Son yüzyılda insanlık olarak başımıza gelenlerden, sosyalizm, despotik devlet uygulamaları ve dünya savaşlarından sonra koyu ve katı bir devletçiliğin yol açacağı tehlikeleri artık biliyoruz ve uyanığız. Mutlaka özgürlükleri esas alan bir felsefi bakışla hareket etmek zorundayız. Ancak son zamanlarda “özgürlüklerin dayanışmaya, kolektivizme karşı konulması”nın da pek hayırhah sonuçlara yol açmayacağını öğrenmiş bulunuyoruz. Birçok zihin, üçüncü bir yol arayışı içinde. Ama üçüncü yolu ararken konuşmamız gereken birçok mesele var. Onlardan birisi de ekonomide devletin rolünün ne olacağı, yani sermaye ve devlet ilişkileri. Bu konuda ortalık tozdan dumandan görünmüyor.
Sermaye ve devlet ilişkileri konusunda iki tür ezber var. Liberal olduğunu söyleyenlerin bir kısmına göre devlet baş düşman. Marksistler de aynı ölçüde devlete düşmanlar ama onların gerekçesi devletin egemen sınıfların baskı aygıtı olduğu şeklinde bir teze inanmalarından kaynaklanıyor. Oysa iki ezber de yanlış. Nispeten biraz daha iyi baktığımı sandığım yerden psikolojiden baktığımda şöyle bire kanaate sahip oluyorum: Devlet, kolektif aklı temsil eden bir cevherden kaynaklandığı için olsa gerek sermaye ile ilişkilerinde tam ortada bir yerde duruyor.. Sermayeye de piyasaya da karşı değil ama hükümranlığı devletin ifa ettiği hukuka bırakması şartıyla.
Roma-Kartaca Savaşı
Devlet ile iktisadi egemenler arasındaki çatışmanın en bariz şekli, Roma-Kartaca savaşlarında ortaya çıkmıştı. Kartaca, Fenikelilerin devamı olan, geriye doğru gidildikçe İbranilerle bağlantısı ortaya çıkan tüccar bir kavimdi. Kartacalılar, Suriye kıyılarından gelerek bir ticaret kolonisi, âdemi merkeziyetçi bir yapı oluşturuyorlar ve merkeziyetçi Roma devleti ile savaşa tutuşuyorlar, tıpkı önceden ataları Fenikelilerin Yunanlılarla savaştıkları gibi… Sonunda Romalı Senatör Cato’nun “Kartaca yıkılmalı!” hükmü gerçeğe dönüştü. Kartaca yıkıldı ama iktisadi egemenlerin devleti saf dışı etme girişimleri hep sürdü. Bugün, modern zamanlarda paranın gücünün alabildiğine artmasıyla birlikte gerilim had safhaya vardı.
Japon düşünür Korin Karatani’nin “Dünya Tarihinin Yapısı. Üretim Tarzlarından Mübadele Tarzlarına” (Metis Yayınları) kitabı tam da bu konuyla yani devlet-sermaye ilişkileri mevzusuyla ilgili.
Karatani’ye göre kapitalist toplum, sermaye-ulus-devlet terkipli bir Boromean düğümünden oluşuyor. Boromean düğümü üç halkalı gizemli bir yapı. Halkalardan hiçbirisi diğerine doğrudan bağlı değil fakat bir halka diğerlerinden koparılırsa diğer ikisi de birbirinden kopuyor. Nasıl ki meta mübadelesi devletin varlığına ihtiyaç duyuyorsa, devletin idamesi de ancak para ile mümkün ve bu, kapitalizm öncesinde de böyle. Kapitalizm öncesi devirlerde de devlet, her zaman ticarete yaslanmış, paranın gücünden faydalanmış. Ama her zaman ticareti ve tefeci sermayeyi para, haraç ve diğer yollardan denetlemiş; tüccarın ipini elinde bulundurmaktan vazgeçmemiş. Eğer devlet tüccarı serbest bıraksaydı tüccarla birlikte onun ikiz kardeşi tefeci de semirecekti. Tek arzusu faiz yoluyla sermaye biriktirmek olan tefeci, tüccara mübadeleler yapabilsin diye kredi verecekti. Bu süreç boyunca tefecinin gömüleri arttıkça artacak, o gömüledikçe yani istifledikçe üreticiler topluluğu borç ve faiz yükü altında yoksul düşecek, sefalete sürüklenecekti. Sonuçta devletin dirliği sarsılacak, yöneticilerin gücü zayıflayacaktı. Hiçbir devlet bunu istemezdi.
