Siyaset de 2025’e Girebilecek mi?

Yeni Suriye 2025’e girerken Türkiye’nin de yeni bir başlangıç için fazlasıyla sebebi ve imkânı bulunuyor. Yeter ki siyaset de 2024 sonu itibarıyla küresel ve bölgesel anlamda yeni bir dalganın kaçınılmaz olduğunu ve 2025’e girmesi gerektiğini fark etsin.
Ocak 4, 2025
image_print

21’inci yüzyılın ilk çeyreğinin son senesine girdik. İlk çeyrek, dünya açısından nispeten sakin geçerken, küresel jeopolitik gerilim üssü bölgemiz oldu. Afganistan’dan Irak’a, Suriye’den Rusya’ya uzanacak şekilde işgaller, iç savaşlar, darbeler ve Gazze’de devam eden soykırım bütün bölgeyi altüst etti. 21’inci yüzyıla gireli 25 sene oldu ama bölgemiz 20’nci yüzyılın açık yaralarının sancıları içerisinde kalmaya devam etti. Takvimi 21’inci yüzyılda ilerleyen, siyaseti 20’nci yüzyılda kaybolmuş bir bölgenin sancılarını yaşamaya devam ediyoruz. Türkiye’nin de bu sancılardan beri olduğu söylenemez. Bu yönüyle bakınca 2025’e dair değerlendirmeler yapmak ve tahminlerde bulunmak hem zor hem de tedirgin edici bir çabaya dönüşüyor. Diğer yandan, geçen sene jeopolitik ve ekonomik istikameti belirleyecek o kadar aşikâr gelişmelerle tamamlandı ki 2025’e dair projeksiyonların çerçevesi çoktan çizilmiş oldu.

Ünlü Fizikçi Bohr’un “Tahmin yapmak çok zor bir iş, özellikle de gelecekle ilgili” dediği rivayet edilir. Bohr böyle demiş midir, dememiş midir tam olarak bilmiyoruz. Ancak bildiğimiz, sadece gelecekle ilgili tahmin işinin zor olduğu değil, aynı zamanda bir modern Rus deyiminde dendiği gibi artık “mazinin gelecekten daha zor tahmin edilir hale gelmesine” de şahitlik ediyoruz. Ülkelerin bazılarında maziyi tahmin etmek daha önemli ve zorken, bazılarında gelecek projeksiyonu daha karmaşık bir uğraş. Bir kısmında da her ikisi. Mesela Ruslar, bize benzer bir şekilde hem maziden hem de atiden mustaripler. Svetlana Aleksiyeviç’in İkinci El Zaman’daki bir anekdotu ile durumu özetlersek: “Beş yıl içinde her şey değişebilir Rusya’da, ama iki yüzyıl içinde hiçbir şey değişmez.” Zira geçmişi manipüle etmenin geleceği inşa ve tahmin etmekten daha kolay olduğu sahneler karşımıza çıkıp duruyor. Geleceğin yükü ve meydan okumalarına karşı kendi zindanlarımızdan çıkamadıkça, mazinin pasif dünyasında olabildiğince aktif hale geliyoruz.

Edmund Burke, Fransız devrimine dair, toplum “sadece yaşayanlar arasındaki ortaklıktan zuhur etmez, aynı anda ölmüşler, yaşayanlar ve doğacaklar arasındaki ilişkiden” oluşur diye yazmıştı. Biz henüz ölmüşlerle, hatta ölmüşler arasında bile, meselelerimizi halledebilmiş değiliz. Neredeyse hiçbirisinin amel defterinin kapanmadığını söyleyebiliriz. Zira siyasal imar rantının hâlâ en yüksek olduğu yerler mezarlıklarımız. Siyasi arsa simsarlarımız, herkesten daha fazla bu durumun farkında olduklarından bugün bile “ölü yatırımını” tercih ediyorlar. Ümidimiz, öncelikle bu meselemizi bir şekilde hal yoluna sokabilirsek, yaşayanlar ve doğacaklar için de kafa yorma azmimizin olacağı yönünde. 2025’e ve sonrasına dair ufkumuzun oluşması için öncelikle bugüne gelmemiz gerekiyor. Hâlâ dünyadaki yerimizin ne olduğu, hatta kim olduğumuz ve olmamız gerektiği tartışmalarından bitmez tükenmez yeni bir toplumsal sözleşme yazma derdine varıncaya kadar bir dizi anakronik krizin içerisinde bocalayıp duruyoruz.

