Hayal gücünün sınırlarını zorlayan, tarihi olaylar ve karakterlerle iç içe geçmiş bir dünyanın kapılarını aralayan iki kitabın yazarıyla sohbet edeceğiz. Kitaplardan biri ‘Tahra Bey’in Akıllara Durgunluk Veren Maceraları’. Bu kitap gizemli bir figür olan Tahra Bey’in iki dünya savaşı arasında şekillenen ilginç hayatını ve “Tahraizm” adını verdiği kendi felsefesini anlatıyor. Tahra Bey düzenbaz mı yoksa bir dahi mi? Bunu öğrenmeye çalışacağız. İkinci kitap ise ‘Fakirizm’. Adıyla insanlarda merak uyandıran, belki de yeni bir ideoloji mi doğuyor sorusunu akla getiren bir kavram. Ancak bu kavram, siyasi bir ideoloji değil. Peki nedir fakirizm? Bugün bu kavramın ne anlama geldiğini konuşacağız. Bu iki kitabın yazarı Mustafa B. Bozkurt, YouTube kanalından, yazdığı kitaplardan, sosyal medya paylaşımlarından ve engin bilgi dağarcığından tanınan genç bir kültür tarihçisi. Sayın Bozkurt’la yaptığımız keyifli sohbeti ilginize sunuyoruz.
Ömer Faruk Birpınar
…………………………………………………
Ömer Faruk Birpınar: Tahra Bey kimdir hocam? Ben kitabınız sayesinde öğrendim bu şahsiyeti.
Mustafa B. Bozkurt: Aslında zaten soru bu. Tahra Bey kimdir? En büyük meselemiz bu. Çünkü Tahra Bey, bizim bugün tespit edebildiğimiz kadarıyla Beyoğlu doğumlu, Kirkor Kalfayan isminde bir Ermeni. Ama çok hızlı bir biçimde 1920’lerden sonra Avrupa’da meşhur oluyor. Bilhassa Paris’te sahne hayatını yönlendiren bir pozisyona yükseliyor ve o yükseldiği aşamadan itibaren kendi hayat hikâyesini bilinçli olarak bulandırıyor. Dolayısıyla biz Tahra Bey’in hayatı hakkında teferruatlı malumata belki de hiçbir zaman ulaşamayacağız. Ama şunları biliyoruz temel olarak: 1919’da, 1920’de İzmir’e ulaştığını, buradan Yunanistan’a geçtiğini, bir müddet Yunanistan’da gösteriler yaptığını, daha sonra da İtalya ve Fransa’da gösteriler yapmaya başladığını bildiğimiz bir sahne sanatçısı en temelde.
– Peki , gölgeli bir taraf var, bir de hakikatler var. Hakikat olan kısımları keşfettiniz, arşivlere daldınız. Peki ilk Tahra Bey fikriyle, Tahra Bey konusuyla nerede karşılaştınız?
– Esas itibarı ile ben Aziz Ensari’yi araştırıyordum. Aziz Ensari’yi araştırmamın sebebi şu: Benim oldum olası duyduğum bir hikâye vardı. Kasımpaşa’da Çürüklük Dergâhı’nın şeyhzadesi Aziz Bey, Aziz Ensari, Avrupa’ya gitmiş, tekke ve zaviyelerin kapanmasından sonra tekkede öğrendiği burhan merasimlerini, yani yanağına bir şiş batırmak gibi, topuz batırmak gibi merasimleri Avrupa sahnelerinde sergilemiş. Böyle bir cümlelik bir malumattı bu benim için. Bunu merak etmeye başladım. Çünkü gittiğini söylüyoruz. Avrupa’da bir vesikası var mı veya Türkiye’de bu haber olmuş mu? Bunları araştırırken şöyle bir şeye denk geldim: İstanbul Ansiklopedisi’nde Hakkı Göktürk’ün makalesinde meşhur düzenbaz Tahra Bey’in foyasını ortaya çıkaranlardan biri olarak resmediliyor Aziz Bey. Şimdi böyle olunca Tahra Bey’e bu defa geçiş yapmış olduk. Orada hem çok daha fazla malzemeyle karşılaştım, yani hem Avrupa hem daha sonra sizin de söylediğiniz gibi Güney Amerika arşivlerinde, hem de çok renkli bir karakterle karşılaştım. Bu defa benim Tahra Bey’le olan teşrik-i mesaim başlamış oldu.
