Ngugi Wa Thiong’o (2021), Öze Dönüş: Afrika’yı Görünür Kılmak (1. Basım), (Çev. Seda Ağar), Ayrıntı Yayıncılık, İstanbul. (ISBN: 978-605-314-533-2, 93 sayfa)
Ngugi Wa Thing’o 1938 yılında Kenya’da doğmuştur. Roman, öykü, oyun ve denemeler kaleme alan Thing’o ilk ve orta öğrenimini Kenya’da, üniversite eğitimini ise Uganda’da Makerere Üniversitesi’nde tamamlamıştır. 1977 yılına kadar çeşitli oyun, roman ve denemeler yayınlamasının ardından yayınladığı I Will Marry When I Want adlı oyunu nedeniyle tutuklanır. Hapishanede geçirdiği 1 yılın ardından uluslararası baskıların da etkisi ile serbest kalır. Hapishane hayatı sonrasında İngilizce yerine ana dilinde yazma kararı alır. Üniversitelerde ders vermesi ülkesindeki diktatör rejim tarafından engellenen Thing’o 1982 yılında İngiltere’ye göç eder ve sürgün yılları başlar. 1989 yılında ABD’ye göç eden Thing’o 2025 yılında hayatını kaybetmiştir. Thing’o 1965 yılında yayınlanan ve üçüncü romanı olan Bir Buğday Tanesi (A Grain Of Wheat) adlı eserinden sonra bireysel anlatıdan kolektif olana yönelmiştir. Öze Dönüş: Afrikayı Görünür Kılmak, 2016 yılında yayınlandığı günden bu güne birçok dile çevrilmiştir. Afrika’nın günümüz dünyasındaki yerine dair endişeleri tartışan kitap 7 deneme ile farklı konuları, ortak bir endişe ile ele almaktadır: ‘’kıtayı ve kaynaklarını güvence altına alacak, kıtanın geleceği için sorumluluk üstlenecek ileri görüşlü, birlik içindeki Afrika liderlerine çağrıda bulunmak’’[2]. Çünkü ‘’Son dört yüz yıldır Avrupa ve Batı Afrika’nın cehennemi oldu, Afrika ise Avrupalının cenneti. Afrika Afrikalının cenneti olmalıdır. Bunu ancak Afrika kendisi gerçekleştirebilir’’ der Thing’o[3]. Birleşik bir Afrika ve gelecek hayalini taşıyan yazar, Afrika’nın dilsel, kültürel ve dinsel çeşitliliğinin zayıflıktan zenginliğe dönüşmesi için çabalamak gerektiğini sürekli vurgular. Kitap, farklı zamanlarda kaleme alınmış yedi denemeden oluşmaktadır. Ele alınan konular birbirinden tamamen bağımsız olmadığı gibi, ortak bir paydada buluşurlar: Afrika’nın sorunlarına Afrikalı çözümler üretmek.
İlk deneme olan ‘’Hor Görme ve Kendini Hor Görme: ‘’Kabile’’ Sözcüğü Afrika Siyaseti Gerçeğini Perdeliyor’’ başlıklı denemede ‘’kabile’’ sözcüğünün Afrika siyasetindeki yeri tartışılmaktadır. 2008 yılında kaleme alınan yazının temel meselesini şöyle özetler yazar: ‘’Avrupalı olmayan halkları küçük görenlerin, bu halkları kabile sözcüğüyle yaftalamak istemelerini anlayabiliyorum ama Afrikalı, Pasifik kökenli ve Kızılderili aydınların bu küçümseyici terimi nasıl kabullenebildiklerine hiçbir zaman anlam veremedim. Kırk milyondan fazla Yorubalı bir kabile iken beş milyon Danimarkalının bir ulus olması beni hala hayrete düşürüyor’’[4]. Kabile sözcüğünün kullanımına karşı çıkan yazarın önerisi yalın ve basittir: ‘’Adlarına bu tür editoryal çerçeveler eklemeyin. Kendilerini nasıl tanımlıyorlarsa onlardan o adla söz edin’’[5]. Çoğu Afrika dilinde kabile sözcüğüne karşılık gelen bir sözcük bulunmamaktadır. Afrika’daki çatışmaların açıklanmasında kullanılan ‘’kabile’’, ‘’kabilecilik’’, ‘’kabile savaşları’’ gibi kavramsallaştırmalar/ sözcükler/ ifadeler