Mark O’Connell, Raşit Halidi ile bir röportaj
The New York Review
Çeviren: Ali Karakuş
Filistin tarihçisi Raşit Halidi, uzun yıllardır önde gelen bir Arap-Amerikalı entelektüel ve İsrail-Filistin çatışmasında Amerika’nın rolünün en güçlü eleştirmenlerinden biri olmuştur. Geçen yıl 7 Ekim’de Hamas ve diğer silahlı grupların İsrail topraklarına yönelik silahlı saldırısı ve ardından Gazze ve Lübnan’da devam eden İsrail askeri operasyonları sonrasında, Halidi ve eseri daha da önem kazandı. Filistin’in mülksüzleştirilme tarihini, Batı’daki seçkinlerin desteğine bağımlı bir yerleşimci-koloni projesi olarak ele alan The Hundred Years’ War on Palestine (Filistin’e Yönelik Yüz Yıllık Savaş) adlı kitabı, geçtiğimiz yılın büyük bölümünde New York Times’ın en çok satanlar listesinde yerini korudu.
Halidi, Filistinli babasının Birleşmiş Milletler Sekreterliği’nde çalıştığı dönemde New York’ta doğdu. Filistin tarihini halkına yönelik altı büyük savaş eylemiyle anlatan kitabı, baba tarafından büyük ailesinin arşivine dayanmaktadır. Örneğin, kitap, büyük-büyük-büyük amcası Yusuf Ziyaeddin el-Halidi Paşa’nın, 1899’da Kudüs belediye başkanı olarak modern siyasi Siyonizmin öncüsü Theodor Herzl ile yaptığı olağanüstü bir mektuplaşmayla başlıyor.
Halidi, yakın zamanda Columbia Üniversitesi’nden, Tarih Bölümü’nden Edward Said Modern Arap Çalışmaları Profesörü olarak emekli oldu. Geçtiğimiz akademik yıl boyunca, Columbia’daki öğrenci protestolarının önde gelen bir öğretim üyesi destekçisi olarak dikkat çekti. Bu röportajı, Ekim ayı sonu ile Kasım ayı başlarında e-posta ve çevrim içi video sohbet aracılığıyla gerçekleştirdik.
—Mark O’Connell
Mark O’Connell: Geçen yıl 7 Ekim’deki saldırılara, hem bir Filistinli Amerikalı olarak hem de Orta Doğu tarihçisi olarak ilk tepkinizin ne olduğunu sorarak başlamak istiyorum.
Raşit Halidi: Şaşırdım. Şaşırmamam gerekirdi, çünkü İsrail’in baskısının yoğunluğunun sonunda bir tepkiye yol açacağını her zaman beklemiştim, ancak bu tepkinin boyutu beni kesinlikle şaşırttı. İsrail askeri üslerinin ve sınır yerleşimlerinin ele geçirilmesi beklediğim bir şey değildi.
Bu benim ilk tepkimdi. İkinci tepkim, sivil kayıpların boyutuyla ilgili raporlar gelmeye başladığında, yaşadığım şok oldu. Ve derinden endişelendim: Bunun ABD’de muazzam bir etkisinin olacağını ve İsrail’den son derece şiddetli bir askeri karşılık geleceğini biliyordum.
O’Connell: Geçen yıl boyunca bu yanıtın ölçeği ve şiddeti veya Batı’nın bu yanıta tepkisi sizi şok etti mi ya da şaşırttı mı?
Halidi: Hayır. İsrail’in yapa geldiği canavarlıklar, sivilleri ve sivil altyapıyı kasten hedef alması rutin bir durum. Kuşkusuz, bu sefer gerçekleştirdiği şeylerin daha önce bir benzeri yoktu. Filistinli ölü sayısı ve şimdi artan Lübnanlı ölü sayısı daha önce gördüklerimizin çok ötesinde. Ancak deniz suyu arıtma tesislerine, kanalizasyon tesislerine, üniversitelere saldırmaları ve camileri yıkmaları beni hiç şaşırtmadı.