Türkiye’nin Bitmeyen 20’nci Yüzyılı

Belli ki iç dinamiklerimizle, bir asırdır bastırılmış toplumsal ve devlet aklımızla bugün elimizde olan tabloyu çıkarabiliyoruz. İyi kötü sürdürülebilir bir demokrasi momentini ortaya çıkaracak enerjimizi israf edecek dertlerimiz fazlasıyla mevcut. Seçimlerde bizi kimin yöneteceğine sağlıklı bir şekilde karar veriyoruz. Bu konuda iyiyiz. Medeni ve kansız bir iç savaşla, halkın ezici çoğunluğunun katılımıyla kararımızı etkin bir şekilde veriyoruz. Hatta keskin bir kanaat haline dönüşmüş şekilde kimin yönetmemesi gerektiğine dair tahkim edilmiş bir mutabakatımız bile var. Ancak nasıl yönetmemiz ve yönetileceğimiz konusunda demokrasiye fazlaca ilgi duyduğumuz söylenemez. Oysa nasıl bir devletin olacağı demokrasimizin derinliğini belirlemektedir.

Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına seneleri tamamlayarak girmenin dışında, zihnen 20’nci yüzyılın ilk yarısındaki bir yerlerde olduğumuzu, fiziken yer aldığımız 21’inci yüzyılda ise mazinin yükü altında tuhaf bir mülteci haleti ruhiyesi içerisinde yaşadığımızı, dürüst olabildiğimiz anlarda biliyoruz. Hatta mülteci halini bir kült dünyası içerisinde yaşayanlar, bir gün muhakkak 21’inci yüzyıldaki sürgünlerinin bitip 1920’lerdeki asr-ı saadet devrine, “nostos”a, yani yuvalarına döneceklerine dair keskin bir inanca da sahipler. Bu ve benzer travmaların farklı kesimlerdeki tezahürleri etrafındaki tarihsel eşzamanlama sancılarının içerisinde yüzleşmelerimizi erteleyip duruyoruz. Oysa zihinsel olarak belli bir düzeyde tarihsel adaleti tesis etmekten başka çaremiz de bulunmuyor. Maziyi bir hamur gibi şekillendirip bugünlerimizi tüketenlerin kahramanları ve hainlerinin gerilimi ile Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına kimlik parçalanmasını aşarak geçmek mümkün olmayacak. Bunun basit anlamı, sürdürülebilir bir demokrasi başlangıcına gelemeyeceğimizdir. Burke’ün güzel tespitiyle “ölmüşlerin, yaşayanların ve doğacakların” ilişkisini sağlıklı bir toplumsal sözleşme ile taçlandırmaktan başka da gerçekçi bir çıkış yolu görünmemektedir.

Elimizdeki yazılı “toplumsal sözleşmenin” daralttığı gömlek yetmiyormuş gibi görünmeyen yasaklar, korkular ve tabuların baskıladığı demokrasimiz fazlasıyla yorulmuş durumda. Tam da bundan dolayı mecali ancak seçim yapmaya yetiyor. Daha ötesi için tam demokratik bir anayasaya, sağlıklı bir hukuk düzenine, şeffaf ve verimli bir kamu idaresine, adil bir gelir bölüşümüne, devlet desteği olmasa çökmeyecek sivil topluma, kamu kaynağı ve imtiyazı olmasa hızla tökezlemeyecek olan şirketlere, medyaya, üniversitelere ihtiyaç var. Kralın çıplak olduğunun herkes farkında. Ancak değişim korkusu o denli büyük ki kral çıplak diyenlerin telef edildiği ve meselenin kapatıldığı bir düzenin aciz bir şekilde devam etmesini seyrediyorlar. Bu duruma bütün aktörler o kadar alıştılar ki siyasetfobi açık ara en önemli korkuya dönüşmüş durumda. Bu krizin ortasında 2025’te ne olup biter sualine bir cevap aramak kolay değil. Elimizde hiç malzeme de yok değil. En azından, artık Trump’lı bir dünyada, Esed’siz bir bölgede yaşayacağımızı biliyoruz.