sömürgecilerin icadı yabancı kelimelerdir[6]. Kuşkusuz sömürgecilik öncesi dönemde de, günümüzde de Afrikalı topluluklar arasında ihtilaflı mülk ve toprakların ele geçirilmesi ve hakimiyeti için çatışmalar ve düşmanlıklar yaşanmıştır. Ancak bu çatışma ve düşmanlıkların dünyanın geri kalanında yaşananlardan pek fazla bir farkı yoktur. Bu düşmanlıkları ve çatışmaları, A ve B kabilesi arasında yaşanan bir çatışma şablonuna indirgeyen analistler ve medya aktörleri, ilkel ve modern öncesi çağrışımları ile bariz biçimde aşağılayıcı olan kabile sözcüğü ile açıklama yoluna giderler. Batı medyası, her Afrikalı topluluğu kabile, her Afrikalının da kabile üyesi olduğu varsayımı üzerinden değerlendirir olayları. ‘’Kabile’’ sözcüğünün karşısına ‘’ulus’’ yerleştirilir. Ancak genellikle kabile olarak tanımlanan topluluğun, ulus tanımlamasında kullanılan ortak tarih, coğrafya, ekonomik yaşam, dil ve kültür gibi ölçütleri yerine getirdiği görülür. Buna rağmen analistler ve medya, kabile sözcüğünü ve A kabilesi ile B kabilesinin çatışması formülünü kullanmakta ısrarcıdır[7]. Yazara göre; sömürgeci devletlerin meşhur bir Roma İmparatorluğu taktiği olan böl ve yönet (Divide at impera) taktiği ile daimi bir gerginlik içinde tuttukları Afrika toplulukları emperyal merkeze hammadde sağlarken, koloninin kırsal bölgeleri de şehirlere işgücü ve gıda temin ettiler. Kapitalist teşebbüs bu dengesiz sosyal gelişimi sürekli olarak körükledi ve derinleştirdi. Kapitalist sömürgeciliğin menfaatleri doğrultusunda oluşturulan bu çatışma ve gerginlik, tarihin tek bir sözcük etrafında değerlendirilmesi ile formülüze edildi: ‘’kabile’’. Afrika’nın değerlendirilmesinde kullanılan bu kavram Afrikalı aydınların sömürgeciliğin bu bölücü mirasını içselleştirmeleri ile Afrika’nın kendi kendini değerlendirişinde de olumsuz neticeler doğurdu[8]. Kabile anlayışına indirgenen böylesi bir anlayışta, tüm sorunlar genetik ve biyolojik olarak algılandı. Oysa Afrikalıların sorunları da, tarihteki diğer halkların sorunları gibi ekonomik, siyasi ve toplumsal nedenlere dayanmaktadır. Biyolojik olarak değil, tarihsel olarak ortaya çıkarlar[9]. Olayın özeti şudur: Tüm topluluklarda farklı yoğunluk derecelerinde Sahip Olanlar ve Sahip Olmayanlar olarak sınıflandırılabilecek iki kabile vardır. Siyasi savaş ağaları, ki genellikle milyonerlerdir bunlar, etnik arılıktan söz ederek kendi topluluklarının savunucuları olarak ortaya çıkarlar. Siyasi savaş ağaları arasındaki sözde kabile savaşları sırasında, savaş enkazından ne kurtarabileceğini düşünen bir üçüncü yabancı hep vardır. Bu üçüncü kabile, Batılı Şirketler Kabilesi’dir. Yani tüm mesele hem ulusların kendi içlerindeki ekonomik uçurum, hem de uluslararasındaki ekonomik uçurumdan faydalananların ürettikleri suni çatışma dinamikleridir. Finansal menfaatler doğrultusunda Afrika’nın kabilelere bölünmesinden kurtarılmasının yolu; ekonomik hedeflerin, ahlaki ve demokratik ilkelerle örtüşmesini sağlamaktan geçmektedir.[10]
