Retorikten Pervasızlığa: Hindistan’ın Sınır Ötesi Saldırılarının Sonuçları

Uluslararası hukuk, etik sorumluluk ve çatışmanın insani maliyeti göz önünde alındığında, Hindistan’ın Pakistan’a yönelik saldırısı hiçbir şekilde haklı gösterilemez. Bu saldırı, BM Şartı’nı ihlal etmekte, ikili anlaşmaları hiçe saymakta ve masum insanlara gereksiz acılar çektirmektedir. Diyalog yerine şiddeti seçerek Hindistan, hukuken savunulamaz, ahlaken kabul edilemez ve stratejik olarak dar görüşlü ciddi bir hata yapmıştır.
Mayıs 9, 2025
image_print

Uluslararası hukuk, etik sorumluluk ve çatışmanın insani maliyeti göz önünde bulundurulduğunda, Hindistan’ın Pakistan’a yönelik saldırısı hiçbir şekilde haklı gösterilemez. Bu saldırı, BM Şartı’nı ihlal etmekte, ikili anlaşmaları hiçe saymakta ve masum insanlara gereksiz acılar çektirmektedir. Diyalog yerine şiddeti seçerek Hindistan, hukuken savunulamaz, ahlaken kabul edilemez ve stratejik olarak dar görüşlü ciddi bir hata yapmıştır. Eğer Pakistan aynı şekilde karşılık verirse, bu durum Güney Asya’nın çok ötesine uzanabilecek sonuçlarla tam ölçekli bir savaşı tetikleyebilir.

 Hindistan ile Pakistan arasındaki ilişki, onlarca yıllık tarihsel kırgınlıklar, toprak anlaşmazlıkları ve aralıklı silahlı çatışmalarla şekillenmiştir. Ancak Hindistan’ın son dönemde Pakistan içinde gerçekleştirdiği sınır ötesi saldırılar—aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu 26 sivilin öldüğü iddia ediliyor—zaten kırılgan olan bölgeyi sarstı ve yasallık, liderlik ve yükselen militarizme karşı küresel tepki konusunda acil soruları gündeme getirdi. Hindistan, diplomasi ve uluslararası normları hiçe sayarak sadece Pakistan’ın egemenliğini ihlal etmekle kalmadı, aynı zamanda nükleer silaha sahip bir bölgede barışın temellerini de sarstı. Bu eylemler münferit olaylar değildir; terörle mücadele söyleminin siyasi kazanç için silaha dönüştürüldüğü, uluslararası hukukun seçici bir şekilde uygulandığı ve anlamlı bir diyalogun yerini askeri gücün aldığı rahatsız edici bir eğilimi yansıtıyorlar. Tehlikede olan yalnızca Güney Asya’nın istikrarı değil, aynı zamanda küresel kurumların güvenilirliği ve uluslararası toplumun kışkırtma yerine barışı önceleme konusundaki ahlaki sorumluluğudur.

Bu sert saldırıları başlatarak Hindistan, Birleşmiş Milletler Şartı’nın özellikle 2(4) maddesini ihlal etmiştir; bu madde: “Bütün Üyeler, uluslararası ilişkilerinde herhangi bir devletin toprak bütünlüğüne ya da siyasi bağımsızlığına karşı kuvvet kullanma tehdidinden veya kuvvet kullanımından kaçınmalıdır” der.  Bu yasaklama, egemen uluslar arasında barış ve istikrarı korumayı amaçlayan modern uluslararası hukukun en temel kurallarından biridir. Ne yazık ki Hindistan, özellikle Pakistan’la olan ilişkilerinde, giderek artan bir şekilde ‘terörle mücadele söylemini’ stratejik bir araç olarak kullanmaktadır; bunu sınır ötesi saldırıları, insansız hava araçlarıyla gözetimi ve Pakistan sınırına yakın askeri yığınağı meşrulaştırmak için kullanmaktadır. Ancak Hindistan’ın, devlet dışı aktörlerin şiddetine dayanarak Pakistan’a önleyici saldırılar düzenleyebileceği varsayımı, Uluslararası Adalet Divanı’nın kararlarıyla (örneğin, ABD’ye karşı Nikaragua davası, 1986) ve 2005 BM Dünya Zirvesi Sonuç Belgesi ile uyuşmamaktadır; bu belgeler terörle mücadelenin uluslararası hukuk, BM Şartı ve insan hakları yükümlülükleri çerçevesinde yürütülmesi gerektiğini vurgulamaktadır. BM Şartı’nın 51. maddesi de dâhil olmak üzere uluslararası hukukun, meşru müdafaaya yalnızca silahlı saldırıya karşılık olarak izin verdiğini, belirsiz veya doğrulanmamış terör tehditlerine karşı izin vermediğini anlamak gerekiyor. Hindistan’ın önleyici eylemleri bu standardı karşılamamaktadır.

