“Suudi Arabistan’a gidiyorum. Suudi Arabistan ile bir anlaşma yaptım. Normalde önce Birleşik Krallık’a giderdim. Suudi Arabistan’a en son gittiğimde 450 milyar dolar ortaya koydular. Dedim ki, bu sefer daha da zenginleştiniz, hepimiz yaşlandık, o yüzden eğer Amerikan şirketlerine 1 trilyon dolar öderseniz – yani dört yıl içinde toplam 1 trilyon dolarlık alım yaparsanız – gelirim. Ve bunu kabul ettiler. Yani oraya gideceğim. Onlarla harika bir ilişkim var, bana çok iyi davrandılar ama Amerikan şirketlerinden askeri teçhizat ve daha birçok şey satın almak için çok para harcayacaklar.”
– Başkan Donald Trump, 7 Mart 2025
ABD-Suudi ilişkilerinin küresel ekonomideki gerçek önemi nedir? Bu ilişki, ekonominin dönmesini sağlayan iki temel unsur üzerine kurulu: para ve petrol.
ABD ve Suudi Arabistan arasındaki “petrodolar” düzenlemesi, yaklaşık elli yıldır Amerikan ekonomik ve askeri gücünün temel dayanaklarından biri olmuştur. Özünde, Suudi Arabistan’ın (ve daha sonra genel olarak OPEC’in) petrol ihracatı 1974’ten bu yana ABD doları üzerinden fiyatlandırılmış ve bu da dolara ve ABD Hazine tahvillerine sürekli bir küresel talep yaratmıştır. Bu parasal sistem, ABD emperyalizmi ve jeopolitik manevralardan çevresel tahribata ve aşırı servet birikimine kadar geniş kapsamlı sonuçlar doğuran gizli bir omurga işlevi görmektedir. Günümüzde, küresel petrol işlemlerinin yaklaşık %80’i hâlâ ABD doları ile yapılmakta olup, bu durum petrodolar sisteminin kalıcı etkisini açıkça ortaya koymaktadır.
Aşağıda, petrodoların tarihsel kökenlerini inceliyor, bu para sisteminin nasıl finans, jeopolitik ve ekolojik kriz arasındaki temel bağlantı noktası haline geldiğini açıklıyor ve döngüyü kırabilecek Modern Para Teorisi (MMT) gibi alternatif çözümleri tartışıyoruz.
Arka plan
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, 1944 yılında kurulan Bretton Woods sistemi, ABD dolarını altına sabitlenmiş küresel rezerv para birimi haline getirerek ABD’nin ekonomik üstünlüğünü pekiştirdi. Ancak 1971’e gelindiğinde, ABD artan ticaret açıkları ve azalan altın rezervleriyle karşı karşıya kaldı. Ülkeler ellerindeki ABD dolarlarını altınla değiştirmeye çalışırken, ABD Başkanı Nixon, doların altına çevrilebilirliğini sona erdirdi. Bu hamle, doların küresel üstünlüğünü tehdit ediyordu.
Çözüm petrol üzerinden geldi: 1974’te, petrol krizinden bir yıl sonra, Washington ve Riyad, Suudi petrolünün yalnızca dolar üzerinden fiyatlandırılmasını sağlayan kritik bir anlaşma yaptı (2016 yılına kadar gizli tutuldu). Bunun karşılığında ABD, Suudi Arabistan’a askeri koruma ve kârlı silah satışları sağlarken, Suudi liderler de petrol gelirlerini ABD Hazine tahvillerine ve Amerikan yatırımlarına yönlendirecekti. Bu ABD-Suudi düzenlemesi, petrodolar sisteminin temelini atarak dünyanın en çok ticareti yapılan emtiasını (petrol) Amerikan para birimine sıkı sıkıya bağladı.
Zamanlama son derece kritikti. 1973 petrol ambargosu, petrol fiyatlarını varil başına yaklaşık 3 dolardan 12 dolara çıkararak küresel bir enerji krizine yol açtı. ABD, bu “petrol silahını” kontrol altına almak için petrol ihracatını dolara bağladı ve böylece petrodolarları Amerikan mali gücünün temel taşlarından biri haline getirdi.
1970’lerin sonlarına gelindiğinde, OPEC üyesi üreticilerin çoğu petrolü ABD doları karşılığında satmaya başladı ve fazla petrodolarlar Batı bankalarına ve ABD borçlarına yönlendirildi. Petrol gelirlerinin Amerikan piyasalarına geri dönmesi, ABD bütçe açıklarını finanse etti ve Soğuk Savaş harcamalarına kaynak sağladı. Petrol ihraç eden ülkeler, güvenlik garantileri ve Amerikan mal ile teknolojilerine erişim karşılığında doları kabul etti ve genellikle bu gelirlerini ABD’ye yatırdı.