2004 yılında kaleme alınan ve ‘’Ya Özelleştir ya da Kahrol: Afrika, Küreselleşme ve Kapitalist Köktencilik’’ başlıklı ikinci deneme küreselleşme ve kapitalizm temasını işliyor. Teknolojide yaşanan gelişmelerin bolluk ve bereket getirme ihtimaline rağmen, kapitalizmin dayattığı kâr dürtüsü ve açgözlülüğün neticesi olarak açlık, hastalık ve kıtlıkla boğuşan bir dünyanın oluşmasını küreselleşmenin en büyük çelişkisi olarak gören yazar, Afrika’nın bu senaryodaki yerini kapsamlı bir biçimde ele alıyor. Kapitalizmin yeni evresinde küreselleşmenin çelişkisini: ‘’Üretimin bariz biçimde küresel olduğu ama ortaya çıkan ürünlerin gasbının şüphe götürmez biçimde özel olduğu büyük bir çelişkidir bu: üretimi küreselleştir, vurgunu önce bölgeselleştir sonra da özelleştir’’ şeklinde açıklamaktadır.[11] İş bölümünün küreselleşmesine rağmen ortaya çıkan sonuç, yoksulluğun küreselleşmesi olmuştur. Afrika tarihi, kapitalist tarih içinde hep talihsiz bir konumdadır. Köle ticareti döneminde Afrikalı bedenler mala dönüşmüştür. Plantasyon[12] döneminde karşılıksız işgücü, sömürge döneminde fiyatlar üzerinde hiçbir tasarrufu olmayan hammadde tedarikçisi, borçlar, borç servisi ve şartlılık ilkesinde oluşan yeni küreselleşme döneminde ise borç köleliği pozisyonuna itilmiştir.[13] Yeni küreselleşme döneminde Afrikalı devletlerin rolü de; ‘’finans sermayesinin operasyonuyla müdahale edebilecek kadar zayıf fakat toplumsal tahribata karşı ayaklanması halinde nüfusu kontrol altına alabilecek kadar güçlü’’ olmaktır.[14] İronik bir biçimde kendilerine verilen bu rolü yerine getirmek için Batı tarafından finanse edilen ve silahlandırılan bu devletlerin baskıcı uygulamalarına karşı halka müttefik olarak görünenler de, batılı sivil toplum kuruluşlarıdır.[15] Tüm bu süreçlerde Afrikalı ulus devletlerin, özelleştirmelerin, sivil toplum örgütlerinin, radikal terör örgütlerinin, küresel kapitalist sistemin aracı olarak kullanılma biçimlerinin gözler önüne serer Thing’o. Bu durumdan kurtulmak için iki yönlü bir çözüm önerir: Batı’nın Afrikalılara karşı işlediği suçların sorumluluğunu almasının sağlanması (Afrikalıların bunu talep edebilecekleri güçlü bir konuma kendilerini yükseltmeleri), kendisini etraflıca inceleyerek proaktif bir pozisyona geçmeleri ve kendilerine inanmaları.[16]
‘’Bilginin Yeni Sınırları: Pan-Afrikacı Sosyal Bilimciyi Bekleyen Zorlu Mücadele’’ başlığını taşıyan ve 2003 yılında kaleme alınan üçüncü denemenin ana teması dil ve Afrika aydınıdır. Yazara göre kendi dilinden kaçan bir entelektüel grubunun ciddiye alınmayı beklemesi saçmalıktır. Bu sorun çözülmeden Afrika’ya dair konuşulacak fikirlerin anlamlı bir diyaloğa dönüşmesi pek mümkün görünmemektedir.[17] Afrika yalnızca ekonomik ve siyasi güç alanlarında değil, bilgi ve enformasyon, üretim ve tüketim alanlarında da haksızlığa uğramaktadır. Afrikalı bilgi üreticileri kıta ile bağ kuramamaktadır. Dünyanın çeşitli üniversitelerinde bilgi üretimi yapan Afrikalı aydınların ürettikleri, keşif ve mülkiyet iddiaları ile adeta ellerinden alınmakta, kıtanın istifadesine sunulmasının önüne geçilmektedir. Ürettikleri bilgi Batılılar tarafından damgalanmaktadır. En büyük damgalama ise dil alanında yapılmaktadır. Dildeki damgalama bütün bir belleğin de kontrol altına alınması anlamı taşır. Özgün dildeki ifadelerin alınıp Batı dilleri içinde eritilerek yeniden servis edilmesi ve yerel dillerin dışlanması ile Afrika’ya dair sahip olduğumuz bilgiler büyük ölçüde Avrupa dilleri ve onların sözcük dağarcığının süzgecinden geçmiş olarak karşımıza çıkmaktadır.