Osmanlı’nın Son Dönemlerinde Ortadoğu Ve Suriye

Şubat 11, 2025
image_print

Sultan II. Abdülhamid’in devrilmesinden sonra, yerine kardeşi V. Mehmed (Reşad) (1909-1918) geçti. Onun saltanatı, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş dönemiydi ve bu dönemde I. Dünya Savaşı (1914-1918) yaşandı. V. Mehmed’in saltanatı sembolikti, asıl güç İttihat ve Terakki’nin elindeydi.  V. Mehmed’in dönemi, Arnavutluk’ta bağımsızlık için bir milliyetçi hareketle başladı. Arnavutlar, çoğunlukla Müslüman olmalarına rağmen, Arnavutça konuşan ve Arnavutlar tarafından yönetilen bir ulusal devlet kurmak istiyorlardı. Böylece, Osmanlı İmparatorluğu’nun kontrolündeki Balkan bölgeleri bir kriz noktası haline geldi ve bağımsızlık için bir kıvılcım bekliyordu. Bu kıvılcım, 1912 yılında Sırbistan, Bulgaristan, Karadağ ve Yunanistan’ın oluşturduğu bir ittifakın Osmanlı İmparatorluğu’na savaş ilan etmesiyle meydana geldi. Arnavut paralı askerler de bu ittifaka katıldı. Osmanlı ordusu yenildi, ardından İstanbul yakınlarındaki Edirne düşmüştü ve 1912-1913 yılları arasında, sadece iki yıl içinde, Osmanlı İmparatorluğu Balkanlar’daki en önemli, gelişmiş, zengin ve Avrupa’ya açık bölgelerini kaybetti. Balkanlar, Osmanlıların İstanbul’u fethetmeden yaklaşık 100 yıl önce kontrol altına aldıkları bir bölgeydi. Yani Balkanlar, yüzyıllar boyunca Osmanlı kontrolünde kaldı ve aniden kaybedildi. Bu, Osmanlılar için büyük bir şok oldu. Dört yüzyıl boyunca bu bölgede varlık gösteren Osmanlılar, bir anda Balkanlar’ı kaybetti. Ayrıca, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuzey Afrika’daki vilayetleri de birer birer kaybedildi. Cezayir, ardından Tunus ve son olarak 1911-1912 yıllarında Libya vilayeti kaybedildi. Libya, Kuzey Afrika’daki son Osmanlı toprağıydı. Sadece iki yıl içinde, Osmanlıların Avrupa ve Afrika kıtalarındaki varlığı sona erdi.

Osmanlı İmparatorluğu’nun elinde sadece Suriye, Irak ve Arap Yarımadası’nın batısı kalmıştı. Bu bölgelerin ekonomisi tarıma dayalıydı. Osmanlı Devleti, dünyada yaşanan sanayi devrimini ve gelişmeleri yakalayamamıştı (Bu konuya daha sonra ayrı bir makalede değineceğiz). Dolayısıyla, özellikle Arap topraklarındaki ekonomik durum da kötüydü. Rus tarihçi Vladimir Lutskiy, “Arap Ülkelerinin Yakın Tarihi” adlı kitabında şunları aktarıyor: “Osmanlı döneminde bütün Arap ülkelerindeki topraklar üç gruba ayrılıyordu; Devlet arazileri, vakıf arazileri ve özel mülkler. Özel mülklerin oranı çok düşüktü ve sahiplerine genellikle toprak mahsulünün yarısı kadar vergi yükleniyordu. Osmanlılar Arap topraklarını ele geçirmeden önce, aşiret sistemi toprağın ortak mülkiyetine dayanıyordu ve bu sistem Kuzey Afrika, Irak ve Arap Yarımadası’nda yaygındı. Türklerin gelişiyle birlikte, Osmanlı Devleti zorla ortak mülkiyete son verdi ve bu toprakları devlet arazisi ilan etti. Bu nedenle, devlet arazileri en yaygın toprak türü haline geldi.