Bu düzenlemenin uzun vadeli etkileri derindi: ABD doları, küresel petrol ticaretinin varsayılan para birimi haline geldi, rezerv para statüsünü güçlendirdi ve ABD’nin ekonomik ve askeri üstünlüğünü adeta “kendiliğinden” sürdürebilmesini sağladı. Bu petrodolar düzeni günümüze kadar büyük ölçüde değişmeden kaldı ve ABD’nin dünya ekonomisindeki hâkimiyetini pekiştirdi.
- Kök Neden Olarak Para Sistemi
Petrodolar sistemi, ABD dolarının küresel parasal hegemonyasını pekiştirerek, ABD’nin diğer ülkelerin karşılaştığı tipik kısıtlamalar olmadan orantısız bir etki göstermesine olanak tanıdı. Dünyanın dört bir yanındaki ülkeler petrol satın almak için dolara ihtiyaç duyduğundan, büyük miktarda dolar rezervi tutuyor ve ABD varlıklarına (örneğin Hazine tahvillerine) yatırım yapıyorlar. Bu durum, ABD’nin bütçe açıklarını finanse ederken Amerikan faiz oranlarını da olması gerekenden daha düşük seviyelerde tutmasını sağlıyor.
Pratikte bu, ABD’nin para basımını – ya da daha doğru bir ifadeyle, para arzını genişletmeyi – hükümet harcamalarını (askeri harcamalar, altyapı projeleri vb.) finanse etmek için kullanabileceği anlamına geliyor. Üstelik bu sürecin hiperenflasyona yol açmaması, fazladan basılan dolarların küresel ticaret ve rezerv ihtiyaçlarını karşılamak üzere yurtdışında emilmesi sayesinde mümkün oluyor. Genellikle “aşırı ayrıcalık” olarak adlandırılan bu benzersiz avantaj, sonraki birçok jeopolitik ve ekonomik dinamiğin temelini oluşturuyor.
Daha geniş bir perspektiften bakıldığında, modern para yaratma süreci başlı başına önemli bir yapısal faktördür. Gelişmiş ekonomilerin çoğunda para, ağırlıklı olarak özel bankalar tarafından verilen krediler yoluyla yaratılmaktadır; hükümetlerin doğrudan para basması bu sürecin çok küçük bir kısmını oluşturur. Dolaşımdaki paranın yaklaşık %97’si ticari bankalar tarafından kredi verildiğinde yaratılırken, yalnızca %3’ü merkez bankalarından gelen fiziksel nakittir.
Borç temelli para sistemi, yapısal olarak sürekli büyüme zorunluluğu getirir. Bankalar, verdikleri kredilerin faizle geri ödenmesi şartıyla para yaratır; bu da toplam borcun her zaman mevcut para arzından daha fazla olması anlamına gelir. Borçluların geçmişte aldıkları kredilerin faizini ödeyebilmeleri için sürekli olarak yeni krediler yaratılmalıdır. Eğer bu genişleme durursa, sonuç ekonomik daralma olur – kredi temerrütleri, iflaslar ve durgunluk ortaya çıkar. Faize dayalı bu sistem, “ekonominin sorunsuz işlemesini sağlamak için sürekli artan miktarda krediye ihtiyaç duyulduğunu” ve aksi takdirde zincirleme bir çöküşün kaçınılmaz olduğunu göstermektedir.
Jem Bendell, Breaking Together kitabında bu olguyu “Parasal Büyüme Zorunluluğu” olarak adlandırıyor. Ona göre ekonomi, “toplum istese de istemese de” yalnızca borç yükümlülüklerini yerine getirebilmek için büyümek zorundadır. Başka bir deyişle, parasal sistemin sürdürülebilmesi için yapısal olarak sürekli GSYİH büyümesi gerekmektedir.
Bu dinamik, spekülasyonun çoğu zaman üretimin önüne geçtiği finansallaşmış bir ekonomi yarattı. Kolay krediye erişim ve küresel piyasalarda dolaşan bol miktarda petrodolar nedeniyle sermaye, uzun vadeli üretken yatırımlar yerine finansal araçlar yoluyla hızlı getiri peşinde koşma eğilimindedir. Özel bankalar, güvenli kâr arayışıyla üretime veya yerel işletmelere kredi vermek yerine, ağırlıklı olarak gayrimenkul ve hisse senedi gibi varlıklar için para yaratmaktadır. Bu durum, mega zenginlere fayda sağlayan devasa varlık balonlarının oluşmasına yol açarken, üretken sektörler görece yetersiz finanse edilmektedir.