[18] Afrika aydınları Avrupa belleği içinde faaliyet göstermektedir. Afrikalı aydınların, ana dillerine bağlılık göstererek onu kullanmaları ve bir bilim dili olması için çaba sarf etmeleri gerekmektedir. Zira batı dilleri bugünkü konumlarını hepimizin onları öğrenip kullanmak zorunda kalışımıza borçludurlar.[19] Afrika’da Batı dillerinin kullanımı, ortak bir Afrika kurma zeminine hizmet etmek, dünya ile mütekabiliyet esasına dayalı ilişki kurmasının imkanlarını oluşturacak şekilde revize edilmelidir. Afrika’da, ekonomik, siyasi ve kültürel birliğin sağlanmasında entelektüellere/aydınlara düşen en önemli görev bu ortak dili oluşturmaktır.[20]
Dördüncü deneme 2009 yılında yazılan ‘’Sefalet İçinde Saltanat Sürmek: İnsanlığı Korumada Küresel Sorumluluk’’ başlıklı yazıdır. İnsanlığın korunmasında küresel sorumluluğu konu edinen bu yazıda, Batı’nın koruma sorumluluğunu, Afrika’yı kendi kendisinden koruma sorumluluğu olarak anladığını ifade ederek çok açık bir soru sorar yazar: ‘’Ya Afrika, Avrupa ve Amerika’yı koruyup oralara müdahale etme sorumluluğunu alsa nasıl olurdu?’’[21]. ‘’Uluslararası Topluluk’’ gibi ifadeler genellikle son derece dar bir çerçevede kullanılır. Sanki Batı, bu topluluğa kimlerin alınacağına karar veren bir kapı bekçisi gibidir. Hatta daha da ötesi bu topluluk sanki Kuzey Amerika ve Batı Avrupa’dan ibarettir.[22] Yazara göre Afrika başta olmak üzere, Batı dışında yaşanan bütün bu çatışma ve gerilimlerin temelinde iki ana etken vardır: ulusların içinde küçük bir azınlık sınıfın zenginleşip, geniş emekçi halk tabakasının yoksullaştırılması ve az sayıda ulusun zenginleşerek geri kalanların yoksulluğa mahkum edilmesi. Bu uçurumun kapanmasına dair çözümler üretilmedikçe yapısal bir çözümden söz etmek mümkün görünmemektedir. Öncelikli olarak, az sayıdaki ulusun diğer ulusları ya da ulus içerisindeki azınlık bir zümrenin emekçi halk sınıflarını sömürmesi üzerine kurulan bu düzen değiştirilmelidir. Ancak o zaman yapısal ve uzun soluklu bir çözüm arayışına girilmiş olur.[23]
Kitapta yer alan beşinci deneme 2009 yılında kaleme alınan ve ‘’Kölelik Mirası’’ başlığını taşıyan yazıdır. Yazara göre, insanlığa karşı işlenen en büyük suçlardan olan kölelik, Batı tarafından hiçbir zaman özür dilemeye değer bir şey olarak görülmemiştir ve dört yüz yıllık kölelik süreci Avrupa tarafından yok sayılmaktadır[24]. Batı, zenginliğini transatlantik köle ticaretine, plantasyon köleliğe borçludur. En az dört yüz yıl boyunca Afrikalı bedenler bir mal olarak görülmüş ve ücretsiz kaynak olarak kullanılmıştır. Bugün gelinen noktada sömürge köleliği borç köleliğine dönüşmüş durumdadır. Dünya için, özellikle Batı için, yüksek kazanç anlamına gelen bu durum Afrika için kayıp anlamına geliyor.