Çiftçinin toprağı ekip biçebilmesi için birçok vergi ödemesi gerekiyordu. Bu vergiler arasında Aşar/Öşür (onda bir vergi), haraç (toprak vergisi), kışlık ve yazlık otlakları kullanma vergileri ve değirmen kullanım vergileri bulunuyordu. Mısır’da, mültezimler (vergi toplayıcıları), çiftçilerden “serbest para” olarak bilinen nakdi kira topluyorlardı. Bu kira, eşit olmayan üç kısma ayrılıyordu; bir kısmı Bab-ı Ali’ye haraç olarak ödeniyordu, bir kısmı eyalet yönetiminin ihtiyaçları için kullanılıyordu ve bir kısmı da mültezimlerde kalıyordu. Ayrıca, çiftçilerin toprak sahiplerine gönüllü olarak sundukları hediyelerin değeri, geleneksel ve zorunlu vergilere dönüştürüldü.

Irak’ın güneyinde ataerkil ilişkiler geçerliydi. Toprak Arap kabilelerine aitti ve ortak mülk olarak addediliyordu… Osmanlı yetkilileri, kabilelerin topraklar üzerindeki ortak mülkiyetini ortadan kaldırmaya çalıştı ve ortak mülkiyete dayalı toprakları devlet arazisi haline getirdi. Bu durum, göçebe kabilelerin kira ödemeyi reddetmesine ve ayaklanmasına yol açtı.

Kuzey Afrika’da ise, Osmanlılar sahil şeridindeki toprakları kontrol etti ve kendi toprakları üzerindeki haklarını idame ettiren Arap ve Berberi kabilelerine karşı sonu gelmez bir savaş yürüttü. Bu durum büyük yatırımların neredeyse yok denecek kadar az olmasına neden oldu. Üretimi artırmaya yönelik hiçbir kaygı gütmeyen toprak sahipleri, artık ürüne olduğu gibi esas ürüne de çok büyük vergi ve istimval yoluyla el koyuyordu. Bu durum beraberinde tarımsal gerilemeyi getiriyordu. Tüm köyler birer birer ortadan kayboluyordu. 16. yüzyılda Halep’te var olan 3.200 köyden, 18. yüzyılın sonuna gelindiğinde geriye yalnızca 400’ü kalmıştı.

Tüm bu nedenlerden dolayı, Arap topraklarında siyasi faaliyetler ortaya çıktı ve bu bölgelerde Osmanlı İmparatorluğu’ndan bir tür özerklik veya bağımsızlık talep eden dernekler kuruldu. Ancak Araplar, Kuzey Afrika vilayetlerinde yaşananları ve bu bölgelerin Batılı sömürgeciler tarafından işgal edilmesini gördükleri için, Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılmanın onları Avrupalı sömürgecilere açık hale getireceğini biliyorlardı. Bu nedenle, talepleri Balkan vilayetlerindeki kadar sert değildi. Ancak bu sırada her şeyi değiştiren ve süreci hızlandıran bir olay yaşandı; I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesi (1914). Osmanlı İmparatorluğu, müttefiki Almanya ve Habsburg İmparatorluğu (Avusturya-Macaristan) ile birlikte Fransa, İngiltere ve Çarlık Rusya’sına karşı savaşa girdi. Daha sonra Amerika Birleşik Devletleri de bu ittifaka katıldı. Osmanlı İmparatorluğu kuşatma altındaydı ve o dönemde ülkenin fiili yöneticileri İttihat ve Terakki Partisi ile Jön Türkler’di. Gerçek iktidar, aralarında (Arap topraklarında kötü bir üne sahip olan) “Kasap” lakabıyla tanınan Cemal Paşa’nın da bulunduğu üç paşanın elindeydi.