Bu para sisteminin teşvikleri, Wall Street’i Main Street’e tercih eden bir yapı oluşturmaktadır; yani borç, en tepedekilerin servetini artırmak için bir kaldıraç olarak kullanılmaktadır. Ayrıca, sürekli büyümeyi sağlama zorunluluğu, hükümetleri her şeyden önce ekonomik büyümeyi teşvik eden politikaları benimsemeye zorlamaktadır. Genellikle artan GSYİH ile ölçülen bu büyüme, bazen sosyal veya çevresel hususlar pahasına gerçekleşmektedir.
Sonuç olarak, petrodolar tarafından desteklenen borç temelli para sistemi kendi kendini sürdüren döngüler yaratmaktadır: ABD, küresel hâkimiyetini sürdürmek için dünyayı dolarla doldurabilir ve dünya genelinde dolar kârı arayışı, spekülatif finansı ve her ne pahasına olursa olsun büyüme zihniyetini beslemektedir. Bu da askeri müdahalecilikten ekolojik aşırılığa kadar pek çok olumsuz etkinin temelini oluşturmaktadır.
- Emperyalizm ve Jeopolitik
Petrodolara dayalı uluslararası para sistemi üzerindeki kontrol, doğrudan ABD’nin emperyal nüfuzunu ve askeri-sanayi kompleksinin genişlemesini mümkün kılmıştır. Yabancı hükümetler dolar rezervi tutmak zorunda olduğundan, ABD Hazine tahvilleri satın alarak ABD’nin bütçe açıklarını – Pentagon’un bütçesi de dahil olmak üzere – dolaylı olarak finanse etmektedir. Petrodolarların geri dönüşümü, Amerika’nın “silah ve tereyağı” politikalarını (hem savaşları hem de iç sosyal programları aynı anda finanse etme stratejisini) iflas etmeden yürütmesine olanak sağlamıştır.
Petrodolar akışları, özellikle Orta Doğu’da, doğrudan ABD’nin silah ihracatını ve askeri yardımlarını finanse etmiştir. Örneğin, Suudi Arabistan gibi petrodolar zengini Körfez ülkeleri, yıllar boyunca Amerikan silahlarına yüz milyarlarca dolar harcamış ve petrol gelirlerini ABD savunma müteahhitlerine aktarmıştır. Bu karşılıklı bağımlılık, ABD’yi bölgesel güvenliğin ana garantörü haline getirmiş; Washington, dolar sistemine bağlılıkları karşılığında dost petrol monarşilerini korumuştur.
ABD, bu düzeni tehdit eden unsurları bastırmak için hem parasal hem de askeri gücünü kullanmıştır. Soğuk Savaş döneminde, Orta Doğu’daki pan-Arabist ve sosyalist eğilimli hareketler – Arap devletlerini birleştirmeyi veya bağımsız ekonomik politikalar izlemeyi amaçlayan girişimler – ABD’nin “hayati ekonomik çıkarlarına” (yani petrolü kendi şartlarına uygun şekilde temin etme hakkına) bir tehdit olarak görülmüştür. 1957’de ilan edilen Eisenhower Doktrini, özellikle Mısır lideri Cemal Abdünnasır ve diğer Arap milliyetçilerini hedef alarak Arap birliğini parçalamayı ve Batı yanlısı rejimleri iktidarda tutmayı amaçlamıştır. Bu strateji, Arap dünyasında bölünmelere yol açarak “şiddetli bir Arap Soğuk Savaşı’nı tetiklemiş” ve petrol üreten ülkelerin bağımsız bir yol çizme çabalarını baltalamıştır.
Daha sonraki yıllarda, bireysel liderler petrodolar sistemini aşmaya çalıştıklarında genellikle ağır misillemelerle karşılaştılar. Örneğin, Irak’ın Saddam Hüseyin’i 2000 yılında petrolü dolar yerine euro ile satmaya başladı, Libya lideri Muammer Kaddafi ise altına dayalı bir Afrika para birimi önerdi. Bu adımlar, her iki liderin de ABD öncülüğündeki askeri müdahalelerle devrilmesine yol açan süreçlerin hemen öncesinde gerçekleşti. Hillary Clinton’ın Kaddafi’nin öldürülmesine dair ünlü “Geldik, gördük, öldü” sözleri, ABD’nin bu tür meydan okumalara nasıl yanıt verdiğinin açık bir göstergesiydi. Bu çatışmalarda birçok faktör rol oynamış olsa da verilen mesaj netti: ABD, petrol piyasalarında doların egemenliğine yönelik tehditlere müsamaha göstermeyecekti.
