Rusya Karşısında Türkiye ve Ukrayna: Dış Politikanın Kazananı Kim?

Bugün Türkiye, hem Rusya ile iyi ilişkiler sürdürerek doğrudan bir tehdit algılamıyor hem de bölgesel ve küresel meselelerde etkili bir aktör olarak profilini yükseltmeyi başardı. Bu gelişmeler, iç politikada hükümetin irrasyonel politikalar izlediğine yönelik eleştirileri boşa çıkardığı gibi, dış politikada Batı’nın güvenlik garantilerine güvenerek Rusya ile gerilimi tırmandırmayı savunanların tezlerini de geçersiz hale getirdi.
Mart 7, 2025
image_print

AK Parti’nin çeyrek yüzyıla yakın süredir kesintisiz iktidarda olduğu dönem, Türk siyasal hayatında önemli dönüşümlere sahne oldu. Bu dönüşümlerin en belirgin hissedildiği alanlardan biri hiç şüphesiz dış politikadır. Geçmişe kıyasla daha atılgan ve proaktif bir yaklaşım benimseyen Türkiye, yakın ve uzak coğrafyalardaki sorunlara daha fazla müdahil oldu, insani yardımlarını artırdı ve dış politikasını Batı merkezli bir eksenden çıkararak çeşitlendirdi. Geçmişe kıyasla daha otonum bir dış politika izlenen bu süreç, içeride ve dışarıda çeşitli kesimler AK Parti dış politikalarını eleştirdiler. Bu çevreler, Türk dış politikasının geleneksel rasyonel çizgisinden saparak ütopyacı bir yönelime girdiğinisavunarak, özellikle Suriye politikası ve sığınmacı krizi üzerinden hükümeti eleştirdi. Dışarıdan ise Türkiye’nin Batı bloğundan ve NATO’dan uzaklaştığına dair çok sayıda eleştiri ortay çıktı.

Ancak son dönemde Ukrayna krizi, Türk dış politikasının rasyonel bir zeminde şekillendiğini ve bu yaklaşımın ülkeye önemli stratejik kazanımlar sağladığını gösterdi. Türkiye, Ukrayna’dan farklı olarak, 2015 sonrası Rusya ile gerilimin tırmandığı dönemde Batılı müttefiklerinin vaat ettiği güvenlik garantilerine bel bağlamak yerine, doğrudan çatışma riskini gözeterek Rusya ile uzlaşma yolunu tercih etti. Benzer bir durumda Ukrayna Batılı ülkelerin desteğine güvenerek Rusya karşısında daha riskli bir politika izledi ve bugün ağır bedeller ödemek zorunda kaldı.

Bu yazının amacı, her ikisi de Batı müttefiki olan, Türkiye ile Ukrayna’nın Rusya karşısındaki politikalarını değerlendirmektir. Yazıda, Türkiye ve Ukrayna’nın Rusya karşısındaki farklı politikalarını ele alarak, klasik realizmin temel prensiplerinden biri olan “self-help (kendi kendine yardım) ilkesine uygun hareket etmenin Türkiye açısından önemli bir dış politika kazanımı sağladığı iddia edilecektir.

Devlet güvenliği: bağımsız güç mü, müttefiklere güven mi?

Klasik realizm, uluslararası ilişkilerde oldukça kötümser bir yaklaşım olarak değerlendirilse de, devletler arası ilişkileri açıklama açısından zaman zaman işlevsel olabilmektedir. Bunun en iyi örneklerinden biri, geçtiğimiz hafta Beyaz Saray’da ABD Başkanı Donald Trump ile Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelensky arasında yaşanan tartışmadır. Bu olay, klasik realizmin temel iddialarını yeniden gündeme taşıyarak uluslararası ilişkilerdeki geçerliliğini bir kez daha gözler önüne serdi.