Savaş için Osmanlı İmparatorluğu tüm vilayetlerde genel seferberlik ilan etti ve düşmanlarına karşı cihat çağrısında bulundu. Bu dönemde, Arap topraklarında “Seferberlik” olarak bilinen olaylar yaşandı. Dedelerim Abbas İyd ve Şahab İyd de bu seferberliğe katıldı. İlki, savaştan sağ salim döndü, ancak ikinci dedem Şahab İyd’i Çanakkale’de kaybettik ve onun hakkında hala hiçbir bilgimiz yok. Bu dönemde, Arap aydınları arasında da bir hareketlilik vardı. Araplar, kendi bölgelerini kendilerinin yönetmesini, daha fazla özerklik talep ediyor, Türkleştirme politikalarını reddediyor ve eğitim ile yargıda Arapça’nın kullanılmasını istiyorlardı. Ancak Cemal Paşa (1873-1922), bu taleplere sert bir şekilde karşılık verdi. 1916 yılının Nisan ve Mayıs aylarında, Cemal Paşa Şam ve Beyrut’ta onlarca aydını idam etti. Bu idam edilenler sadece aydınlar değil, aralarında şairler ve siyasetçiler de vardı. Cemal Paşa, onları ihanetle suçladı.

Savaş yılları boyunca Araplar, savaşa dahil edilme çabalarına karşı ihmal ve baskı altında çok zor koşullar yaşadı. Osmanlılar ise Arapları ve Müslümanları, devletin kalan önemli ve tek bileşeni olarak gördükleri için onları cihat etmeye teşvik etmeye çalışıyordu. Onları daha fazla motive etmek için Osmanlılar, Mekke’de bulunan ve soyu Hz. Muhammed’e (s.a.v.) dayandığı için Müslümanlar arasında büyük bir saygınlığa sahip olan Şerif Hüseyin (1853-1931) ile görüştü. Ancak Şerif Hüseyin’in daha büyük bir hedefi vardı; Arap Yarımadası’nın geniş bir bölgesini yönetmek ve Osmanlılardan bağımsız olmak. Bu nedenle, Jön Türkler ile müzakere etmeyi reddetti. Bunun üzerine, o dönemde Cemal Paşa tarafından ölümle tehdit edildi.

Bu nedenle bazı tarihçiler, Cemal Paşa’nın Şerif Hüseyin’in Osmanlı İmparatorluğu’na karşı ayaklanmasını kışkırttığını düşünmektedir. Sadece bu da değil, modern Türkiye’nin Cumhurbaşkanı Turgut Özal, 1991 yılında yapılan ve ölümünden sonra yayınlanan bir röportajında Cemal Paşa’ya ciddi suçlamalarda bulundu. Özal, Cemal Paşa’nın İngilizlerin bir ajanı olduğunu ve Araplar ile Osmanlı Devleti arasında düşmanlık yaratmaya çalıştığını belirtti. Ayrıca, Cemal Paşa’nın Osmanlı Devleti’nin itibarını zedelemek ve Araplar ile Türkler arasında fitne çıkarmak amacıyla İngilizlerden talimatlar aldığını ifade etti.

Cemal Paşa’nın Şerif Hüseyin’i ölümle tehdit etmesinin ardından, İngilizler bu durumun farkındaydı ve Osmanlıların Şerif Hüseyin’den Arapları kendileriyle birlikte savaşa katılmaya teşvik etmesini istediği haberini almışlardı. İngilizler, Şerif Hüseyin’e, eğer I. Dünya Savaşı’nda Osmanlılara karşı kendilerine yardım ederse, Arap Yarımadası, Biladü’ş-Şam ve Irak’ı kapsayan bir İslami Arap devleti kurulacağı ve bu devletin kendisi tarafından yönetileceği sözünü verdiler. Bu vaat, Cemal Paşa’nın ölüm tehditleri, Osmanlı Devleti’nin zayıflığı, milliyetçi düşüncelerin yayılması , Arapların kuzeye doğru harekete geçmesine neden oldu. Şerif Hüseyin, 1916’da Osmanlı İmparatorluğu’na karşı Büyük Arap Ayaklanması olarak bilinen isyanı başlattı ve İngilizler bu isyanı silah ve para ile destekledi. Ancak, her sömürgeci gibi, İngilizlerin vaatleri samimi ve gerçek değildi; Şerif Hüseyin’e vaat edilen hiçbir şey verilmedi. Bu konu uzun bir hikayedir ve ileride hakkında özel yazılar kaleme alacağız. Bu isyan sırasında birçok Arap’ın söz konusu ayaklanmaya karşı olduğunu belirtmek gerekir. Arapların hepsi bu isyanı desteklemiyordu; kimileri Şerif Hüseyin’in yanındayken, kimileri de ona karşıydı. Bu durumun sosyolojik nedenleri de vardır ve bunları daha sonra ele alacağız.