ABD’nin bölgedeki ittifakları da petrodolar jeopolitiğini yansıtmaktadır. İsrail’in Orta Doğu’daki kilit Amerikan müttefiki (ve askeri dayanak noktası) rolü büyük ölçüde ABD doları ile finanse edilmiştir. ABD, 1959’dan bu yana İsrail’e toplam 250 milyar doların üzerinde destek sağlamış, Gazze’deki soykırımın başlangıcından bu yana ise eşi benzeri görülmemiş düzeyde, 20 milyar doları aşan askeri yardım göndermiştir. Bu destek, petrodolar sisteminin sağladığı mali özgürlük sayesinde mümkün olmuş ve İsrail’in askeri üstünlüğünü korumasını ve ABD’nin bölgedeki siyasi etkisini sürdürmesini sağlamıştır.
Buna karşılık, ABD hegemonyasına direnen petrol zengini ülkeler – İran ve Venezuela gibi – küresel finans sisteminde doların merkezi konumunu kullanarak uygulanan yaptırımlarla izole edilmiştir. Son yıllarda, ABD çok uzaklardaki çatışmalara olağanüstü miktarlarda kaynak ayırabilmiştir. Örneğin, Kongre, 2022’den bu yana Ukrayna’ya 175 milyar dolardan fazla yardım yapılmasını onaylamıştır ve bunun ülke içindeki ekonomik etkisi nispeten sınırlı olmuştur. Çoğu ülke için düşünülemez olan bu harcama düzeyi, doların rezerv para statüsü ve ABD Merkez Bankası’nın (Federal Reserve) dünya tarafından emilecek şekilde para yaratabilme kapasitesi sayesinde mümkün olmaktadır.
Özetle, petrodolar destekli parasal düzen, ABD’nin emperyal stratejisi için bir güç çarpanı görevi görmektedir. Küresel çapta yüzlerce denizaşırı askeri üs ve vekil savaşlarını finanse etmekte, Washington’a müttefiklerini ödüllendirmek ve düşmanlarını cezalandırmak için güçlü bir ekonomik silah (dolar bazlı işlemleri kontrol etme yetkisi) sunmaktadır. Sonuç olarak, ABD’nin askeri üstünlüğü ile para birimi üstünlüğü birbirini güçlendirmekte ve çoğu zaman daha küçük ülkelerin egemenliği pahasına şekillenen bir jeopolitik düzen ortaya çıkmaktadır.
Aslında, borca dayalı para sistemi, birçok gelişmekte olan ülkeyi sürekli borçlanma ve ihracata bağımlılık döngüsüne hapsetmiştir. Bu döngü, çoğu zaman uluslararası finans kuruluşları ve ticaret anlaşmaları aracılığıyla dayatılmaktadır. Mevcut sistemde, Küresel Güney’deki ülkeler, borçlarını ödemek ve ithalatlarını finanse etmek için gerekli dövizi kazanabilmek adına doğal kaynaklarını çıkarmaya ve ihraç etmeye zorlanmaktadır. Petrol, madenler ve nakit getirisi yüksek tarım ürünlerinin ihracatı, başka yerlerdeki refah seviyesini sübvanse ederken, bu süreç yerel ekosistemlere ciddi zararlar vermektedir.
Gerçekten de, mevcut borca dayalı para sistemi, ülkeleri “küresel ihracat savaşı” içinde rekabete zorlayan yapısal bir teşvik mekanizması yaratmaktadır. Borçsuz gelir elde etmek isteyen ülkeler, ihracat pazarlarında birbirleriyle yarışmak zorunda kalmaktadır. Bu servet transferi farklı mekanizmalarla gerçekleşmektedir; en önemlisi ise borç ve uluslararası ticaretteki fiyat farklılıkları yoluyla oluşan adaletsiz değişimdir. Hickel ve diğer araştırmacılar tarafından 2022’de yayımlanan bir makaleye göre, yalnızca 1990-2015 yılları arasında Küresel Güney’den toplamda 242 trilyon dolar değerinde bir servet çıkışı gerçekleşmiştir. Bu rakam, Küresel Kuzey’in gayrisafi yurtiçi hasılasının dörtte birine eşdeğerdir.