Beklenmedik bir şey varsa o da ABD hükümetinin bu yanıta her düzeyde katılımı ve İsrail’i herhangi bir şekilde dizginleme konusundaki isteksizliğiydi. Katılım derken, İsrail’in yalanlarının tekrarlanmasını kastediyorum. İsrail’in insanları kasıtlı olarak öldürmediği fikri; Filistinlilerin her öldüğünde Hamas tarafından insani kalkan olarak kullanıldıkları bahanesi; hayatı imkânsız hale getirmek amacıyla altyapının kasıtlı olarak tahrip edilmesini tamamen görmezden gelmek; ABD hükümetinin her bir haksız İsrail gerekçesini tekrarlaması gibi tavırlarını çok abartılı buldum açıkçası. Bu yönetim, Trump yönetimi dışında, İsrail’i dizginlemek için diğer tüm yönetimlerden daha az şey yaptı.
O’Connell: Bu katliamda Amerika’nın “suç ortaklığı”ndan bahsetmeyi bırakıp Amerika’nın bir düşman, Filistin’le savaş halinde olan bir taraf olduğunu konuşmaya ne zaman başlıyoruz?
Halidi: Bu her zaman benim görüşüm olmuştur. İsraillilerle Washington’da müzakereler yaptığımızda, aslında Amerikalılarla İsraillilerin gerçekten aynı tarafta olduğunu, bize karşı bir ortak heyet gibi davrandığını fark ettim. Şimdi Amerikan basınında ortak hedef belirleme ve Hizbullah ile Hamas liderlerini bulup öldürmeye yönelik istihbarat operasyonlarına dair ifşaatlar görüyoruz. Dikkatlice bakarsanız, Amerika’nın aslında doğrudan savaşta olduğunu göreceksiniz. Bu, planlama ve hedef belirleme konusunda yoğun ve üst düzey bir iş birliğidir. Neredeyse her merminin, her füzenin, her bombanın Amerika’dan gittiğini ve İsrail ordusunun hava yoluyla gönderilen bu yüzlerce kargo sevkiyatı olmadan üç aydan fazla bu saldırıları sürdüremeyeceği gerçeğinden hiç bahsetmeyelim. Yani bu, çoğunlukla sahada Amerikan askerleri olmadan aktif bir katılım düzeyidir.
O’Connell: Columbia Üniversitesi’ndeki öğrenci eylemlerinden birinde yaptığınız çok güçlü bir konuşmada, Vietnam Savaşı ile bir karşılaştırma yaptınız. O savaşın, büyük ölçüde sokaklardaki insanların tepkileri sayesinde sona erdiğini belirttiniz. Buradaki çok belirgin fark, dediğiniz gibi, Amerikan askerlerinin sahada bulunmasıyla ilgili. O savaş, genç Amerikalı erkeklerin savaşa alınması nedeniyle halkın öfkesiyle sona erdi. Amerikan askerlerinin savaşmadığı ve ölmediği bir durumda, Amerika’nın burada yer aldığı savaşın aynı şekilde evlere taşınabileceğini düşünüyor musunuz?
Halidi: Haklı olduğunuzu düşünüyorum. Çok sayıda Amerikan askerinin aktif katılımının olmaması, bunu Irak Savaşı veya Vietnam Savaşı’ndan çok farklı bir durum haline getiriyor. Ancak diğer yandan, burada değişimin daha hızlı olduğunu düşünüyorum. Halkın Vietnam Savaşı’na karşı pozisyon alması yıllar sürmüştü. Irak’ta bile bu bir veya iki yıl sürdü. Bu savaşa ilişkin kamuoyu görüşlerinde oldukça hızlı bir değişim oldu.
Ancak bu hızlı değişimin elbette karar vericiler veya İsrail destekçisi seçkinler üzerinde hiçbir etki yaratmadığını söylemeye gerek yok. Ana akım medya, İsrail’in her türlü canavarca yalanının çığırtkanlığını yaparak, Washington’da söylenenleri tekrar edip katip rolünü oynayarak öteden beri olduğu gibi kör davranmaya çok hevesli. Bu durum hiç değişmedi. Vietnam meselesinde de uzunca bir süre böyleydi Irak meselesinde de böyle sürdü uzunca bir süre. Seçkinler, üzerlerinde şu anda olduğundan çok daha fazla baskı olmadıkça kamuoyuna yanıt vermezler, diye düşünüyorum.
