Söylenmeyenler de Öldürür: Gazetecilerin ve Aydınların İhaneti

Modern medya düzeni, Batı’dan çıkan her kelimeyi “gerçek” saymaya alışmışken, sosyal medya yeni bir devrimin habercisi oldu. Artık yerel sesler, küresel vicdanlara ulaşabiliyor. Hakikat, tek bir merkezden değil; tozun içinden, göç yollarından, yıkılmış evlerin arasından yankılanıyor. Bu yüzden, soykırım üzerine konuşmak isteyen herkesin önce susması, sonra eğilerek o toprağa dokunması gerekir. Aksi takdirde, anlatılan yalnızca bir masal olur; kanla yazılmış bir trajedinin üstüne serilmiş ipekten bir perde…
Haziran 3, 2025
image_print

Bosna’dan Ruanda’ya, Burma’dan Gazze’ye uzanan yeryüzü haritasında kanla çizilmiş acı bir coğrafya var. Bu topraklarda işlenen katliamların ardında sadece silahlı güçler, despot rejimler ya da emperyal politikalar değil, aynı zamanda kalemini yitirmiş, sesini yitirmiş, vicdanını susturmuş gazeteciler ve aydınlar da vardır. Belki de asıl sorumlular onlardır: Görmezden geldikleri, gündemleri çarpıttıkları, hakikati perdeler ardında boğdukları için… Her konuda konuşan ama hiçbir şeyi yerinde yaşamamış bu “bilgi sahipleri”, çağımızın en sessiz cinayet ortaklarıdır.

Bugün dünya, Gazze’de yaşanan soykırıma gözünü dikmişken, kimi gazeteciler ve aydınlar gerçekleri ısrarla görmemeyi tercih etmektedir. Oysa gerçek gazeteci, zamanın tanığı değilse nedir? Gerçek aydın, hakikatin yıkıcı alevi karşısında susuyorsa, neyin aydınıdır? Ünlü düşünür Bertrand Russell, 1970’te hayata gözlerini yummadan evvel, hastalıklı bedeniyle katıldığı bir protestoda, İsrail’in Filistin’deki katliamlarına karşı sesini yükseltmişti. O çığlık, vicdanın ne olduğunu unutanlara, neyin sessizlikle neyin haykırışla var olduğunu hatırlatıyordu. Bugün ise, ünlü Hollywood oyuncusu Susan Sarandon ve Amerikalı ünlü yazar Chris Hedges gibi birçok yazar da Gazze’nin sesi olmaya devam ediyor.

Zira artık savaş, yalnızca toprakta değil; ekranda, kelimede, görüntüde, anlatıda yaşanıyor. Bombaların öldürdüğü kadar, haberlerin susturduğu insanlar var. Kameranın çevrilmediği yer, tarih dışında kalıyor; tarih dışında kalan her yer, kolaylıkla yeniden yok ediliyor.

Bazen bir tek kelime, binlerce kurşunun yapamadığını yapıyor. İşte bu yüzden, gazetecilik yalnızca haber yazmak değil, hakikatin nöbetini tutmaktır. Tuttuğu bu nöbetle tarihe direnen bir avuç gazeteci vardır. Onlardan biri, The Guardian muhabiri Ed Vulliamy’dir. 5 Ağustos 1992’de, ITN televizyonundan Penny Marshall ve Ian Williams ile birlikte, Bosna’nın Prijedor kentindeki Omarska Toplama Kampı’na girmeyi başardığında, dünya utancın çıplak yüzüyle karşılaştı. “Omarska Kampının Utancı” başlıklı manşet, yalnızca bir haber değil, insanlığın aynasıydı.

Saraybosna’nın kuşatıldığı günlerde, CNN muhabiri Christiane Amanpour’un canlı yayında dönemin ABD Başkanı Bill Clinton’a yönelttiği sert eleştiriler, kameranın değil vicdanın mikrofonuydu. Hatta “Bosna Kasabı” Ratko Mladić dahi Amanpour’un haberlerinden duyduğu rahatsızlığı dile getirmekten çekinmedi. Zira hakikat, failleri rahatsız eder; her zaman.

Ancak bu cesaret, her gazetecide yoktu. Aynı dönemde, Ruanda’da sadece yüz gün içinde yaklaşık bir milyon insan katledildi. Fakat Bosna’ya gösterilen medya ilgisinin zerresi Ruanda’ya gösterilmedi. O dönemde Amerikan medyasının gündemi; bir buz patencisinin rakibine saldırması, bir futbolcunun davası ve Mandela’nın başkanlığıydı. Soykırım, ekranın alt köşesinde, gündemin çeperinde, sessizce soldu.