- Çevresel ve Ekonomik Sonuçlar
Borçla beslenen ve büyüme saplantısına dayalı petrodolar sistemi, çevresel yıkımı tetiklemiş ve fosil yakıtlara bağımlı küresel bir ekonomi yaratmıştır. Bu düzenleme, dolaylı olarak yüksek petrol tüketimini teşvik etmektedir: Petrol ihraç eden ülkeler dolar kazanıp büyümeye yatırım yaparken, petrol ithal eden ülkeler ise artan enerji ithalatını karşılayabilmek için büyümek zorundadır. Sonuç olarak, dünyanın enerji ve ekonomik yapıları değişmekte zorlanmaktadır. 2022 itibarıyla küresel birincil enerjinin yaklaşık %80’i hâlâ fosil yakıtlardan sağlanmaktadır ve bu, petrodolar çağının mirasıyla doğrudan bağlantılıdır.
Küresel GSYİH ile küresel enerji tüketimi, özellikle de fosil yakıt kullanımı arasında iyi belgelenmiş 1:1’lik bir bağlantı bulunmaktadır. Başka bir deyişle, ekonomik büyüme daha fazla petrol, gaz ve kömür yakılması anlamına gelmekte ve bu da karbon emisyonlarının artmasına neden olmaktadır. Mevcut sistemde, “küresel ekonominin yılda en az %3 oranında büyümesini sağlayamazsak krize girer,” bu da her 20 yılda bir ekonomik büyüklüğün iki katına çıkması anlamına gelir. Ancak bu üstel büyüme zorunluluğu, sınırlı bir gezegen gerçeğiyle çelişmektedir. Bu durum, doğal kaynakların sürekli artan bir şekilde çıkarılması ve aynı zamanda giderek büyüyen atık (sera gazları, kirlilik) üretimi anlamına gelmektedir. Verimlilik artışları tek başına toplam kaynak kullanımının artmasını engelleyememiştir, çünkü Jevon’un paradoksu ve büyüme odaklı ekonomik sistem nedeniyle kazanılan verimlilik, daha fazla tüketimle dengelenmektedir.
Parasal büyüme zorunluluğu, sürdürülebilirliğe geçiş çabalarını doğrudan baltalamaktadır. Bendell’in de belirttiği gibi, borca dayalı mevcut para sistemimiz “istikrarlı bir ekonomiye izin vermemektedir” ve kelimenin tam anlamıyla “parasal reform olmadan etkili bir iklim değişikliğiyle mücadeleyi imkânsız hale getirmektedir.” Hükümetler, kısa vadeli GSYİH’yi en üst düzeye çıkarmaya zorlanmakta (borç ödemelerini sürdürmek ve istihdamı korumak için) ve genellikle korumacılık yerine varlık fiyatlarını şişirerek elit birikimini, yıkıcı ekonomik genişlemeyi ve tüketimciliği teşvik etmektedir.
Petrodolar sistemi, fosil yakıtlara dayalı kalkınmayı teşvik ederek bu durumu daha da pekiştirmektedir. Daha hızlı büyüyen (yüksek enerji tüketimine sahip) ülkeler daha fazla dolar biriktirirken, fosil yakıt tüketimini azaltmaya çalışanlar mevcut ekonomik ölçütler altında durgunluk riskiyle karşı karşıya kalmaktadır. Öte yandan, petrol zengini ülkeler için, petrol gelirleri jeopolitik konumlarını güvence altına aldığı sürece hidrokarbonlardan uzaklaşmak için ciddi bir teşvik bulunmamaktadır.
Sonuç olarak, borç büyümeyi, büyüme fosil yakıtların yakılmasını ve fosil yakıtlar da iklim değişikliğini ve ekolojik zararı körüklemektedir. Bir yorumcunun da ifade ettiği gibi, “Amerikan imparatorluğu fosil yakıtlarla ayrılmaz bir şekilde bağlantılıdır ve iklim değişikliğini hafifletmek için sona ermelidir.” Başka bir deyişle, gerçek çevresel çözümler, fosil yakıt egemenliğini sürdüren politik-ekonomik sistemle doğrudan yüzleşmeyi gerektirmektedir.
Petrodolar sistemi, iklim değişikliğine yönelik küresel tepkinin yavaşlığını da açıklamaktadır. ABD’li politika yapıcılar (ve diğer büyük petrol aktörleri), yalnızca petrol endüstrisinin lobicilik faaliyetleri nedeniyle değil, aynı zamanda petrolden uzaklaşmanın dolar merkezli düzenin temelini tehdit etmesi sebebiyle karbonsuzlaştırmayı tam olarak benimsemekte genellikle isteksiz davranmışlardır. Petrolden daha az bağımlı bir dünya, ABD dolarına olan otomatik talebi aşındırarak ABD’nin finansal gücünü zayıflatabilir.