O’Connell: ABD’deki kamuoyundaki bu tutum değişim hızının ve Avrupa’daki benzer tutum yoğunlaşmasının büyük ölçüde şiddetin görünürlüğüyle ilgili olduğunu düşünüyorum. İnsanlar genellikle “ilk canlı yayımlanan bir soykırıma” tanık olmaktan bahsediyor. Katliamın kanıtlarını ortaya çıkarmak için Seymour Hersh gibi birine ihtiyacımız yok. Telefonlarımızı açıyoruz ve hemen en korkunç şiddet ve insanlık dışı görüntülerle karşılaşıyoruz. Bu durumun tutum değişimindeki hızda bir etkisi olmalı.
Halidi: Bu doğru. Ancak tüm halkın bu görüntülere maruz kaldığını varsayarken dikkatli olmanız gerekiyor. Toplumun, hayatları buna bağlı olsa da Instagram veya TikTok’u nasıl kullanacağını bilemeyecek bir kesimi (daha yaşlı, daha muhafazakar bir kesim) var. Ancak yaş grubu aşağı indikçe, söylediğiniz şey daha fazla doğru hale geliyor. Ana akım medyadan bağımsız olabilecek kadar genç olan herkes, tarif ettiğiniz şeyleri görüyor ve dehşete düşüyor. Ana akım medyanın yalanı bilerek yaydığını ve her politikacının yalan söylediğini biliyorlar. Bu bilme durumu birçok yaşlı insan için de geçerli. Ancak tekrarlamak ta fayda var: en azından ABD’de yaş ilerledikçe, zenginleştikçe ve beyazlaştıkça insanların bu görüntüleri görme veya onlara inanma olasılığı azalıyor.
O’Connell: İsrail’in Filistin’deki eylemleri bir soykırım olarak değerlendirilsin ya da değerlendirilmesin, en azından bir tür etnik temizlik projesinin yürütüldüğünü düşünmeden yapılanları anlamak bana çok zor gibi görünüyor.
Halidi: Meseleyi anlamak için birkaç şeyi anlamamız gerekiyor. Birincisi, geçen yıl 7 Ekim’de olanlara karşı neredeyse tatmin edilemez bir intikam arzusu var: sadece İsrail ordusunun Gazze tümeninin ve Gazze sınırındaki çok sayıda yerleşimin yok edilmesi değil aynı zamanda 1948’den bu yana yaşanan herhangi bir olaydan daha fazla İsrailli sivilin öldürülmesi; yüzün üzerinde sivilin ve muhtemelen yüz kadar askerin kaçırılması; İsraillilerin kendileriyle bütünleştirdikleri güvenlik duygusunun yok edilmesi. Yani bu olanlara duyulan intikam tatmini ihtiyacı doymak bilmez gibi görünüyor. Bu birinci nokta.
İkincisi, İsrail güvenlik müessesesinin bir planı var. İsrail her an savaşta, orada bir askeri hedef olduğunu iddia ederek sivil nüfusa saldırıyor. Bunu her zaman yapa gelmiştir. Bir yerlerde her zaman görünürde bir askeri hedef vardı, ama mesele hiçbir zaman yalnızca askeri hedef olmadı. Amaç aynı zamanda sivilleri cezalandırmak ve onları direnişçilere karşı harekete geçmeye zorlamaktı.
Bu, onların pratiğidir ve bu her zaman ola gelmiştir. Bu strateji doğrudan İngiliz askeri doktrininden alınmıştır. İngilizlerin Kenya’daki savaşlarına, Malaya’daki savaşlarına bakın, İngiliz ordusunun aynı şeyi yaptığını göreceksiniz. Yani sivilleri kasten öldürüyorlar. Hayatı kasten yaşanmaz hale getiriyorlar. Gazze’yi kasıtlı olarak yaşanmaz hale getiriyorlar; Genelkurmay’ın savaş suçu işleyen çarpık zihniyetinde, nüfusu isyancılara karşı harekete geçmeye zorlamanın bir yolu olarak bunları yapıyorlar.