Trump’lı dünya ve Esed’siz bölge, zannedilenden çok daha fazla yapısal kırılmanın önünü açacaktır. Biden’ın, COVID ve Trump şoku sebebiyle istenmeyen bir isim olmasına rağmen Trump dönemlerini bölmesi, 2017’de başlayan kırılmaları durdurduğu veya yavaşlattığı yanılsamasına yol açtı. Oysa Biden ticaret savaşlarını Trump’tan devraldığı şekilde sürdürdü, Amerikan jeopolitik yönsüzlüğü derinleşti ve Gazze’de İsrail soykırımının fanatik bir destekçisi oldu. Şimdi pervasız bir şekilde gelmesi beklenen II. Trump dönemine giriyoruz. Esed de Trump’ın iktidara geldiği yıllarda Rusya ve İran desteğiyle kendisine bir nefes buldu. İki ay öncesine kadar da Suriye’de devrim sürecinin durdurulduğu ve Esed’li statükonun yerleştiği zannı hâkimdi. Oysa 2024 her iki hikâyenin de bitmediğini gösterdi. 2024’ün, ilerleyen yıllarda, birçok başlıkta bir dönemin sonunun başlangıç yılı olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Belki de Fukuyama’nın 1992’den beri bir türlü nihayete ermeyen “tarihin sonunun” sonu, 2024’te Trump’ın ikinci dönemine seçilmesiyle gerçekten gelmiş olabilir. Zira insanoğlunun binbir zahmetle ulaştığı demokrasi tecrübesini zehirleyen liberal siyasetsizliğin felç olmuş uzuvlarının yeniden canlanması artık uzak bir ihtimale dönüşmüş durumda. Bunun dünya için oldukça ciddi yapısal kırılmalar anlamına geleceği muhakkak. Türkiye için de maziden nihayet atiye geçiş için bir fırsat sunması mümkün. 2024’te, hiç kimsenin beklemediği bir üslup ve dille, PKK’nın ilk terör eyleminin üzerinden 40 yıl geçtikten sonra, Kürt Meselesi’nin donduğunun düşünüldüğü bir zaman diliminde hem Türkiye içerisinde hem de sınırlarımızın öte yanında yeni bir hareketlilik başlamış oldu.

Suriye Sonrası Türkiye’de Siyaset

Türkiye’nin artık bir Suriye gerçeği var. Yakın gelecek Türk dış politikasına ve jeopolitiğine dair riskler ve fırsatlar en fazla Suriye zemininde şekillenecek. Benzer şekilde iç siyaset de aynı zeminde yürüyecek. Bu durum iktidara açık bir avantaj da sağlayacak. Zira Suriye’de işler kötüleşirse, Türkiye’ye yönelik riskleri yönetebilecek, güven veren aktör olarak tabii bir şekilde iktidar öne çıkacaktır. İşler iyi giderse zaten iktidarın hanesine artı yazacaktır. Her iki senaryoda da iktidarın avantajının olması iktidarın kerametinden değil muhalefetin konumlanmasından kaynaklanmaktadır. Muhalefetin öncelikle başı sonu belli, Türkiye’ye yönelik tehditler dünyasındaki korkuların şekillendirdiği yabancılaşmış bakış açısından kurtulup bölgesine Türkiye merkezli bakmayı öğrenmesi gerekiyor. Bu bilgiyle de pozitif bir jeopolitik dil inşa ederek ahaliyi ikna etmesi lazım. Bu oldukça zorlu parkuru aşıp aşamayacaklarını bilemiyoruz. Bildiğimiz, önümüzdeki ilk seçim ne zaman yapılırsa yapılsın, o güne kadar bütün aktörler Suriye’nin merkezde olduğu bir siyasal parkurda yürümek zorunda kalacaklar. Daha da önemlisi, Suriye’de yıkılan düzenin bir yönüyle ve belli kodlarıyla oldukça tanıdık olduğudur. Bu kodlara Baas’ın çöküşüne rağmen sarılma derdinde olanlar için Suriye, istemedikleri kadar güzel ve sahici bir yüzleşme imkânı vermektedir. Suriye’de hitama eren tarihsel anomaliyi Türkiye’de belli düzeyde suni teneffüsle hayatta tutma girişiminin siyasal anlamsızlıktan başka bir şey üretmeyeceğini görmeleri gerekiyor.