Nitekim analistler, yenilenebilir enerji ve elektrifikasyonun önümüzdeki on yıllarda petrol ticaretini önemli ölçüde azaltması halinde, bunun “nihayetinde petrodolar akışında bir azalmaya yol açabileceğini” ve doların küresel konumunu zayıflatabileceğini belirtmektedir. Dolayısıyla, iklim krizi ve petrodolar sistemi iç içe geçmiş sorunlardır. 20. yüzyılda GSYİH’yi (ve elitlerin servetini) artıran aynı borç-büyüme motoru, şimdi sürekli genişlemeyi ekonomik istikrarın koşulu haline getirerek gezegeni ekolojik çöküşe doğru itmektedir.
Bu döngünün kırılması yalnızca çevresel nedenlerle değil, aynı zamanda ekonomileri Jason Hickel’in gezegensel sınırlara meydan okuyan “sonsuz büyüme mantığı” dediği şeyden kurtarmak için de gereklidir.
- Alternatif Çözümler ve MMT
Bu derinlemesine bağlantılı sorunların ele alınması, para sisteminin yeniden düşünülmesini gerektirmektedir. Bir dizi ekonomist ve akademisyen, büyüme zorunluluğunu ortadan kaldırarak finansın birkaç elitin çıkarlarına değil, insanlara ve gezegene hizmet etmesini sağlayacak çözümler önermiştir. Bunlardan biri, özel sektör tarafından kontrol edilen ve borca dayalı para yaratımından, demokratik olarak yönetilen ve kamusal amaçlara yönlendirilebilen bir para sistemine geçiştir.
Ticari bankaların para yaratmasına (ve bunu spekülasyona veya emlak balonlarına yönlendirmesine) bağımlı olmak yerine, devlet yeni parayı doğrudan reel ekonomiye harcayarak yenilenebilir enerji, kamu altyapısı, sağlık ve eğitim gibi faydalı projeleri finanse edebilir. Egemen para sistemi olarak adlandırılan (bazen “yeşil niceliksel gevşeme” veya kamu bankacılığı olarak da bilinen) bu model, yalnızca mega zenginleri besleyen devasa varlık balonlarını şişirmek yerine, toplumsal ve çevresel hedefler için ihtiyaç duyulan yerlere likidite enjekte edecektir. Para arzı, sürekli artan borcun zorunluluğu olmadan, toplumsal ihtiyaçlara göre kontrollü bir şekilde büyüyebilir veya daralabilir.
Önemli olan, bu önerinin devletin sınırsız nakit basması anlamına gelmediğidir. Esas amaç, faizli banka kredilerinin yerine borçsuz kamu harcamalarını koyarak yeni paranın dolaşıma girmesinin ana yolu haline gelmesini sağlamaktır. Bu fikir, Batı finans sisteminin baskılarından bağımsız kalkınmayı savunan Samir Amin gibi düşünürlerin görüşlerine dayanmaktadır. Ülkeler parasal egemenliklerini geri kazanarak – ister kredi yaratımını kamulaştırarak ister dolar sistemine bölgesel alternatifler getirerek olsun – dolar cinsinden borç ve her ne pahasına olursa olsun büyüme politikalarının tuzağına düşmeden uzun vadeli refah ve sürdürülebilirliğe yatırım yapabilirler.
Modern Para Teorisi (MMT), özellikle ABD gibi gelişmiş ekonomiler ve kendi para birimine sahip ülkeler için alternatif bir çözüm perspektifi sunmaktadır. MMT ekonomistleri (örneğin Stephanie Kelton, Fadhel Kaboub) egemen bir hükümetin kendi itibari para biriminde bir hane halkı veya işletmenin yapabileceği gibi “parasının tükenemeyeceğini” savunmaktadır. Kelton’a göre, kendi para birimini ihraç eden bir ülke için borcun kontrolden çıkma riski yoktur, çünkü hükümet her zaman yükümlülüklerini yerine getirmek için yeni para yaratabilir. Gerçek sınırlamalar finansal değil, kaynak tabanlıdır – yani enflasyon yalnızca devlet harcamaları toplam talebi ekonominin üretim kapasitesinin (işgücü, malzeme, teknoloji) ötesine ittiğinde ortaya çıkacaktır.