Üçüncü olarak, Gazze’nin kuzeyinde bir yerleşimci-koloni projesi var: Gazze’nin bir kısmını geri al, nüfusunu boşalt ve yerleşimcileri yerleştir. Bu olabilir de olmayabilir de ama çok sayıda üst düzey bakan orada yeni yerleşim yerleri yapılması yönünde çağrıda bulundu. Bu üç unsurun hepsi, gördüğümüz vahşetleri açıklar. Eğer bu yaşananlar, soykırım tanımına uymuyorsa, Soykırım Sözleşmesi’ni çöpe atın gitsin. Kesinlikle bir değeri yok.
O’Connell: Aynı şekilde, Hamas’ın, İsrail’in gelecek planlarını bilmeden ve yaptıkları kendi planlamalarına İsrail gelecek tasarımlarını eklemeden 7 Ekim saldırılarını gerçekleştirmesinin nedenini anlamak da zor.
Halidi: Üç şeyi varsaymanız gerektiğini düşünüyorum. Birincisi, Hamas’ın bu saldırıyı başlattığında bölgede neler olacağına dair gerçekçi olmayan beklentilere sahip olduğudur. Hamas’ın, gerçekleştirdiği saldırıyla birlikte, Filistin genelinde ayaklanmalar olacağını, tüm müttefiklerinin onlarla birlikte savaşa gireceğini ve bunun savaşları sona erdirecek bir savaş olacağını düşündüğü anlaşılıyor. Burada Hamas’ın askeri kanadından, tünellerdeki insanlardan bahsediyorum; Filistin dışındaki Hamas liderliğinin mutlaka aynı gerçekçi olmayan beklentilere sahip olduğunu düşünmüyorum. Bu saldırıyı planlayanların, bölgesel durum ya da Filistin’in geri kalanındaki durum hakkında çok net bir anlayışa sahip olmadıkları anlaşılıyor. Ve bu yüzden beklediklerini üretmeyen bir şey yaptılar.
İkincisi, oluşturdukları savaş alanının ya da belki de kendi güçlerinin ve müttefiklerinin güçlerinin tam kontrolünü ellerinde tutamadılar. Çit açıklıklarından insanların gelip gerçekleştirdileri şeyleri yapmalarını engellemediler. Ayrıca, bu saldırıyı gerçekleştiren birçok kişinin intikama susamış oldukları anlaşılıyor. Ve bu intikama susamışlık kontrol yitimine, vahşetlere, şiddete ve sivillere yönelik saldırılara yol açtı. Bunun niyet edilmediğini söyleyemezsiniz.
7 Ekim sabahına dönüp Hamas’ın askeri kanadının lideri Muhammed Deif’in açıklamalarını dinlerseniz, sivillere yönelik saldırılardan bahsettiğini görebilirsiniz. İsrail’in sahip olduklarından çok daha sınırlı araçlarla da olsa bir intikam arzusu olduğu görülüyor. Ve bunu İsrail ordusunun her gün gördüğümüz durdurulamayan tatmin edilemez gibi görünen intikam arzusuyla karşılaştırmıyorum, ama bunun Hamas’ta da bir unsur olduğunu düşünüyorum.
Üçüncüsü -ve bundan yukarıda bahsettiğim ilk iki şeyden olduğum kadar emin değilim- sivillere yönelik saldırıların İsrail’in tamamen orantısız tepkisini ne ölçüde haklı çıkaracağını ve mümkün kılacağını takdir etmemiş olabilirler. Bunu, Hizbullah’ın saldırılarında askeri ve endüstriyel tesisleri çok dikkatli bir şekilde hedef almaya çalışmasıyla karşılaştırabilirsiniz. Hizbullah’ın saldırılarında da İsrail’in kuzeyinde çok sayıda sivil öldü, ancak 7 Ekim’de Gazze çevresinde yaşananlarla karşılaştırıldığında bu sayı çok küçük.
Bu, İsrail’in misillemelerini sınırlama yollarının olabileceğini anlamayı yansıtıyor. Bunun Hizbullah’ın savaş yasalarına saygısından ya da savaşın ahlaki yönüne dair bir anlayışından kaynaklandığını düşünmüyorum; bunun, Hamas’ın sahip olmadığı bir politik kapsamlı değerlendirme seviyesini gösteren soğuk bir siyasi hesaplamayla ilgisi olduğunu düşünüyorum. Bazı genç insanlar “Direnişi nasıl eleştirirsiniz?” diyecekler. Peki, uluslararası hukuku kabul etmek istemiyorsanız, ahlakı kabul etmek istemiyorsanız, bari siyaseti kabul edin. Akıllıca olan nedir? Aptalca olan ne? Hizbullah’ı övmeye çalışmıyorum. Sadece olanları tarif ediyorum.