Eylül 1918’de, Emir Faysal bin Hüseyin (1918-1920) Şam şehrine girdi ve böylece Arap vilayetleri Osmanlı İmparatorluğu’ndan bağımsız hale geldi. Ancak, İngilizlerin Şerif Hüseyin’e verdiği sözler, her zamanki gibi samimi değildi. Çünkü 1916 yılında, perde arkasında, İngiliz-Fransız-Rus Sykes-Picot Anlaşması imzalanmış ve bölge, Fransız mandası altındaki bölgeler ile İngiliz mandası altındaki bölgelere bölünmüştü. Rus tarihçi Alexei Vasiliev, “Suudi Arabistan Tarihi” adlı kitabında şöyle diyor: “Ekim Devrimi’nden sonra Sovyet Rusya, çarlık dönemine ait gizli anlaşmaları yayınladı ve bunların arasında Arap topraklarının paylaşılmasına dair Sykes-Picot Anlaşması da vardı. Osmanlılar, bu anlaşmanın metnini Şerif Hüseyin’e iletti. Hüseyin, İngilizlerle iletişime geçerek anlaşmanın doğruluğunu sordu ve İngilizlerden bu anlaşmanın sahte olduğuna dair (samimi güvenceler) aldı.

Şerif Hüseyin, İngilizlere inandı ya da inanmış gibi yaptı ve Türklere karşı savaş operasyonlarına devam etti. Bu aslında Arap kanının, Arapların aleyhine olan amaçlar uğruna dökülmesi anlamına geliyordu. Ancak Hicaz hükümeti, tamamen İngilizlerin askeri, mali ve gıda yardımlarına bağımlı hale gelmişti”.

Bu noktada şunu söylemeliyim ki, bizler bugün Arap ülkelerinin halkları olarak bu olayların sonuçlarını yaşıyoruz. Bugün içinde bulunduğumuz savaşlar, 100 yıldan fazla bir süre önce yaşanan bu olayların bir sonucudur. Osmanlı İmparatorluğu I. Dünya Savaşı’nı kaybetti.  Bu olaylardan yaklaşık bir yıl sonra, 1919 yılında, Türk şehri Samsun’da, daha sonra “Atatürk” veya Türklerin Babası olarak anılacak olan ve yıldızı ünlü Gelibolu Muharebesi’nde parlayan genç subay Mustafa Kemal, kendini yabancı işgal kuvvetlerine, özellikle Yunanlara karşı bir bağımsızlık savaşına hazırlıyordu. Bu olay, modern Türkiye tarihinin yeni bir döneminin başlangıcı olarak kabul edilebilir. Mustafa Kemal, 1920’de, ilk Meclis Başkanı ve hükümet başkanı olarak seçildi. Bu görev, onu önemli kararlar alma konumuna getirdi ve arkasında geniş bir halk desteği vardı. Nihayet, 1922’de Mustafa Kemal, Osmanlı Sultanı VI. Mehmed’i tahttan çekilmeye zorladı ve kraliyet ailesi Türkiye dışına sürgün edildi. Böylece, Osmanlı İmparatorluğu, 625 yıl sonra, resmen sona erdi. Bir yıl sonra, 1923’te, savaş sonrası bölgeyi düzenleyen Lozan Antlaşması imzalandı ve bu antlaşma, modern Türkiye’nin kuruluş belgesi olarak kabul edilebilir.