Bu bakış açısı, yoksulluk, altyapı veya iklim değişikliği gibi sorunların üstesinden gelmenin önündeki engelin kıt finansman olmadığını; gerekli olanın siyasi irade ve gerçek kaynakların dikkatli yönetimi olduğunu öne sürmektedir. Örneğin, MMT çerçevesinde ABD veya para basma yetkisine sahip herhangi bir ülke, işsiz işgücü gibi atıl kaynaklar devreye sokulduğu sürece, önceden vergi toplamaya veya borçlanmaya ihtiyaç duymadan para yaratarak Yeşil Yeni Düzen gibi büyük ölçekli yatırımları finanse edebilir.
Bu tür harcamalar, kontrolden çıkmış enflasyona neden olmaktan ziyade, üretken çıktıyı ve sürdürülebilirliği artıracaktır. Olası enflasyonist baskılar ise vergilendirme veya diğer ekonomik araçlarla yönetilebilir. Daha da önemlisi, MMT, parasal olarak egemen hükümetlerin kendilerini finanse etmek için petrodolar geri dönüşümüne veya dış kredilere ihtiyaç duymadığını vurgular. Bu ülkelerin harcamaları, döviz rezervleriyle değil, kendi para birimleriyle satın alabilecekleri şeylerle sınırlıdır.
Bu da petrodolar gibi yapıların korunması için öne sürülen stratejik gerekçeleri zayıflatmaktadır. Eğer ABD, Suudi petrodolar geri dönüşümüne bağımlı olmadan yenilenebilir enerjiye ve sosyal programlara yatırım yapabiliyorsa, petrol merkezli dolar üstünlüğüne yönelik stratejik takıntısını azaltabilir.
Bu fikirleri savunan önde gelen isimler ortaya çıkmıştır. Örneğin, ekonomist Fadhel Kaboub, gelişmekte olan ülkelerin IMF kredilerine veya dolar rezervlerine bağımlı kalmak yerine, parasal egemenlik ve direnç kazanmak için MMT ilkelerini kullanabileceğini vurgulamaktadır. Bu doğrultuda, ithalata bağımlılığı azaltmak amacıyla yerli gıda ve enerji sistemlerinin inşa edilmesi ve borçların yerel para birimi cinsinden ifade edilmesi gibi stratejiler önermektedir. Böylece Küresel Güney ülkeleri, kemer sıkmaya zorlayan dolar cinsinden borç tuzağından kurtulabilir.
Benzer şekilde, Jason Hickel, “küçülme” ve küresel adalet perspektifinden bakarak, ekonomik başarının ölçüsü olarak GSYİH büyümesinin ötesine geçilmesi gerektiğini savunmaktadır. Özellikle Küresel Güney’de adil bir ekonomik dönüşümün kamu öncülüğünde yatırımlar ve teknoloji transferi yoluyla finanse edilmesi çağrısında bulunmaktadır.
Dr. Steve Keen ve David Graeber, binlerce yıldır insan toplumlarını sınırlayan ve yönlendiren bu geri ödenemez borç döngüsünden kurtulmak için modern borç jübileleri çağrısında bulunmuşlardır. Çalışmaları, gayri meşru borçların iptal edilmesini, elitlerin aşırı servetlerinin vergilendirilmesini veya kamulaştırılmasını ve kaynakların iklim değişikliğiyle mücadele, adaptasyon ve insan refahına yönlendirilmesini önermektedir. Bunların tümü, özel kâr odaklı olmayan, yeniden tasarlanmış bir para rejimi altında daha kolay uygulanabilir.
Çöküş çalışmalarıyla tanınan akademisyen Jem Bendell bile, parasal reformun iklim felaketini önleme umudunun merkezinde yer aldığını savunmaktadır. Ona göre, paranın nasıl yaratıldığını ve tahsis edildiğini değiştirmeden, toplumlar “etkili bir şekilde iklim değişikliğiyle mücadele edemeyecek” ve yaklaşan ekonomik ve ekolojik aksaklıklara uyum sağlayamayacaktır.
Özetle, bu alternatif yaklaşımlar (egemen para, MMT, küçülme) ortak bir noktada birleşmektedir: ekonomiyi petrodoların ve borç odaklı büyümenin baskısından kurtarmak, insanlığın ekolojik istikrarı ve adil kalkınmayı öncelemesini mümkün kılacaktır. Paranın kamusal bir ortak değer olarak yeniden sahiplenilmesi sayesinde, mevcut sistemin ürettiği emperyal savaş, çevresel sömürü ve elit zenginleşmesi döngüsü kırılabilir.