Klasik realist düşünürler, uluslararası ilişkileri sürekli bir güç mücadelesi ve çatışma alanı olarak tanımlar. Bu yaklaşım, uluslararası sistemin anarşik yapısından hareketle, devletlerin temel hedefinin hayatta kalmak olduğunu vurgular. Hayatta kalmayı garanti altına almak isteyen devletler, askeri güçlerini artırmak ve savunma harcamalarına sürekli yatırım yapmak zorundadır. Çünkü klasik realizme göre, uluslararası sistemde merkezi bir otorite bulunmadığı için herhangi bir tehdit karşısında devletlerin yardımına koşacak bir mekanizma yoktur.

Bu bağlamda, klasik realistler devletlerin güvenliğini ve bekasını başka bir aktöre emanet edemeyeceğini savunur. Eğer bir devlet, güvenliğini uluslararası örgütlere ya da başka devletlere emanet ederse, uzun vadede hayatta kalma ihtimali ciddi şekilde zayıflayacaktır. Çünkü hiçbir devletin gelecekte nasıl hareket edeceğinden veya verdiği sözlere sadık kalacağından tam anlamıyla emin olunamaz. Uluslararası ilişkilerde devletlerin rasyonel aktörler olarak kendi çıkarlarını öncelediğini belirten realistler, devletlerin stratejik menfaatleri gerektirdiğinde geçmişte verdikleri taahhütlerden geri adım atabileceklerini ve imzaladıkları anlaşmaları feshedebileceklerini öne sürer. Bu nedenle, güvenlik ve beka söz konusu olduğunda devletlerin kendi ulusal kapasitelerine güvenmekten başka seçenekleri yoktur.

Bir devlet, kendi askeri kapasitesi yerine başka devletlerin askeri gücüne güvenme hatasına düşerse, klasik realizme göre bu durum onu stratejik bir bağımlılığa sürükleyerek zaafa uğratacaktır. Çünkü diğer devletler, ittifak ilişkilerine ve güvenlik garantilerine rağmen öncelikli olarak kendi ulusal çıkarlarını gözetir ve bu çıkarlar değiştiğinde ittifaklarını yeniden gözden geçirebilir. Tarih boyunca birçok devlet, müttefiklerine fazla güvenmenin bedelini ağır şekilde ödemiştir. Örneğin, 1939’da Polonya’nın Batılı müttefiklerinden beklediği askeri desteği alamaması veya Soğuk Savaş sonrası dönemde çeşitli ülkelerin ABD’nin güvenlik taahhütlerine bel bağlayarak kendi askeri kapasitesini ihmal etmesi, bu argümanın somut örneklerindendir.

Bu çerçevede, klasik realizm, devletlerin en güvenilir garantörünün kendi güçleri olduğunu ve güvenliklerini sağlamada dış aktörlere bel bağlamamaları gerektiğini savunur. Devletler ancak güçlü bir askeri kapasiteye sahip olarak, caydırıcılığı artırarak diğer devletlerin saldırgan niyetlerini dizginleyebilir ve ulusal çıkarların korunmasını sağlayabilir.

Ukrayna krizi: Batı’nın güvence sınavı ve değişen dengeler

2000’li yılların başlarında Rusya ile Batı arasındaki kriz derinleşmeye başladı ve 2008’de Rusya’nın Gürcistan’a askeri müdahalesi, 2014’te ise Kırım’ı ilhak etmesiyle gerilim daha da arttı. Gerilimi azaltmaya yönelik mekanizmaların etkisiz kalması ve Batı’nın izlediği politikaların Rusya’yı Ukrayna’ya yönelik askeri adımlar atmaya teşvik etmesi sonucunda, 2021’in başlarında Rusya, Ukrayna’nın doğusundaki etnik Rus nüfusun yoğun olduğu bölgelere yönelik bir işgal girişiminde bulundu. Bu süreçte Ukrayna yönetimi, Batı bloğuyla iş birliğini artırarak Rusya’yı sınırlandırmak ve kaybettiği toprakları geri almak amacıyla çeşitli diplomatik girişimlerde bulundu.