Hindistan, turistleri hedef alan Pahalgam saldırısında Pakistan’ın rolü olduğunu düşünüyorsa, kapsamlı, şeffaf ve güvenilir bir soruşturma yürütmeli ve somut kanıtları Birleşmiş Milletler ve Interpol dâhil uluslararası topluluğa sunmalıydı. Sorumlu davrananların izleyeceği bir yol olarak, tarafsızlığı sağlamak ve güven inşa etmek amacıyla, bir üçüncü tarafın ya da BM’nin denetleyebileceği ortak bir soruşturma talep edilebilirdi. Ancak Hindistan, Pakistan devletini bu tür bir silahlı saldırıya doğrudan bağlayan kesin veya uluslararası düzeyde doğrulanmış bir kanıt sunamamıştır. Daha da önemlisi, Hindistan diplomatik süreçleri atlamış ve barışçıl alternatiflerin tükendiğini gösterme yükümlülüğünü göz ardı etmiştir. Bunun yerine, “terörle mücadele” kavramını yasadışı saldırganlığı meşrulaştırmak için propaganda aracı olarak kullanılmış ve böylece uluslararası hukukun temel ilkelerinden birinin çarpıtmıştır.

Hindistan’ın siyaset ve medya söyleminde rahatsız edici bir örüntünün ortaya çıktığı yadsınamaz: Ne kadar mantıksız olursa olsun, herhangi bir iç karışıklıktan Pakistan’ı sorumlu tutma eğilimi şeklindeki bu örüntü, neredeyse otomatik olarak gelişiyor. Bu abartılı suçlamalar inandırıcılıktan yoksundur ve rasyonel politika üretimini tehlikeye atmaktadır. Daha da önemlisi bu, Başbakan Narendra Modi ve partisinin aşırı milliyetçi duyguları alevlendirmek ve seçim desteğini sağlamlaştırmak için uyguladığı kasıtlı bir siyasi strateji gibi görünüyor. Modi, kasıtlı olarak güçlü, uzlaşmaz bir lider imajı yaratarak kendini Hindistan’ın ulusal gururunun ve egemenliğinin nihai koruyucusu olarak konumlandırmaya çalışıyor. Bu imaj; kararlı askeri eylemler, muhalif seslerin bastırılması ve kamuoyunu şekillendirmek için devlet yanlısı medyanın stratejik kullanımıyla güçlendirilmektedir. Pakistan’la yaşanan gerilimleri yönetme yaklaşımı—özellikle tek taraflı saldırılar ve saldırgan söylemler yoluyla—iç kamuoyunu konsolide etmeye ve iç sorunlardan dikkatleri başka yöne çekmeye yönelik görünmektedir. Bu örüntü, dış tehditlerin içerde siyasi kontrolü sıkılaştırmak ve demokratik hesap verebilirliği zayıflatmak için kullanıldığı daha geniş bir eğilimi yansıtmaktadır. Hindistan hükümeti, Pakistan’ı günah keçisi ilan ederek ekonomik durgunluk, işsizlik ve toplumsal huzursuzluk gibi acil iç sorunlardan dikkati uzaklaştırmaktadır. Ancak bu söylem, kamuoyunun algısını zehirlemekte, düşmanlığı derinleştirmekte ve diplomatik etkileşimin önünü kesmektedir. Politik çıkar uğruna belirsiz, hak edilmemiş bir suçlamayı silah haline getirmek, yalnızca bölgesel barışı istikrarsızlaştırmakla kalmaz, aynı zamanda Hindistan’daki demokratik yapıyı da aşındırır.

Uluslararası hukuk, etik sorumluluk ve çatışmanın insani maliyeti göz önünde alındığında, Hindistan’ın Pakistan’a yönelik saldırısı hiçbir şekilde haklı gösterilemez. Bu saldırı, BM Şartı’nı ihlal etmekte, ikili anlaşmaları hiçe saymakta ve masum insanlara gereksiz acılar çektirmektedir. Diyalog yerine şiddeti seçerek Hindistan, hukuken savunulamaz, ahlaken kabul edilemez ve stratejik olarak dar görüşlü ciddi bir hata yapmıştır. Eğer Pakistan aynı şekilde karşılık verirse, bu durum Güney Asya’nın çok ötesine uzanabilecek sonuçlarla tam ölçekli bir savaşı tetikleyebilir. Bu kadar yüksek riskli bir ortamda, tek bir hata bile küresel çapta yıkıma yol açabilir. Karşı karşıya gelen iki nükleer gücün varlığı düşünüldüğünde, bu durum karşısında sessizlik, ilgisizlik ya da gecikmiş müdahale gibi seçeneklerin bedeli çok ağır olur. Bu nedenle, Hindistan ve Pakistan arasındaki gerilimin ele alınması sadece Güney Asya’daki barışın korunması için değil, küresel güvenlik açısından da hayati önemdedir. Uluslararası toplum, uluslararası hukukun uygulanmasını sağlamak, daha fazla tırmanmayı önlemek ve Hindistan’a yıkım yerine diplomasiye dönmesi yönünde baskı yapmak için hızlı hareket etmelidir. Güney Asya’nın geleceğini savaş değil, barış şekillendirmelidir. Dünya, kibir ve propagandayla körüklenen yeni bir çatışmanın sonuçlarını göze alamaz.

 

*Dr. Nazia Nazar, Finlandiya merkezli bağımsız bir köşe yazarıdır.

 

Kaynak: https://www.counterpunch.org/2025/05/08/from-rhetoric-to-recklessness-the-fallout-of-indias-cross-border-strikes/

 

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

SOSYAL MEDYA