Nazilere karşı Yahudileri söğüşlüyor
–Konuyu araştırırken aslında siz bir şey keşfediyorsunuz. Yani ortaya bir gerçek çıkıyor. Bir tarihi bilgi kazandırıyorsunuz Türk literatürüne. Brezilya arşivlerine girmişsiniz, Fransız arşivlerine dalmışsınız. Oradaki blogları okumuşsunuz, oradaki linkleri almışsınız, tercümeler yapılmış. Yani çok kapsamlı bir eser çıkmış ortaya. Peki bir de bir gazetede tefrika olarak Tahra Bey’den bahsediyor değil mi?
–Bu çok ilginç. İzmir’de yayımlanan Halkın Sesi gazetesinde. Yerel bir gazete. Burada çok ilginç bir şekilde Tahra Bey’i biz bir milli kahraman olarak görüyoruz. Yani Türkiye’de de Tahra Bey’in bir Ermeni genci olup kimliğini sakladığı anlaşılamamış başlangıçta. Tahra Bey’in hikâyesini mesela Trikopis’e karşı bir gösteri yaparken, Yunan generallerini kandırırken veya faşizmin yükseldiği günlerde İtalya’da görüyoruz. “Tahra Bey’in Akıllara Durgunluk Veren Maceraları” şeklinde bir seri yayımlanmış. Bu araştırmaları yaparken buna denk geldim. Zaten esas itibarı ile Türkçede olan tek bilgi de bir blog sayfasındaki bir paragraflık yazı ve orada da Halkın Sesi gazetesine atıf var. Bunu takip edince aslında bu Tahra Bey’in akıllara durgunluk veren maceraları tefrikasını yayına hazırlamak fikri ortaya çıktı.
-O tefrikada anlatılan her şey -yani bir romancı diliyle kaleme alındığını fark ediyorum- hakikatten ibaret değil herhalde değil mi?
– Kesinlikle. Yani bir Türk genci olarak hisleri kabardı falan diyor. Ya Tahra Bey’in doğrudan anlattığı ya da belli duyumlar, ufak ufak duyumlar üzerine marifetli bir gazetecimizin uydurduğu bir tefrika bu elimizdeki.
-Peki Tahra Bey nasıl birisi? Yani motivasyonu ne?
-Bir defa çok zeki bir adam. Bu anlaşılıyor. Her döneme uyum sağlıyor. Hayatının bir köşesinde İtalya var, yani bir şekilde orada faşistlerle karşılaştığı veya o faşizmin yükseldiği günlerde İtalya’da bulunduğu da tahminler arasında. En azından tefrikada öyle bir ima var. Yani 1940’ların ortasına kadar, yani Nazilerle ilgili problemler yaşandığı günlerde Nazilere karşı bir çözüm üretiyor. Yani ben sizi Nazilerden kurtaracağım diye. Ve aslında Nazi işbirlikçisi olduğu da bir tarafıyla düşünülebilir. Fransa’nın Nazilerce işgali döneminde mesela bir Yahudi’den para alabiliyor. “Ben seni koruyacağım” diye. Aynı zamanda anlaşılıyor ki Nazilerle arası iyi. Sürgün ediliyor bir sahte piyango işinden dolayı. O sürgününü yine getirip bir şekilde siyasal bir şeylere bağlayıp geri dönebiliyor. Yani sürekli olarak çözüm üretebilen bir adam.
Benim anladığım Tahra Bey’in Türkiye’yi terk etme hikâyesi; 1919-20’lerde Türkiye’yi terk etmesi de bence anlamlı. Yani şunu fark ediyor belki de, “Buralarda artık benim aradığım dünyaya dair bir şey yok. Avrupa’ya açılmalıyım” hissiyatında. İşgal İstanbul’unda çok renkli bir atmosfer var. Eğlence kültürü bakımından da. Muhtemelen o günlerde bunları yapıyorsa Tahra Bey İstanbul’da da sahne almış olabilir. Belki ileride ortaya çıkacak bir şey bu. Ama bir şekilde buralarda artık tırnak içerisinde amiyane tabirle ekmeğinin olmadığını fark edip Türkiye’yi terk ediyor ve Avrupa’ya açılıyor.