Sonuç
1970’lerde yapılan ABD-Suudi petrodolar anlaşması, küresel siyaseti, ekonomiyi ve çevreyi geniş kapsamlı şekillerde etkileyen, kendi kendini besleyen bir döngü yarattı. Bu anlaşma, dünya parasal düzenini fosil yakıtlara ve ABD’nin askeri gücüne bağlayarak Amerikan elitlerinin küresel ticaret için “likiditeyi koruma” kisvesi altında servet ve güç biriktirmesine olanak sağladı. Sonuçları – emperyal müdahaleler, yerleşik petro-devletler, finansal krizler ve iklim değişikliği – birbirinden bağımsız sorunlar değil, tek bir sistemin farklı yönleridir.
Parasal temel nedeni anlamak, neden sonu gelmeyen savaşlar veya karbon emisyonlarını azaltmaya yönelik çabaların sıklıkla başarısız olduğunu açıklığa kavuşturur: mevcut sistem, barışı veya gezegensel sınırlara saygıyı öncelemek için değil, kendini genişletmek için tasarlanmıştır. Ancak görüldüğü gibi, bu sistem değişmez değildir. Tarih şu anda petrodolar hakimiyetinin sessizce sorgulandığı bir dönüm noktasındadır. Çin, Rusya ve diğer ülkeler, petrol ticaretini farklı para birimleriyle yapmayı denemekte ve ABD’nin rakiplerine uyguladığı mali yaptırımlar, dolardan arındırma (de-dolarizasyon) tartışmalarını alevlendirmektedir. Aynı zamanda, iklim değişikliğiyle mücadele zorunluluğu dünyayı yenilenebilir enerjiye yönlendirmekte ve bu da uzun vadede petrol-dolar bağını zayıflatacaktır. Bu eğilimler, önümüzdeki yıllarda petrodolar sisteminin etkisinin azalabileceğini göstermektedir.
Ancak, petrol ticaretinde ABD dolarının yerine başka bir para biriminin kullanılması, sorunun temelini ortadan kaldırmaz; yalnızca güç merkezini değiştirebilir. Daha önce adı geçen düşünürlerin savunduğu asıl köklü değişim, paranın nasıl çalıştığını ve neye hizmet ettiğini yeniden tasarlamaktır. Petrodolar sonrası dönemde işbirlikçi bir para politikası, borçsuz kamu yatırımları ve gerçekten sürdürülebilir bir ekonomi inşa edilerek, birbirine bağlı bu krizlerin kaynağında ele alınması mümkün hale gelebilir. Bu da petrol, dolar ve silahlardan oluşan geri besleme döngüsünün kırılması ve bunun yerine parasal araçların küresel adalet ve ekolojik dengeyi teşvik etmek için kullanılması anlamına gelir.
Sonuç olarak, petrodolar anlaşması yalnızca sıra dışı bir tarihsel anlaşma değildi; ABD hegemonyasının, elitlerin zenginleşmesinin ve fosil yakıt temelli büyümenin temel taşıydı. Bu sistem, küresel ekonomiyi gezegenimizin sürdürülebilir şekilde destekleyebileceğinin çok ötesine iten “büyük hızlanma” sürecini körükledi. Emperyalizmin ve çevresel çöküşün temelinde parasal sistemin yattığını kabul etmek, barışa, paylaşılan refaha ve yaşanabilir bir gezegene öncelik veren yeni sistemler hayal etmenin ilk adımıdır.
Karşılaşılan zorluklar büyük, ancak para yaratımı ve kaynak tahsisi kamu yararı için yeniden ele alınabilirse, olasılıklar da bir o kadar geniştir. Petrodolar sisteminin çöküşü bir kriz olmak zorunda değildir; küresel ekonomi ve dünyanın geleceği için farklı bir rota çizmek adına bir fırsat olabilir.
* Daragh Cogley, Barselona merkezli bir sürdürülebilirlik ve ekonomi profesörüdür. Moda, küçülme ekonomisi ve yenileyici iş modelleri üzerine çalışan bir sürdürülebilir iş uzmanıdır. Avrupa Birliği’nin ilk Biyoekonomi Gençlik Vizyonu’nun başyazarlarından biri olup, One Day at a Time, Daily Sustainability Calendar adlı kitabın ortak yazarlarından biridir.
Kaynak: https://www.counterpunch.org/2025/03/10/the-petrodollar-the-us-saudi-deal-that-ruined-the-world/