Asya ve Avrupa’da farklı bir süreç ortaya çıktı diyor Karatani. Asya devletleri despotizm yoluyla ticareti ve tefeci sermayeyi denetlemelerini sürdürürlerken Avrupa’da ne devlet idaresinde bir ticaret ne pazarların resmi denetimi ne de ticaret ve pazarlar arasında bir ayrım söz konusuydu. Sonuç olarak tefecilik yani para ticareti genişleyip gelişti. Karatani bu değerlendirmelerini Batı ve Doğu’da demokrasiyle ilgili ilginç analizlere kadar sürdürüyor. Ona göre Antik Yunan’da ve Roma’da sınıf çatışmalarının artarak yönetim krizlerinin ortaya çıkma nedeni, para ekonomisinin her yere nüfuz etmesiydi. Bu krize karşı çözüm olarak Avrupa’da demokrasi tercih edildi ve Asya’da bilinmeyen bir siyasal düzen kuruldu. Ama ne tefecilik ne sınıf çatışmaları çözülebildi; kriz giderek derinleşti.
Bunlar hayli enteresan ve devlet-sermeye geriliminde yerimizi belirlerken dikkate alınması gereken faydalı fikirler. Söylediğim gibi ben konuya daha ziyade psikoloji penceresinden bakıyorum. Buradan bakıldığında bazen genel geçer bilgilerden hayli farklı manzaralar görülebiliyor. Mesela liberalizm adına konuşanların önemli bir kısmı, nerede “devlet” lafı geçse feryadı basıyor. Söz dönüp dolaşıp Adam Smith’e geliyor. Oysa titiz bir incelemeyle Adam Smith’in bazı liberaller tarafından sunulduğu gibi birisi olmayıp tam tersine insanın psikolojisi, ahlak ve devlet üzerine bize hayli yakın görüşler ileri sürdüğü görülebilir. Daha sonraki yazılarımızda ekonomik düzenin temel psikolojik saikı olan “tamahkârlık” üzerinde durmayı düşünüyoruz. Oraya gelmeden, içinde yaşadığımız kapitalizmi anlayabilmek için eski defterleri karıştırmak, biraz Adam Smith (ve belki biraz da Karl Marx) üzerinde durmak, uygun olabilir diye düşünüyorum.
Bir yanlış anlaşılma şampiyonu: Adam Smith
Sanıyorum düşünce tarihinin en yanlış anlaşılan kişilerinden birisi Adam Smith’tir. Özgürlüğe ve tercihe dayalı bir pazarı savunduğu, amacının devletin ve halkın zenginliğini sağlamak olan bir “ekonomi politik”ten yana olduğu doğrudur ama hakkındaki birçok şey uydurmadır. “Liberal” sözü ilk kez kendisinden sonra 1812’de kullanılmış, “Bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler” mottosunu kendisi hiç kullanmamıştır.
Bugün akademide “rasyonel seçim teorisi” diye bilinen ve Adam Smith’e bağlanan, insan davranışlarını hep kişisel çıkarların belirlediğini ileri süren bir görüş ortalığı kasıp kavuruyor. Ama bu görüş de onun Adam Smith’ten kaynaklandığı tezi de tamamen hatalı.
Adam Smith’in yanlış anlaşılması, sadece “Milletlerin Zenginliği” eseri esas alınarak, bu kitaba temel teşkil eden “Ahlaki Duygular Teorisi” adlı çalışmasının tamamen göz ardı edilmesinden kaynaklanıyor. Smith’in ahlak anlayışında insanın sempatiye, onay görme isteğine ve adalet erdemine dayalı müspet özellikleri, ekonomi anlayışında ise kişisel çıkar odaklı bir bakış söz konusu. Ama O, hiçbir zaman insan davranışının altında her durumda kişisel çıkarın yattığı gibi bir görüşü hiç savunmadı.
Doğrudur; Smith, “Milletlerin Zenginliği”nde “Yemeğimizi, kasabın, biracının ya da fırıncının iyilikseverliğinden değil, kendi çıkarlarını kollamalarından bekleriz. Onların insanlığına değil, ben sevgisine hitap ederiz. Hiçbir zaman kendi ihtiyacımızı ağzımıza almaz, onların kendi faydasından söz ederiz” (s. 216) gibi kişisel çıkara vurgu yapan cümleler kurdu. Ama dikkat edilirse, buralarda konu, davranışlarımızın saikleri değil toplumsal iş bölümü. Smith, bunları söylerken iş bölümünün neden ve nasıl işlediğini, evrensel refahın kaynağı olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Ticari işlemler sırasında tarafların kendi çıkarlarını ve karlarını düşünüyor olmaları, pek tabiidir. Buradan yola çıkarak insan davranışına sadece ben sevgisinin ve çıkarın yön verdiğini söylemek abesle iştigaldir. Smith, hiçbir yerde insanın temel amacının kişisel çıkar olduğunu söylemediği gibi ekonomik refahın sadece insan davranışına bağlı olarak izah edilmesi onun bakışına taban tabana zıttır.