O’Connell: Sanırım, daha sonra Filistin’de uygulanan sömürgeci uygulamaların ilk defa uygulandığı tarihi bir laboratuvar olarak İrlanda hakkında bir kitap yazmayı planlıyorsunuz. Ben İrlandalıyım. İrlandalı bir kişi olarak, ülkemin Avrupa’da ve daha genel olarak Batı’da, halkının Filistin’e verdiği geniş destek açısından sıra dışı olduğunun farkındayım; bu tutum, İrlanda hükümeti tarafından olabildiğince yumuşatılarak yansıtılıyor. Bu sıradışılığın bir nedeni, Filistin’in yaşadıklarını biliyor olmamız olabilir çünkü biz de bunu yaşadık. Ancak bu bilme durumunun abartıldığını da sık sık düşünüyorum; nihayetinde Margaret Thatcher IRA’yı (İrlanda Cumhuriyet Ordusu) ezmek için Batı Belfast’ı halı bombardımanına tabi tutmadı…
Halidi: Özür dilerim ama, bu Margaret Thatcher ile başlamadı. İrlanda’daki herkesin Henry II ve Strongbow’a kadar giden 850 yıllık tarihten bahsettiği çok açık. Sadece Kuzey İrlanda sorununu düşünmüyorlar.
O’Connell: Hayır, tabii ki. Bu tarihe dayanarak, biz İrlandalıların Filistin mücadelesine içgüdüsel olarak sempati duyması mantıklı. Ancak bana garip gelen şey, Filistinlilere yapılanların yanlış olduğunu anlamak için İrlandalı, Cezayirli, Kenyalı ya da başka bir sömürgeleştirilmiş halktan olmanız gerektiği fikri.
Halidi: Ne diyebilirim ki! Bence İrlanda’nın durumu gerçekten özel çünkü İrlanda, ilk denizaşırı Avrupa kolonisidir ve hiçbir ülkenin İrlanda’nınki kadar uzun bir sömürge deneyimi olmadı. Bu kısmen İrlandalıların sempatilerini açıklıyor.
Ancak, sizinle aynı fikirdeyim. Almanların “Güneybatı Afrika’da Herero ve Nama’ya karşı soykırım yaptık, Osmanlı müttefiklerimiz Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermenilere karşı baskı yaparken seyirci kaldık, Holokost’ta Yahudilere karşı soykırım yaptık, bu yüzden Almanya soykırım konusunda olağanüstü bir sorumluluk taşıyor ve bu asla bir daha olmamalı, Filistin’de soykırım yaşanıyor” diyememesi canavarca. Ülkenin farklı şekillerde dahil olduğu farklı soykırımlar arasındaki bağlantı kurmama durumu sadece Almanya için geçerli değil. Bu bağlantı asla kurulmuyor. Bu bağlantı kurmama hali korkarım ki eski kolonyal bütün güçler için geçerli.
O’Connell: Geçtiğimiz yıl boyunca tekrar tekrar fark ettiğim bir şey, ne zaman Avrupa ve Amerika medyasında Orta Doğu’dan bahsedilse, edebi açıdan söylemek gerekirse, İsrail’in olayların en önemli baş kahramanı olduğu anlayışıyla konuşuluyor.
Halidi: Ben bunu biraz farklı ifade ediyorum. The New York Times gibi fikir organlarına itirazım, her şeyi İsrail perspektifinden görmeleri. “Bu durum İsrail’i nasıl etkiler, İsrailliler bunu nasıl görüyor?” İsrail, onların dünya görüşlerinin merkezinde ve bu Batı’daki seçkinlerin genelinde geçerli bir durum. İsrailliler, tilki kurnazlığıyla Gazze’den doğrudan haber yapılmasını engelleyerek, bu İsrail merkezli bakış açısını daha da pekiştirdi.