Muhalefetin dertleri olması iktidarı tasasız kılmıyor. Hatta iktidarın Suriye sonrası oluşan risklerle küresel kırılmaların birleşeceği önümüzdeki yıllarda açık bir şekilde yükünün arttığını görmek gerekiyor. Bu yükün aynı anda iki dinamik üzerinden ilk anda baskı oluşturması mümkün. Birincisi, Kürt Meselesi ve PKK konusunda oluşacak sıkıntılar. Uzunca bir zamandır yerleşen siyasetfobinin ana eksene dönüştüğü bir atmosferde, en son beklenecek isimden gelen çarpıcı yol haritası hâlâ askıda duruyor. Bahçeli kendi meşrebinde ve diliyle sorunun çözülmesini en sert ve iştahlı bir şekilde aylar önce dillendirdi. Bu pozisyonundan da geri adım atmadı. Her hafta fikri takibini de sürdürdü. Suriye devrimi öncesi başlattığı girişim, Esed’in devrilmesi sonrasında hem daha can alıcı ve sahici bir süreç olma imkânına kavuştu hem de atılacak adımlar için zemin daha da müsait hale geldi.

Siyasetfobinin Maliyeti

Ancak bütün bu gelişmelere rağmen siyaset korkusunun ortadan kalktığını söylemek mümkün değil. İktidarından muhalefetine aktörler siyaset korkularını yenemedikleri sürece, ülkenin en can alıcı meselesinde derli toplu bir süreci yürütmeleri oldukça zor olacaktır. Zira Bahçeli’nin çıkışına gelen ilk tepkilere dikkatlice bakıldığında, parmağıyla işaret ettiği ve herkesin bildiği asırlık sorunu görmek yerine ısrarla parmağın evsafını tartışma kolaylığına gidenlerin asıl sancılarının siyaset korkusu olduğu da kolaylıkla görülebilir. Bir an için Kürt Meselesi’nin ve PKK’nın olmadığı bir Türkiye’de nelerin ve kimlerin nasıl boşa düşeceğini hesap etmek, korkularını anlamak için yeterlidir. Hatta Bahçeli’nin bu korkuyu aşan cesareti göstermesinin kendilerini açıkta bıraktığını bilenler, kızgınlıklarını da gizleyememektedirler. Herkesin kanıksadığı ve ezberlediği rolü kesintisiz bir şekilde sürdürme konforunun bozulup, sahici bir siyaset üretme baskısı altında kalması her durumda 2025 için hayırlı bir gelişme oldu.

Ayrıca, Türkiye’nin Suriye için düşündüğü ve dile getirdiği gelecek vizyonunun bazı temel unsurları ülkemiz için de geçerli. Anayasadan bir arada yaşama iradesine varıncaya kadar birçok başlıkta kendimiz için yapmadığımız veya adım atmakta zorlandığımız alanlarda Şam’ın başarılı olmasını ister duruma düşmememiz lazım. Böylesi bir çelişki sürdürülebilir değildir. Sözün özü, Türkiye’nin 20’nci yüzyıla ait siyasal statükosuyla 21’inci yüzyılda daha müreffeh ve etkin bir şekilde yer alması imkânsız bir misyona denk gelmektedir.