Sonuç olarak, Batı bloğu Ukrayna yönetimine tam destek vererek Rusya’ya karşı kararlı bir tutum sergiledi. Moskova’yı caydırmak, işgal ettiği topraklardan çekilmeye zorlamak ve Batı için bir tehdit olmaktan çıkarmak amacıyla Ukrayna’ya her türlü askeri, ekonomik ve diplomatik desteğin sağlanacağı en üst düzeyde ifade edildi. Batı’nın sunduğu bu güvenlik garantileri, Kiev yönetiminde aşırı bir iyimserlik havası yarattı. Rusya ile tek başına mücadele edemeyeceğinin farkında olan ancak Batılı müttefiklerinin vaatlerine aşırı derecede güvenen Zelensky, Rusya’ya karşı provokatif saldırılar da içeren geniş çaplı bir savunma savaşı başlattı.

Bir devletin, toprakları işgal edildiğinde ve askeri tehdit altında olduğunda direnç göstermesi beklenen, hatta zorunlu bir reflekstir. Ancak Kiev yönetiminin Batı ittifakının vaatlerine duyduğu aşırı güven ve iyimserlik, Rusya karşısında kendi gücünü abartmasına neden oldu ve diplomatik müzakerelerde yeterince esnek hareket etmesini engelledi. Özellikle Türkiye’nin arabuluculuğunda yürütülen İstanbul görüşmelerinde barışa oldukça yaklaşılmışken, Batılı ülkelerin teşvikiyle Kiev yönetimi müzakerelere gereken önemi vermedi. Bunun yerine, Batı’nın sağladığı askeri destek ve Rusya’ya uygulanan yaptırımlar sayesinde Moskova’yı yenilgiye uğratabileceğine inanarak mücadeleyi sürdürme kararı aldı.

Sonunda, ABD’de Trump’ın yeniden iktidara gelmesiyle dengeler değişti. Trump, Ukrayna’ya verilen desteği gereksiz bulduğunu ve bu yardımların ABD’ye herhangi bir maddi karşılık sağlamadığını uzun süredir dile getirerek Biden yönetimini eleştiriyordu. Başkanlık koltuğuna oturduğunda ise adeta bir muhasebeci titizliğiyle geçmiş politikaları gözden geçirdi ve Ukrayna’ya verilen paraların tamamını, hatta daha fazlasını geri talep etti. Üstelik Kiev’e Rusya karşısında güvenlik garantisi vermekten de kaçındı. Sonuç olarak, Ukrayna hem topraklarının önemli bir kısmını Rusya’ya kaybetme riskiyle hem de değerli yeraltı kaynaklarını ABD’ye kaptırma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı bir diplomatik çıkmazın içine sürüklendi.

Türkiye’nin Rusya karşısındaki rasyonel politikası: Batı güvenceleri ve stratejik denge

Ukrayna gibi Batı bloğuna mensup bir ülke olan Türkiye’nin, Rusya karşısında farklı bir politika izleyerek son derece rasyonel bir seçim yaptığı, bugün Ukrayna’nın maruz kaldığı muameleden net bir şekilde anlaşılıyor. Türkiye, 2015 yılında Rusya’nın Suriye sahasına girmesiyle birlikte, Moskova ile doğrudan askeri çatışma riski taşıyan bir konumda buldu kendisini. Rus savaş uçaklarının zaman zaman Türk hava sahasını ihlal etmesi ve bir Türk uçağının Suriye hava kuvvetleri tarafından düşürülmesi gibi gelişmeler, Türkiye açısından ciddi askeri gerilimler yarattı.

Bu dönemde Türkiye’nin NATO müttefikleri, Rusya’nın ihlallerine sert tepki göstererek Türkiye’nin hava sahasının aynı zamanda NATO hava sahası olduğunu vurguladılar. Rusya’nın bu gerçeği dikkate alarak hareket etmesi gerektiğini belirten müttefikler, eğer Türkiye Rus uçaklarını düşürürse NATO’nun Ankara’yı savunacağına dair güçlü taahhütlerde bulundular. Zaten NATO Antlaşması’nın 5. maddesi de bunu öngörüyordu. Bu maddeye göre, bir NATO üyesine yapılan saldırı, tüm NATO üyelerine yapılmış sayılıyor ve tüm üyelerin saldırıya uğrayan müttefiklerini savunmak için seferber olmaları gerekiyor. Bu süreçte bazı NATO üyeleri Türkiye’ye Patriot sitemi konuşlandırdılar ABD’de F-35 projesine yönelik taahhütlerini sık sık yenileyerek Türk hava kuvvetlerinin caydırıcılığını artırma taahhüdünde bulundu.