Gazze hakkında haber yapmanın avantajlı noktası İsrail’dir, dolayısıyla Batılı gazeteciler İsrail’den, İsrailliler tarafından teker teker avlanan Gazze’deki gariban muhabirlerine haber için çağrıda bulunuyorlar. Bu insanlar, Batılı gazeteciler için çalıştıkları için hedef alınıyor. Ve “İsrail, Gazze’den haber yapmamıza izin vermiyor” demeyi reddeden, İsrail’in gazetecileri kasten öldürdüğünü belirtmeyen her Batılı yayın organın payına sonsuz bir utanç düşmelidir.
O’Connell: Bu savaşın ilk haftalarında medyada üniversite politikalarına odaklanma konusunda bir ısrar vardı. Elbette bu kampüs protestoları çok önemliydi, ancak bunlara ve etraflarındaki kültürel savaş hatlarına yapılan vurgu, Filistin’deki gerçek şiddetten dikkatleri uzaklaştıran bir işlev gördü.
Halidi: Kesinlikle katılıyorum. Bu protestolar, hikayenin kendisi haline geldi ve öğrencilerin, savaşı protesto edenlerin amacı olan Gazze’deki vahşetlere dikkati çekme çabalarını tamamen boşa çıkardı. Bu durum, şirket-medyası seçkinlerinin, görmek istemediklerini başka bir yöne kaydırmadaki başarısını bir kez daha tescilliyor. Antisemitizm suçlamaları —ki bu, tartışacak bir argümanı olmayan insanların tercih ettiği bir silah— tam olarak bunun bir parçasıydı. Eğer yaptıklarınızı haklı çıkaracak bir argümanınız yoksa, diğer insanların argümanlarını “antisemit” diyerek engellersiniz. Bu kurnazca bir strateji.
O’Connell: Umarız bu strateji, aşırı kullanımdan dolayı zamanla etkisiz hale gelir.
Halidi: Daha da kötüleşiyor. Üniversite güvenlik birimlerinin, yerel polis teşkilatlarının, FBI ve Adalet Bakanlığı’nın katılımıyla gittikçe kötüleşiyor. İsrail istihbaratı ile Amerikan istihbaratı arasındaki ve İsrail güvenlik hizmetleri ile Amerikan polis departmanları arasındaki iç içe geçme durumu ve tüm üniversitelerin koordine olma, işbirliği yapma ve danışma şekli, üniversiteden üniversiteye, kolejden koleje çok basit bir durumla karşı karşıya olduğunuz anlamına geliyor: kampüsteki faaliyetlerin kapsamlı bir şekilde bastırılması.
Columbia’da düşük güvenlikli bir hapishane olarak düşüneceğinizi tahmin ettiğim bir durumumuz var; kampüse giriş çıkışların elektronik kontrol noktalarından yaptırılması, akademik ve diğer personele yapılan eziyetler, öğrencilere yapılan eziyetler, etkinliklerin durdurulması gibi çok daha uzatılabilecek uygunsuzluklar; bağışçılardan, mütevelli heyetlerinden, mezunlardan ve ebeveynlerden gelen yoğun baskı ve koordinasyonun bir sonucu olarak tüm Amerikan kampüslerinde oluyor.
O’Connell: Yani üniversitelerin endişesi, tarihin yanlış tarafında olmak ya da gerçek bir antisemitizme ortak olmak değil. Asıl mesele, bağışları ve diğer gelir kaynaklarını nasıl etkileyebileceği mi?
Halidi: Kesinlikle. Bu tamamen parayla ve hukuki sorumluluk korkusuyla ilgili. Amerikan ayrımcılık karşıtı yasalarının, muhalefeti bastırmak için silah haline getirilme şekli korkutucu. Bu Amerikan tarihinde ilk defa olmuyor. Bunu McCarthy döneminde de gördük. Amerikan tarihinin farklı dönemlerinde benzerleri oldu. Ama bu durum oldukça korkutucu.
O’Connell: İfade özgürlüğüne yönelik baskılardaki artış ve üniversitelerin giderek büyük şirketlere benzemesi: Sizce bu durumlar üniversitenin toplumdaki rolünün azalmasına neden oluyor mu?
