Ortaya çıkan tüm tepkilere rağmen, Trump ve Netanyahu’nun geçen haftaki basın toplantısında ne yeni ne de gerçekten şoke edici bir şey vardı. Ancak Filistin meselesine vakıf kişiler için asıl sarsıcı olan, Trump’ın gerçeği doğrudan (kaba, eksik kavranmış ve bilinçsizce de olsa) dile getirmesiydi: Amerika Birleşik Devletleri, Filistin’in Yahudileştirilmesine ve “Büyük İsrail” ile Arap komşuları arasındaki “normalleşme” sürecine kararlılıkla bağlıdır. Bu süreç, apartheid rejimi ile zorla yerinden etmeyi içeren bir bileşimi kapsamaktadır. Biden ve seleflerinin, Amerikan ve İsrail politikalarının gerçek yüzünü ustalıkla perdeleyen tüm diplomatik söylemleri bir anda ortadan kalktı. Trump ise ırkçı politikaları mantıklı bir devlet stratejisi olarak sunmak için gereken kurnaz ifadeleri kullanmaktan tamamen acizdir.
Trump’ın kaba ve düşüncesizce açıklamalarını bir kenara koyarsak, yıllardır çoğumuz için net olan İsrail-Amerikan politikasının temel yönelimini açıkça görebiliriz. Ancak bu politika, şimdi “normalleşme” süreciyle nihai hedefine ulaşıyor. Süreç şöyle işliyor:
- İbrahim Anlaşmalarının tamamlanmasında “taçtaki mücevher” olarak görülen Suudi Arabistan, İsrail ile normalleşmeyi belirsiz bir tarihte gerçekleşmesi vaat edilen, muğlak ve asla uygulanmayacak bir “Filistin devletine giden yol” taahhüdüne bağlamış durumda. Bu süreçte herhangi bir detay veya koşul aranmaz; örneğin, Filistin devleti toprak bütünlüğüne sahip, gerçekten egemen ve ekonomik olarak sürdürülebilir mi olacak? Herkesin “zaten asla gerçekleşmeyeceğini bildiği” (Leonard Cohen’den alıntı yaparsak) bir ihtimal için neden siyasi sermaye harcansın? Zaten İsrail ile normalleşen diğer Arap devletleri – Mısır, Ürdün, BAE, Bahreyn ve Fas – böyle sembolik bir talepte dahi bulunmamıştı.
- Arap hükümetlerinin Netanyahu ve Trump (ve Biden – bu sadece Cumhuriyetçilere ait bir plan değil) ile iş birliği, İsrail’in Filistin Bantustan-“devletinin” nasıl görüneceğini tanımlamasından ziyade (kimin umurunda?) genişletilmiş İsrail’i şekillendirme yetkisini elinde tutmasını sağlıyor. Bu genişleme sürecinin çerçevesi net: Daha 2020 yılında ayrıntılı haritalarla belirlenmişti (aşağıya bakınız). Buna göre, “İsrail” 1967 sınırları içindeki İsrail devleti ve buna ek olarak tüm Yahudi yerleşimlerinden oluşuyor. Böylece İsrail, tarihi Filistin topraklarının %85’ine yayılırken, Filistin “devleti” Batı Şeria’da üç ayrı bölgeye ve yaşanamaz bir Gazze’ye indirgeniyor.
“Güvenlik” gerekçesiyle İsrail;
- Filistin’in sınırlarını kontrol ediyor (Filistin’in herhangi bir Arap ülkesiyle sınırı olmayacak),
- Hava sahasını denetiminde tutuyor,
- Hatta Filistinlilerin kendi yerleşim bölgeleri arasındaki hareketini bile yönetiyor.
Sonuç olarak ne toprak bütünlüğü var, ne egemenlik, ne ekonomik sürdürülebilirlik ne de mültecilerin geri dönüş şansı. Bu, İsrail’in her şeyi kapsayan apartheid rejimi içinde bir Filistin Bantustan’ıdır.
Normalleşme sürecinin tamamlanmak üzere olması, İsrail’in Batı Şeria’nın %62’sini oluşturan ve Yahudi yerleşimlerinin bulunduğu C Bölgesi’ni etnik olarak temizleme çabasını açıklıyor. Bu bölgenin ilhak edilmesi planlanıyor ve İsrail, süreci hızlandırmak için en saldırgan yerleşimci gençleri Filistinli toplulukların üzerine salmış durumda. Hatta bu gençler, Filistinli çiftçileri ve çobanları köylerinden ve topraklarından sürmek için “Desert Frontier” adlı özel bir İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) birimine alındı ve diğer askeri birliklerle birlikte hareket ediyor.
Sonuçlar ise ürkütücü:
- 7 Ekim’den bu yana 50’den fazla kırsal Filistin topluluğu boşaltıldı.