Sonrasında gelen görüntüler çürümüş cesetlerden ibaretti. Ölümün kendisini, failin gözündeki vahşeti, kurbanın feryadını gösteren sahneler yoktu. İngiliz gazeteci Nick Hughes’in kaydettiği iki dakikalık “soykırım videosu”, tarihin tanıklığını üstlenen tek belge olarak kaldı. Bu görüntü, Habyarimana’nın uçağının düşürülmesinden beş gün sonrasına aitti. Oysa Ruanda’da o gün yalnızca iki yabancı gazeteci vardı. Savaş alanı suskundu; medya ise sağır.

O dönemde Kanada’dan Allan Thompson, “Medya ve Ruanda Soykırımı” adlı eserinde acı gerçeği şöyle özetliyordu: Sahada neredeyse hiç gazeteci yoktu. Görüntüler, yayın ekipmanlarının yokluğunda geç ulaştı; insanlık, soykırımı zaman kaymasıyla izledi. Geç gelen hakikat, çoğu zaman artık mezar taşlarına fısıldanır.

Sahaya inmeden yazılan her haber, sezaryensiz bir doğuma benzer. Kan görmemiş, toprak koklamamış, kurşun sesine tanık olmamış kalemlerin yazdıkları, yalnızca kuramsal birer boşluktur. Ne kadar çok kitap okunursa okunsun, çocuğunu yitiren bir annenin gözyaşı kadar gerçek anlatılamaz. Gerçek, tozun içinde yürüyen, cesetlerin arasından geçip hayatta kalan bir gazetecinin cümlelerinde yankı bulur.

Yine de, yerel gazeteciler tüm bu tanıklığın en hakiki sesiydi. Ne var ki onlar ya susturuldular, ya da “uluslararası” meslektaşlarının gölgesinde görünmezliğe mahkûm edildiler. Sahaya hiç inmeyen bazı gazetecilerin ise yaptığı şey, olayları indirgemekti: “Kabile savaşı,” dediler. “Etnik gerilim,” dediler. “Arap Savaşı,” dediler. Soykırımı sosyolojik bir makale başlığına sığdırdılar. Böylece fail ile mağdur aynı cümlede eşitlendi; adalet, kelimelerin arasında kayboldu.

Unutulmamalı: Soykırım sadece bedene değil, adalete, hafızaya ve dile yöneltilmiş bir saldırıdır. Ve medya, bir bölgeyi görünür kıldığında dünya kamuoyu oraya yönelir. Ama bu görünürlük kimlerin gözünden sağlanacaktır? Gazze’de yerel gazeteciler, yıllarca ölümün içinden haber geçtiler. Yine de bazı yabancı muhabirler, “bilgiye ulaşamadık” diyerek sıyrılmaya çalıştı. Oysa bilgi oradaydı. Yalnızca görmek istemeyen gözlere görünmüyordu.

Şimdi sormamız gereken soru şudur: Sahaya hiç inmeyen bir gazeteci, bir halkın yok oluşu hakkında nasıl konuşma cesareti bulur? Bu cesaret, hangi gerçeği örter, hangi suçu aklar?

Modern medya düzeni, Batı’dan çıkan her kelimeyi “gerçek” saymaya alışmışken, sosyal medya yeni bir devrimin habercisi oldu. Artık yerel sesler, küresel vicdanlara ulaşabiliyor. Hakikat, tek bir merkezden değil; tozun içinden, göç yollarından, yıkılmış evlerin arasından yankılanıyor.

Bu yüzden, soykırım üzerine konuşmak isteyen herkesin önce susması, sonra eğilerek o toprağa dokunması gerekir. Aksi takdirde, anlatılan yalnızca bir masal olur; kanla yazılmış bir trajedinin üstüne serilmiş ipekten bir perde…

Turan Kışlakçı

Yükseköğrenimini İslamabad ve İstanbul’da tamamladı. Gazetecilik kariyerine ortaokul yıllarında adım atan Kışlakçı, Yeni Şafak gazetesinde dış haberler editörlüğü yaptı. Dünya Bülteni ve Timeturk’ün kurucusu olan Kışlakçı, Anadolu Ajansı’nda Orta Doğu ve Afrika Yayın Yönetmenliği, TRT Arapça’da ise Genel Koordinatörlük görevlerini üstlendi. Türk-Arap Gazeteciler Cemiyeti ve MEHCER Derneği başkanlıklarını yürüttü; Katar Kültür Bakanlığı’nda müsteşarlık görevinde bulundu. Halen Ekol TV’de “Fildişi Kule” programını sunmakta ve el-Kuds el-Arabi gazetesinde yazılar kaleme almaktadır. Orta Doğu üzerine yazılmış iki kitabı bulunmaktadır.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

SOSYAL MEDYA