Sonuç olarak, I. Dünya Savaşı’nın tüm dünyada sona erdiğini, ancak bizim bölgemizde, özellikle Orta Doğu’da ve Biladü’ş-Şam’da hala bitmediğini görüyoruz. Bazı Balkan ülkelerinde de bu savaşın etkileri devam ediyor. Çünkü bu ülkeler, bağımsızlıklarını kazandıktan sonra, günümüze kadar devam eden bir dizi iç savaş ve çatışma girdabına sürüklendi. Örneğin, Balkan Savaşları, bu bölgedeki farklı etnik ve dini gruplar arasında bir arada yaşama fikrini neredeyse tamamen yok etti. İlginç olan şu ki, Avrupalı seçkinler, Osmanlı İmparatorluğu’nun bu bölgelerden çekilmesini talep ederken, bölgedeki grupların bir arada yaşayabileceğini iddia ediyorlardı. Daha sonra, Avrupa çevrelerinde, Balkan halklarının birbirlerinden nefret ettiği ve 1990’larda yaşanan savaşların nedeninin Osmanlı İmparatorluğu’nun varlığı olduğu gibi bir söylenti yayıldı. Ancak gerçekte, birçok tarihçi ve araştırmacının çalışmaları ve analizleri, Avrupa’nın Balkanlar hakkındaki bu basmakalıp görüşünün yanlış ve çarpıtma olduğunu ortaya koymaktadır. Bu çalışmalar, Balkan halklarının Osmanlı İmparatorluğu döneminde genellikle uyum içinde yaşadığını ve çatışmalardan uzak olduğunu gösteriyor. Söz konusu çalışmalara göre, yaşanan sorunlar ve savaşlar, daha çok Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerindeki iç zayıflık ve dış müdahalelerden kaynaklanmıştır. Dolayısıyla, bu hatayı, bölgenin Osmanlı İmparatorluğu döneminde yaşadığı uzun tarihe genelleyemeyiz.

Sonuç olarak, herhangi bir tarafın önyargılı görüşlerine bakılmaksızın, şunu söyleyebiliriz; Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki durumlar elbette kusursuz değildi, ancak aynı zamanda bölgenin daha sonra yaşadığı tüm sorunları ve çatışmaları sadece Osmanlıların sırtına yüklemek de doğru değildir. Bu konu, araştırmacılar arasında hala tartışma ve anlaşmazlık konusu olmaya devam etmektedir. Şimdi, bölgedeki sorunların ana nedeninin Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü ve sömürgeciliğin başlangıcı olduğunu unutmamalıyız.

Gelecek yazılarda Sykes-Picot Anlaşması’nı, sömürgeciliğin başlangıcını, Biladü’ş-Şam’ın nasıl bölündüğünü, Fransızların Suriye’den çekilirken Nusayrileri (Alevileri) nasıl güçlendirdiğini, Osmanlıların çekilmesinden sonra bölgedeki yönetimin nasıl şekillendiğini, Suriye Krallığı’nın nasıl kurulduğunu ve iktidarın Esad ailesine nasıl geçtiğini ele alacağız.

Abdulrahman Eid

Abdulrahman Eid, 1994 yılında Suriye’nin Halep şehrinde doğdu. 2012 yılında Halep Üniversitesi’nde üniversite eğitimine başladı, ancak savaş nedeniyle 2018’de Türkiye’ye göç etmek zorunda kaldı. Eğitimine İstanbul’da devam ederek 2023 yılında Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu.
Arapçayı yabancı dil olarak öğretme alanında kariyer yapmış olup Akdem İstanbul, İmam Hatip devlet okulları, Türkiye Kur’an-ı Kerim Eğitim Vakfı ve Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı gibi çeşitli kurumlarda çalışmıştır. Hâlen bu alanda çalışmalarını sürdürmektedir.
Ayrıca siyaset felsefesi üzerine araştırmalar yapmakta olup özellikle İslam ve siyaset ilişkisi konularına ilgi duymaktadır.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.