Ancak Rus uçağının düşürülmesinin ardından, Türkiye’nin karar alıcıları Batı’nın verdiği bu taahhütlere tam anlamıyla güvenmediler ve Rusya ile gerilimi tırmandırmak yerine uzlaşı yolunu tercih ettiler. Bununla birlikte, Türkiye savunma sanayisine yönelik kapsamlı yatırımlar başlatarak Rusya’yı kendi ulusal kaynaklarıyla dengelemeye yönelik bir strateji izledi. Bu süreçte, içeride bazı çevreler ve özellikle Batılı ülkeler Türkiye’yi Rusya’ya yakınlaşmak, Batı’dan uzaklaşmak ve NATO içinde bir çatlak oluşturmakla suçladı. Hatta Ukrayna savaşı sırasında Türkiye’ye, Rusya’ya yönelik baskıyı ve yaptırımları artırması yönünde yoğun bir baskı yapıldı. Ancak buna rağmen Türkiye, Rusya ile dengeli ilişkilerini sürdürmek konusunda kararlı bir tutum sergiledi. Batı’ya ve onun güvenlik garantilerine tam bir bağımlılık yerine, Rusya ile çatışmacı ve gerilimi artırıcı bir politikadan bilinçli bir şekilde uzak durmayı tercih etti.

Geride kalan on yıl gösterdi ki, bir devlet beka sorunu ile karşı karşıya kaldığında ayakta kalabilmesi için öncelikle kendi kaynaklarına dayanmak zorundadır. Ukrayna, Batılı güvenlik garantilerine güvenerek Rusya ile gerilimi tırmandırdı ve tehditlerin en yoğun yaşandığı bir dönemde, bu garantilerin devletin bekasını korumakta yetersiz kaldığını acı bir şekilde tecrübe etti. Bugün, Ukrayna topraklarının önemli bir kısmını Rusya’ya kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olduğu gibi, kıymetli madenlerini de ABD’nin kontrolüne bırakmak durumunda kalıyor.

Türkiye ise Batı’nın güvenlik garantilerine bel bağlamadı ve Rusya’yı tek başına dengeleyemeyeceğinin farkında olarak Moskova ile ilişkilerini dengeli bir şekilde yürüttü. Aynı zamanda, savunma sanayisine yaptığı yoğun yatırımlarla kendi caydırıcılığını artırdı. Bugün Türkiye, hem Rusya ile iyi ilişkiler sürdürerek doğrudan bir tehdit algılamıyor hem de bölgesel ve küresel meselelerde etkili bir aktör olarak profilini yükseltmeyi başardı. Bu gelişmeler, iç politikada hükümetin irrasyonel politikalar izlediğine yönelik eleştirileri boşa çıkardığı gibi, dış politikada Batı’nın güvenlik garantilerine güvenerek Rusya ile gerilimi tırmandırmayı savunanların tezlerini de geçersiz hale getirdi.

Necmettin Acar

Doç. Dr., Mardin Artuklu Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölüm başkanı.,
Eğitimini İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Kamu Yönetimi bölümünde, yüksek lisans eğitimini Sakarya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler anabilim dalında, doktorasını Yıldız Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler anabilim dalında tamamlayan Acar halen Mardin Artuklu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. Başlıca çalışma alanları Orta Doğu siyaseti, enerji güvenliği, Basra Körfezi güvenliği ve Türkiye’nin Orta Doğu politikası olan Acar’ın bu alanda yayınlanmış çok sayıda çalışmaları bulunmaktadır. İletişim: [email protected]

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.