- Bu terk edilen köylerin yerine 40’tan fazla yeni Yahudi yerleşim karakolu kuruldu.
Bütün bunlar, önce sahada bir “gerçeklik” yaratmak ve ardından bu durumu normalleştirmek için yapılıyor.
Birkaç milyon Gazzelinin yarı gönüllü ya da zorla yerinden edilmesi veya kukla bir Filistinli ya da Arap yönetimi altında çürümeye terk edilmesi İsrail açısından hiçbir fark yaratmıyor. Çünkü İsrail’in Gazze’de stratejik bir çıkarı olmadığı gibi, birkaç yerleşimci dışında burasını “Büyük İsrail”e entegre etmek gibi bir niyeti de yok. Gazze, marjinal ve gözden çıkarılabilir bir bölge olarak görülüyor.
İsrail’in asıl hedefi, 2,3 milyon Filistinliyi doğrudan yönetiminden çıkarmak ve ardından Batı Şeria’daki üç milyonluk Bantustan nüfusunu bir tür Filistin Yönetimi benzeri taşeron bir yapının kontrolüne bırakmak. Böylece tarihi Filistin topraklarının tamamını kapsayan, %70-80 oranında Yahudi çoğunluğa sahip “Büyük İsrail” gerçeğe dönüşmüş olacak.
Normalleşme sürecinin ilerleyebilmesi için ABD ve Suudi Arabistan tarafından İsrail’e dayatılan tek gerçek koşul, Filistin meselesinin tamamen gözden kaybolmasını sağlayacak “endüstriyel sessizliktir.”
Bu nedenle İsrail, yoğun bir bastırma ve sindirme kampanyası yürütüyor. Önce Gazze’de Hamas’ı ortadan kaldırarak, yani etkili direnişin son kalesini yıkarak başladı. Ancak bu süreç artık Batı Şeria’ya da yayılıyor; İsrail, Cenin, Tulkarim ve Nablus’taki mülteci kamplarını ve diğer direniş noktalarını “Gazze’leştirme” sürecine sokuyor.
Daha da vahimi, bu baskı kampanyası Filistin Yönetimi’nin aktif iş birliğiyle gerçekleşiyor. Filistin Yönetimi, Gazze’nin kontrolünü ele geçirebileceğini İsrail’e “kanıtlamak” için çaresizce İsrail’in politikalarına uyum sağlamaya çalışıyor. Bu iş birliği, mide bulandırıcı bir seviyeye ulaşmış durumda.
- Ve ardından, tüm bunlar tamamlandığında “normalleşme” gerçekleşiyor.
- “Büyük İsrail”, Suudi Arabistan, Arap ve Müslüman dünyasının büyük bir bölümü ve Amerika Birleşik Devletleri tarafından resmen tanınıyor. Filistinliler ise artık sadece zaman zaman dile getirilen, göstermelik bir “soruna” indirgenmiş oluyor. Bunun uluslararası topluma “iki devletli çözüm” olarak satılacağı kesin. Ancak buna gerçek adıyla seslenelim: iki devletli apartheid.
Yerleşimci sömürgeciliği bir zaferle değil, normalleşmeyle amacına ulaşır. Çünkü normalleşme, kapanış demektir.
Genişlemiş İsrail ve onun apartheid rejimi, uluslararası toplum tarafından tanındığında – Avrupa’nın büyük bir kısmı, BRICS Bloku ve Küresel Güney bunu resmen yapmasa bile, fiili olarak kabul ettiğinde – Filistinlilerin kendi davalarını sürdürmeleri için geriye neredeyse hiç siyasi alan kalmayacaktır.
İbrahim Anlaşmalarının tamamlanması, 1948 Nekbe’sinden bu yana Filistinliler için en büyük tehdidi temsil etmektedir. Normalleşme süreci, Filistinlilerin ulusal haklarının geri kazanılması anlamına gelmediği sürece, ona karşı çıkmak en büyük önceliğimiz olmalıdır.
*Jeff Halper, sömürgecilik karşıtı bir İsrailli antropolog, İsrail Ev Yıkımlarına Karşı Komite’nin (ICAHD) başkanı ve Tek Demokratik Devlet Kampanyası’nın kurucu üyelerinden biridir.”Halka Karşı Savaş: İsrail, Filistinliler ve Küresel Pasifikasyon” (Londra: Pluto, 2015) kitabının yazarıdır. En son yayımlanan kitabı ise “İsrail’i Dekolonize Etmek, Filistin’i Özgürleştirmek: Siyonizm, Yerleşimci Sömürgeciliği ve Tek Demokratik Devlet İçin Bir Öneri” (Londra: Pluto, 2021) adlı eserdir. Kendisine [email protected] adresinden ulaşılabilir.
Kaynak: www.counterpunch.org