İkincisi, küresel jeopolitik kırılmaların sebep olacağı risklerdir. Küresel ticaret savaşının doğrudan etkileyeceği ekonomik ve jeopolitik zeminimiz ciddi bir baskı altına girecektir. 2016 sonrasında başlayan demokratik erozyonun COVID’le birleşmesiyle sekiz yıldır çift haneli ve ortalaması yüzde 30’un üstünde kalan enflasyonla fazlasıyla hırpalanan Türkiye ekonomisi bu risklere zor bir zamanda yakalanıyor. Buna rağmen küresel ticaret savaşı Türkiye’ye önemli fırsatlar da sunacak. Bu fırsatları değerlendirip değerlendirmemek de doğrudan Türkiye’nin tercihlerine bağlı olacak. Türkiye’nin demokrasisi ve ekonomisi, dolayısıyla jeopolitik gücü arasında neredeyse kusursuz bir ying-yang ünsiyeti bulunuyor. Türkiye’nin demokrasisi derinleştiği oranda ekonomisi ve jeopolitik gücü ortaya çıkıyor. Trump’ın sebep olacağı küresel enflasyonu ve ticaret savaşlarının sonuçlarını hesaba katarak Ankara’nın hızla ve sahici bir şekilde bağlantılı iki başlıkta adımlar atması gerekiyor. Bir taraftan sahici bir demokratikleşme ve reform sürecine ihtiyaç var diğer yandan ise jeopolitik, ekonomik ve güvenlik zemininde AB ile yeni bir pozitif gündem inşasına. Her ikisi için de hem şartlar müsait hem de vazgeçilmez ihtiyaçlar.

Polayni’nin Büyük Dönüşüm’ü, Hayek’in Kölelik Yolu’yla aynı sene yayımlandı. 1944’teki kitabında Polayni, insanoğlu tam bir serbest piyasa düzeni altında uzun süre yaşamaya tahammül edemez demekteydi. 40 yıllık liberal-demokratik iştahın kapandığı bir gerçek. 2025 ve sonrası için küresel düzeyde bir demokratik çekilme ihtimali hiç olmadığı kadar artmış durumda. Amerika’dan Çin’e, Rusya’dan Hindistan’a, Brezilya’dan Meksika’ya, Pakistan’dan İran’a, ülkeler yaşanması mukadder görünen demokratik erozyonu hatta tamamen yokluğunu tazmin edecek farklı araçlara ve kaynaklara sahipler. Türkiye’nin, bu ülkelerin hiçbirisine benzememenin yanında demokrasi sorunlarını tazmin edecek uzun süreli ekonomik kaynakları da siyasi geleneği de bulunmamaktadır. Türkiye’nin jeopolitikten teknolojiye, eğitimden kişi başına gelire her başlıkta fazla vermesinin yolu demokratik açığını kapatmasından geçmektedir.

31 Aralık gecesi herkesin kendi zaman dilimine göre sıralanarak girdiği yeni yıl gibi, yüzyıllara da dünyadaki bütün ülkeler siyasal, ekonomik ve toplumsal olarak aynı anda girmiyorlar. Senelere saat farklarıyla giren ülkeler, yüzyıllara bazen on yıllar sonra bazen de asrı aşan zamanda girebiliyorlar. Sıralamada makul bir yere gelebilmek için Türkiye’nin sahici bir fırsatı bulunuyor. En azından dünya ve bölge dinamiklerinin bu yönde baskı yapacakları 2025 senesi; geride kalan 10 yılın türbülansı ardından yeni bir başlangıç sunabilir. Son tahlilde son 10 senemizin kırılganlık hikâyesi biraz da Suriye hikâyemizdi. Yeni Suriye 2025’e girerken Türkiye’nin de yeni bir başlangıç için fazlasıyla sebebi ve imkânı bulunuyor. Yeter ki siyaset de 2024 sonu itibarıyla küresel ve bölgesel anlamda yeni bir dalganın kaçınılmaz olduğunu ve 2025’e girmesi gerektiğini fark etsin.

 

Taha Özhan

Taha Özhan:
Ankara Enstitüsü’nde araştırma direktörü olan Özhan, 2019-2020’de Oxford Üniversitesi’nde misafir akademisyen olarak görev yaptı. 2014-2016 yılları arasında Başbakan başdanışmanlığı, 25 ve 26. Dönem milletvekilliği ve TBMM Dış İşleri Komisyon Başkanlığı yapmıştır. 2005’te kurucu direktörlerinden olduğu SETA’nın 2009-2014 yılları arasında başkanlığını yürütmüştür. Doktorasını Siyaset Bilimi alanında yapan Özhan’ın yayımlanmış son kitabı “Turkey and the Crisis of Sykes-Picot Order” dır.
Mail: [email protected]

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Yazdır