıyoruz. Noir ise başka motivasyonların da iş başında olabileceğini ima eder.

Günümüzde “sol”dan geriye kalanlar, yazık ki The Crucible (Cadı Kazanı) benzeri bir atmosferde hareket ediyor: Ortodoksluktan en ufak bir sapma bile suçlamaları davet ediyor. Kötülüğe inanmadıklarını iddia ediyorlar — tabii rakiplerine ve sapkınlara karşı sopa olarak kullanabildikleri sürece. Solun son dönemlerdeki en keskin zihinlerinden biri olan Mark Fisher, bu gelişmeyi “Exiting the Vampire Castle” başlıklı metninde öngörmüştü — ta ki tam da tarif ettiği o bağnaz güçlerin hedefi haline gelene dek. (Fisher, ne yazık ki 2017’de intihar etti.) Sağ ise suçu Marksizme atacak, ama gerçek bundan daha bayağı. Aldous Huxley şöyle yazmıştı: “Bir hayır davası uğruna bir haçlı seferi başlatmanın en kesin yolu, insanlara birilerine kötü davranma fırsatı vadetmektir. Kötü davranıp buna ‘haklı öfke’ diyerek vicdan azabı çekmemek… işte bu psikolojik lüksün zirvesidir; ahlaki ödüllerin en lezzetlisidir.”

Noir, sınıf sistemlerindeki, devletteki ve seçkinlerdeki yozlaşmanın çok iyi farkında olsa da, insan davranışlarını asla yalnızca politikaya indirgemez. Psikoloji hâlâ en üst sıradadır. Bozulmuş bir dünyada onurluca yaşamak neredeyse imkânsız olabilir; ama bu dünya asla bütünüyle belirlenimci değildir. Yokluğu hissedilen Tanrı bize hâlâ bir tür irade sunar; her türlü gerekçeye rağmen, her kötülük eylemi bir Faustvari seçimdir. Kötülük her zaman başka birine, başka bir yere ait gibi görünür. “Keşke her şey bu kadar basit olsaydı!” diye karşı çıkar Soljenitsin: “Keşke bir yerlerde sinsice kötülük işleyen insanlar olsaydı da onları diğerlerinden ayırıp yok etmek mümkün olsaydı. Ama iyilikle kötülüğü ayıran çizgi her insanın yüreğinden geçer. Ve kim, kendi kalbinin bir parçasını yok etmeye razı olur ki?”

Şeytan, ona inanmaktan vazgeçtiğimiz için ortadan kaybolmadı. Ve o, bize inanmaktan hiç vazgeçmedi.

 

*Darran Anderson, “Imaginary Cities” ve “Inventory” adlı kitapların yazarıdır.

Kaynak: https://www.city-journal.org/article/christianity-evil-noir-writers

SOSYAL MEDYA