[25] Kölelik ve köle ticaretinin ekonomik sonuçları ortadadır. Dünyanın en büyük ekonomisine sahip ülkelerin hepsinin kolonyal geçmişleri varken, dünyanın en yoksul bölgeleri -Haiti gibi- köleleştirme geçmişi olan uluslar. Ancak ekonomik sonuçları dışında kölelik ve köle ticareti Afrikalı ruhlar üzerinde tarihsel bir travma yarattı. Ekonomik sonuçları bariz ortada olan bu sürecin, ruhsal sonuçları kesin olarak ortaya konulmuş değildir.[26] Modern kapitalizmin temel dayanağı olan köle ticareti ve köleliğin sonuçları ile yüzleşilmelidir. Kurbanların yası tutulmalı, suçun failleri suçlarını layıkı ile kabul etmelidir. Bu, onlardan ders çıkarıldığı anlamına gelir. Afrika dahil, tüm dünya olanlardan ders çıkarmalıdır. Dünya, yeni nükleer tehditler ve küresel yok ediş senaryolarından kurtulmak ve bir iyileştirme yaşamak istiyorsa, kapitalizmin omuzlarında yükseldiği kölelik ve köle ticareti ile yüzleşmelidir.[27]
Altıncı deneme, üçüncü deneme ile paralel bir konuyu işleyen ‘’Nükleer Silahlılar Kulübü: Kitle İmha Silahları ve Aydınlar’’ başlıklı yazıdır. 2005 yılında kaleme alınan yazı, 21. Yüzyılda aydınların rolünü tartışıyor. ‘’Modern’’ ve ‘’post-modern’’ kavramsallaştırmaları ile dönemlere ayrılarak yürütülen tartışmaların, 1945 yılında patlayan nükleer bomba sonrası yaşanan ontolojik ve tarihsel kopuş gerçeğini açıkça yansıtmadığın söyler Thing’o. ‘’İnsanlığın ölümünü hedefleyen insan icadı bir teknoloji, zamanımızı, herhangi bir dilsel tefekkürle ya da sözcüklerin çözümlenmesiyle yapılabilecek olandan çok daha esaslı bir biçimde tarif ediyor’’ [28]der. Ani bir ölümün gölgesini üzerinde taşıyan dünyada, ölüm taşıyan uluslar, yaşama yönelik gerçek tehtidin bu silahlara gerçekten sahip olmaktan değil, sahip olma niyeti taşıyan diğer uluslardan kaynaklandığına dünyayı ikna etmek istiyorlar. Oysa nükleer silahların yaygınlaşmasını önlemeye paralel olarak, hatta daha öncelikli olarak, nükleer silahsızlanma çalışmaları yürütülmelidir.[29] Aydının temel görevi yaşam hakkını savunmaktır. Aydınlar nükleer silah sahibi ‘’dünyanın yok edicilerine’’ karşı bir protesto yürütmelidir. Karşılıklı kesin yıkım üzerine kurulan bir istikrara inanmak akıl sahiplerine göre bir yaklaşım olmaktan uzaktır. Aydınların üstlenmesi gereken sorumluluklar vardır. Bilhassa akademide özgürlük, özgürleşme, toplumsal adalet ve barış, nükleer silahsızlanma, sınıf mücadelesi, sorumluluk alma gibi konulardan ve sözcüklerden kaçınarak şekilci bir kılı kırk yarmanın içeriğin önüne geçtiği modern bir skolastik anlayış gelişmiş durumdadır. Aydınlar bu şekilcilikten kurtularak gerçek bir yüzleşme yaşamalıdır.[30]
‘’Barış İçin Yazmak: Veyahut İki İhtilafın Yeniden Ele Alınışı’’ başlıklı yedinci denemeyi niçin yazdığını ‘’halkların ve ulusların eşitliğine dayalı bir barış ve istikrar konusuna olan daimi ilgimdir’’[31] şeklinde açıklar yazar. Yazı, 1982 yılında kaleme alınmıştır. Bütün kitabın özeti niteliğinde konuları toparlar ve sonunda barış için yazmayı şu sözlerle tarif eder:
‘’Barış için yazmak, hiç olmazsa insan farkındalığını uluslar arasındaki ya da her ulusun kendi halkları arasındaki sömürücü, asalakça ilişkilere karşı tavizsiz bir nefrete dönüştürmek anlamına gelmemeli. Mücadele, birinin temizliğinin başkasının kirine, birinin sağlığının başkasının zafiyetine, birinin refahının başkasının sefaletine dayalı olmadığı bir dünya için olmalı. Barış ancak herhangi bir ulusun gelişiminin herkesin gelişimi anlamına geldiği bir dünyada mümkündür. Açgözlülüğün ve insanı yok etme araçlarının kürselleşmesinin karşısına sağduyu ile insan yaratıcılığının küreselliği dikilmelidir. Bugün, farklı ırklardan, inançlardan ve kültürlerden gelen toplulukların, insan tarihinde hiç olmadığı kadar konuşmaya, yeryüzündeki insanların egemenliği nosyonundan kaynaklanan ortak gelecekleri için sorumluluk talep etmeye ihtiyaçları var. Barış için yazmak, insanlara, aynı yeryüzünde yaşadığımız ister büyük ister küçük olsun herhangi bir ulusun kitle imha silahları yığmasının insanlığın geleceğine açılmış savaş demek olduğu konusunda sürekli bir hatırlatma yapmak anlamına gelir. Tüm uluslar bu silahları saban demirine çevirsin. Yeryüzü hepimizin ortak ana-babasıdır; tıpkı geleceğimiz gibi. Ve barış bu ortak geleceğin, ortak rüyamızın tek teminatıdır.’’[32]
Afrika kölelik ve köle ticaretinin izleri ile doludur. Azımsanmayacak kazanımlar elde edilmiş olmasına karşın ne büyük ölçüde zenginliklerini yağmaladıkları, köleleştirdikleri, sömürdükleri Afrika’nın kanları üzerinde yükselten Batı, ne de canları, kültürleri, dilleri, gururları çiğnenen Afrika yaşanan travma ile gerçek bir yüzleşme yaşamış sayılmaz. Batı köleliği insanlığa karşı işlenen bir suç olarak kabul etmekten imtina ederken, Afrika yaşananların hatırlanması ve suçun faillerinin sorumluluğunu üstlenmesini talep etmekte yetersiz kalmaktadır. Gerçek bir yüzleşmeye ve yaşananlardan ders çıkarılmasına ihtiyaç duyulmaktadır. Bu dersler, kapitalizmin kâr hırsı ile ürettiği yapay yoksulluklardan gelir eşitsizliğine, nükleer silahlanmadan endüstriyel kirliliğin kaynaklarına kadar pek çok açıdan dünyanın iyileştirmesine önemli katkılar sunacaktır. Aksi taktirde tüm dünya küresel nükleer tehditler, sosyal adaletsizlikler, yoksulluk, kıtlık krizleri içerisinde boğuşmaya devam edecek ve bunlara yapısal, kökten çözümler üretmeye muktedir olamayacaktır.
Kaynakça
TDK. (2025, Haziran 02). Plantasyon. 2025 tarihinde sozluk.gov.tr: https://sozluk.gov.tr/ adresinden alındı
Thing’o, N. W. (2021). Öze Dönüş (1 b.). (S. Ağar, Çev.) İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
(1)Aksaray Üniversitesi, İletişim Bilimleri Ana Bilim Dalı, İletişim Bilimleri Bölümü Yüksek Lisans Öğrencisi, Aksaray: [email protected]
[2] A.g.e. s.14
[3] A.g.e. s.14
[4] A.g.e. s.11
[5] A.g.e. s.12
[6] A.g.e. s.21
[7] A.g.e. s.19-21
[8] A.g.e. s.22-24
[9] A.g.e. s.24
[10] A.g.e. s.25-26
[11] A.g.e s. 35
[12] Plantasyon: sanayide kullanılan kahve, kakao, kauçuk vb. bitkilerin geniş ölçüde yetiştirildiği tarım işletmesi olarak tanımlanmıştır. (TDK, 2025)
[13] A.g.e. s. 36
[14] A.g.e. s. 34
[15] A.g.e. s. 34
[16] A.g.e. s. 36-38
[17] A.g.e. s. 12
[18] A.g.e. s. 58-60
[19] A.g.e. s. 62
[20] A.g.e. s. 63
[21] A.g.e. s. 12
[22] A.g.e. s. 66
[23] A.g.e. s. 67-69
[24] A.g.e. s. 13
[25] A.g.e. s. 70-71
[26] A.g.e. s. 71
[27] A.g.e s. 70-76
[28] A.g.e. s. 13
[29] A.g.e. s. 80
[30] A.g.e. s. 80-85
[31] A.g.e. s. 13
[32] A.g.e. s. 90