Halidi: Amerikan üniversitelerinin maskesi düştü. Artık öğretim üyelerinin görüşlerinin ya da öğrencilerin refahının ilk öncelik olduğu kurumlar olmadıkları çok açık. Büyük özel üniversitelerin öncelikle finansal kurumlar olduğu, büyük hedge fonları ve büyük gayrimenkul portföyleri olduğu ve öğrencilerden para kazanmayı da ikinci bir amaç olarak gördükleri net bir şekilde belli. Öğrenci refahı şeklinde bir retorik var, bu retorik azınlık bir grup öğrenci lehine, çoğunluğun aleyhine kullanılıyor. Dolayısıyla bu retorik tamamen sahte. Kurumlar olarak, öğretim üyelerinin seslerine kesinlikle saygı duymuyorlar ve dikkate almıyorlar.
Geçtiğimiz Mayıs ayında Columbia’da Fen ve Edebiyat Fakültesi, protestocu öğrencilere yönelik muamelesi dolayısıyla başkan Barones Nemat Shafik’e güvensizlik oyu verdi. Oylama ikiye bir oranla geçti. Bunun bir şey ifade edeceğini düşünebilirsiniz. Ama bu oylama hiç olmamış davranıldı. Öğrenciler üniversiteye pahalı bir şekilde uyarlanmış başkan yardımcılarını ve dekanları görmek için gelmiyorlar. Öğretim üyelerinden bir şeyler öğrenmeye geliyorlar. Öğrencilerin görüşlerinin bir anlam ifade edeceğini düşünebilirsiniz. Ama hayır. “Biz bir hedge fonuz. Biz bir emlak imparatorluğuyuz. Ve öncelikli olarak diğer hedge fon sahipleriyle ilgileniyoruz; çünkü onların, hukuki açıdan bakıldığında, bizim asıl sahiplerimiz olduğunu düşünüyoruz.”
O’Connell: Bu durum, akademiden emekli olduğunuz için artık sizin sorununuz değilmiş gibi görünebilir. Ama tabii ki bu, herkesin sorunu.
Halidi: Bu, Amerikan toplumunun bir sorunu. Ve çok üzücü bir durum. Demek istediğim, bu durum siyasetimizin tamamen paranın egemenliği altında olmasından kaynaklanıyor. Bu, The Washington Post’un sahibi Jeff Bezos’un veya Los Angeles Times’ın sahibi Patrick Soon-Shiong’un, son dönemde, bir başkan adayını onaylamama kararlarında olduğu gibi, bir gazetenin gidişatını tamamen değiştirebileceği gerçeğiyle bire bir örtüşüyor.
Bunlar çok açık örnekler, ancak bu tür şeyler sürekli oluyor; şirket-medyası dünyasının her yerinde bu durum var. Bu durum, alternatif medya ve sosyal medyanın insanların dikkatini çekme konusunda neden daha çok pay almaya başladığını da açıklayan bir durum. Çünkü bu şirket medyası dünyasının tümünün yozlaşması o kadar kötü koku yayıyor ki, er ya da geç insanların onlarla ilgilenmeyi bırakmalarına neden olacak. Şirketler medyasının ölümü — ki bunu büyük bir umutla bekliyorum — bence hızlanmıştır. Sadece paranın her şeyi yönlendirdiği ortaya çıktı.
O’Connell: Sizce Trump’ın ikinci dönemi, Amerikan akademik hayatını nasıl etkileyecek?
Halidi: Kampüslerdeki durum korkunç, bir yıldan uzun süredir kötüleşiyor ve kötüleşmeye devam edecek. Politikacıların, medyanın ve bağışçıların ifade özgürlüğüne, akademik özgürlüğe ve üniversitelerin bağımsızlığına yönelik saldırıları çok şiddetli. Temel bir fark olmayacak, sadece bu aktörler baskılarında daha açık ve daha az iki yüzlü olacaklar. Virginia Foxx, Elise Stefanik ve onların benzerleri, bağışçıların ve medyanın evrensel onayıyla üniversiteleri kendi melodileriyle dans ederek yöneten korkaklara zaten sahipti.