Adam Smith, sadece kişisel çıkara ve akılcılığa dayalı bir bakışın insan davranışını anlamaya yetmeyeceğini, mutlaka cömertlik, yardımseverlik ve sosyal sorumluluk gibi erdemlerin de işin içine katılması gerektiğini savunur, en yararlı erdemin ihtiyatlı davranış olduğunu söyler. Onun “ihtiyatlı davranış” dediği ise asla kişisel çıkar ile aynı kefeye konamayacak “kendine hâkim olma” özelliğinin bir sentezidir.
Smith’in ahlak ve ekonomi anlayışının çelişkili değil kendi içinde tutarlı olduğunu savunanlardan birisi olan Amartya Sen’e göre, günümüz piyasa ekonomisinin üç bileşeni var. Bunlardan birincisi, piyasa ekonomisinin kendi kendini düzenleyici doğası, ikincisi rasyonel davranışın temeli olarak kar motivasyonu ve toplumsal üreticiliği sağlayan kişisel çıkar anlayışı… Bu üç anlayışı bir arada Smith’te bulmak imkânsız. Kapitalizm kavramını hiç kullanmadığı gibi piyasa ekonomisinin kendi kendine yeterli olduğuna asla inanmamıştır. Onun piyasa ekonomisinin dinamizmini ve faydalarını, serbest ticaretin ve uzmanlaşmanın lüzumunu vurguladığı gerçek ama piyasa süreci ve kar motivasyonunun olumsuz yanları da bulunuyor. Bu olumsuz yanları elden geldiğince gidermek için düzenleyici piyasalarda devletin rolü Smith’in yaklaşımında çok önemli. (Belli ölçülerde eğitim ve sağlık dâhil olmak üzere) kamu hizmetleri için devletin yeterli gelir elde etmesi ve halkın geçiminin sağlanması, Smith’in politik ekonomisinin iki temel konusu. Amartya Sen, Smith’in esas derdinin sosyal adaletin nasıl edileceği olduğunu, bu amaçla kurumlar, davranışlar ve karşılıklı etkileri ele aldığını belirtiyor. Ona göre Smith, lükse, gösteriş ve şatafata karşı, tutumluluktan yanadır.
Adem Levent Hoca, İnsan ve Toplum Dergisi’ndeki (2017 Haziran) “İktisadı yeniden felsefeyle buluşturmak: Amartya Sen’in Adam Smith okuması” başlıklı yazısında, “Sen’in Smith yorumu, kapitalizmi köklü bir şekilde sorgulamaktan uzaktır. Bu yorum daha çok kapitalizmi etik zemine çekme isteğinden doğmaktadır” diyor biraz da eleştirel bir bakışla. Tespitine katılıyorum. Smith olsa olsa kapitalizmin eleştirmenleri arasına konulabilir ama Hoca’nın “Kapitalizmi etik zemine çekme”yi hafife almasını anlayamadım. Az bir şey midir “kapitalizmi etik zemine çekme”ye çalışmak!…
Üretim tarzı, üretim ilişkileri ve üretici güçler tarafından şekillendirilir ve büyük ölçüde insan iradesinden bağımsızdır. Ama ahlaki bir varlık olmak insanın elinde. Bu nedenle hem tamahkârlığın ve ondan kaynaklanan kişisel çıkar hırsının dengelenmesi için ahlaki erdemlerin devreye girmesi hem ekonomide devletin pazardaki rekabeti bozmaksızın düzenleyici rolü konusunda Adam Smith ile hemfikirim. Bugün etik ve ekonominin birbirinden koptuğu kapitalizme ve onun her türlü komplikasyonuyla boy gösterdiği tüketim toplumuna ahlaki bir budama gerekiyor. Kapitalizme ve tüketim toplumuna karşı bir mücadele hattı belirlerken ezberlerimizi en baştan itibaren gözden geçirmemiz lazım. Devleti her alanda giderek köşeye sıkıştırmak olarak anlaşılan neo-liberal bakışın yerine devleti ve halkı zenginleştirmeyi amaçlayan ekonomi politiği yeniden ihya etmek gerekiyor. Adam Smith’i, bir de kapitalizme maruz bırakılan Müslümanların okumasına ve yorumlamasına ihtiyaç var.