Temel bir değişiklik beklemiyorum, sadece mevcut kötü eğilimlerin derinleşmesini ve genişlemesini bekliyorum. Daha fazla akademisyen ve personel işten çıkarılacak, bu da diğerlerini vicdanlarına uygun hareket etmekten caydıracak; daha fazla öğrenci disiplin cezası alacak ve yargılanacak, daha fazla program ve bölüm kapatılacak, daha fazla baskı ajanı üniversitelerde görev yapmak ve hatta “öğretmek” için işe alınacak. Hafif bir kıyamet senaryosu, tam bir kıyamete dönüşecek.
O’Connell: Filistinliler için durumun Biden Beyaz Saray’dayken olduğundan daha kötü olmasını hayal etmek zor olsa da, Trump’ın iktidarında Filistinlilerin durumunda bir kötüleşme öngörüyor musunuz?
Halidi: Trump’ın dış politikada ne yapacağını söylemek imkansız. Trump’ın çevresinde şahin neo-con’lar ile izolasyoncular arasında bir mücadele olduğu görülüyor. Bunun Filistin’i nasıl etkileyeceği belirsiz. Zaten felaket olan durumlar daha da kötüleşebilir ya da belki tersi olur. Biden-Harris’in son on üç aydır yaptıklarından daha kötü ne yapabileceğini düşünmek zor, ancak 1970’ler ve 1980’lerde Lübnan’daki savaş sırasında öğrendiklerimize bakarsak, işler her zaman daha da kötüye gidebilir.
Trump’ın İran’la bir savaş istediğini ya da Gazze ve Lübnan’daki savaşın göreve geldiğinde hala devam etmesini istediğini sanmıyorum. Ancak bu, Netanyahu hükümetinin rotasını değiştirmesine neden olmayabilir. Kuyruk, uzun süredir köpeği çok sert bir şekilde sallıyor ve Amerikan politikacılarının İsrailli muhataplarının her söylediği açık yalana (“insani kalkanlar,” “sivil kayıpları önlemek için her önlem alındı,” “etnik temizlik yok,” “soykırım yok,” “Gazze’yi yeniden yerleştirme niyeti yok” vb.) inanma ya da inanmış gibi yapma kapasitesi sınırsız görünüyor. Bu durumun, Trump yönetiminde bir parça değişebileceğinden kuşku duyuyorum.
O’Connell: Genelde bu tür konuşmalar, muhataplardan biraz umut ışığı istenerek sona erer. Ama mevcut gerçeklikler göz önüne alındığında, sizi bu eziyete maruz bırakmayacağım.
Halidi: Eğer bunu yapsaydınız, Batı’da İsrail ve Filistin konusunda gördüğümüz kamuoyu tutum değişikliklerinin bir değişimin müjdecisi olduğunu söylerdim. Bu hızlı olmayacak. Vietnam’dan, Irak’tan, Güney Afrika’daki apartheid karşıtı değişimden daha zor olacak. Seçkinler, hiçbir şeyi değiştirmemek için canlarını dişlerine takarak mücadele edecekler. Ama her şeye rağmen devam eden bu değişimin, geleceğe dair biraz umut sunduğunu düşünüyorum. Eğer İsrail projesinin Batı ile ne kadar iç içe ve ayrılmaz bir şekilde bağlantılı olduğunu anlarsanız, Batı’daki kamuoyunda bir değişimin er ya da geç İsrail üzerinde bir etkisi olacağını görebilirsiniz.
İsrail, çok az istisna dışında her Batı ülkesinde sahip olduğu kapsamlı destekten her zaman yararlandı. Kamuoyunu hiç kaybetmemişti. Ama şimdi artık kamuoyunu kaybetti. Bu durum değişebilir ve bu dönüşüm kaçınılmaz değildir, ancak bu eğilim devam ederse, İsrail taraftarı seçkinler ne kadar şiddetle direnirlerse dirensin, işler daha iyiye gitmek zorunda kalacak. İsrail, Batı’nın tam desteği olmadan devam edemez. Bu mümkün değil. Proje çalışmaz. İçinde bulunduğumuz dünya, bir yüzyıldan uzun bir süre içinde kaldığımız dünyadan farklı. Ve bu, bir miktar iyimserlik kaynağı olabilir.