Tahra Bey’in foyasını ortaya çıkaran adam: Paul Heuze
-Tahra Bey yurtdışında ne yapıyor? Yurt içinde ne yapmış bu adam? Yani çıkış noktası ne? Avrupa’da gösteriler yapıyor. Olağanüstü haller olduğuna dair iddiaları var. Hatta iddialarını çürütmek isteyen birileri de çıkıyor değil mi? Neler yapıyor?
-Aslında şunu söyleyebiliriz. Özellikle siz de hatırlarsınız. Sadettin Teksoy programları vardı. “Üzerinde kaşık tutan adam” veyahut “balyozla ezildi, bir şey olmadı” gibi formatlar vardır ya. Bu aslında eskiden çok daha ciddi olarak görülen bir sahne sanatı. Yani çivili yatakta yatmak, ağır bir nesnenin altında kalmak, toprağa gömülüp canlı çıkmak gibi klasik Houdini numaraları olarak bildiğimiz hadiseler. Bunlar o yıllarda çok ciddi meseleler olarak görülüyordu. Ve ciddi bir sahne sanatı olarak görülüyordu. Yani şöyle söyleyebilirim; 1810’larden başlar fakirizmin hikâyesi. 1940’lara kadar en önemli sahne olaylarından bir tanesidir. Bunun kaynağını birazdan konuşuruz belki. Tahra Bey’in asıl meselesi bu. Yani kendi vücudu üzerinde yanaklarına şiş saplamaktan tutun vücuduna hançer saplamaya, çivili yatakta yatmaya ve kataleptik şok yaşama mesela, vücudunu tamamen donuklaştırıyor. Veyahut bazı hayvanlar üzerinde benzer şekilde hipnotik bazı şeyler deniyor. Belli hipnoz denemeleri var. Bütün bunları birleştirdiği mistik, ezoterik bir gösteri formatıyla ortaya çıkan bir sanatçı aslında.
– Her sihirbazın veya olağanüstü özellikleri olduğunu iddia eden sihirbazların mutlaka bir de çürütücüsü çıkıyor. Biz bunu romanlarda da görüyoruz, gerçek hayatta da görüyoruz. Burada da Tahra Bey’in Avrupa’da sükse yaptığı bir ortamda büyük devlet adamlarıyla falan konuştuğunu iddia ediyor değil mi? Bunların hakikati var mı?
-Artık o kadarını bilemiyoruz. Yani resmi olarak yok ama şöyle bir şey var. Bir de o dönemin politik atmosferi içinde de yani yüksek makamlı bir devlet adamıysanız gösteri olarak çağırabileceğiniz klasmanda bir adam. Olabilir de tabii ki.
-Yani sükse yapmış, orada ünlü olmuş birisi var. Gösteri yapıyor. O zamanlar içinde bulunduğumuz dönem kadar gösteri dünyası zengin değil ve o şehirde artık o konuşuluyor, değil mi?
-Bir de tabii şu tarafı da var, spiritüel bir adam. Yani ondan da istifade edersiniz ki halen daha pek çok devlet adamının kahinlerinin ya da müneccimlerinin olduğunu biliyoruz hangi ülkede olursa olsun. Dolayısıyla Tahra Bey’den o açılardan da istifade edilmiş olabilir.
-Peki, Tahra Bey oralarda bu performanslarıyla insanları etkiliyor ve görüyoruz ki kitapta Tahracılar çıkıyor, bir de Tahracılara karşı bir nevi uzman olan, işte bilim adamı olan kişiler karşılıklı restleşme deneyleri yapıyor. “Bakalım senin gerçekten de olağanüstü bir yeteneğin var mı?” Onu test eden denemelere katılıyor, değil mi?
– Tabii… Bunun başında Paul Heuze geliyor. Paul Heuze aslında çok enteresan bir adam. I. Dünya Savaşı sırasında “kahraman traktörler” gibi bir makale serisi var. Yani I. Dünya Savaşı sırasında motorlu taşıtların etkisine ilişkin bir haber yapıyor. Aslında muhabir, gazeteci. Şurada bunu söylemek lazım: I. Dünya Savaşı’nın yıktığı bir dünya var aslında karşımızda. Ve insanlar belli manevi arayışlar içerisinde. Bu nedenle de spiritizma başta olmak üzere bu tarz hadiselere büyük bir ilgi var. Burada örnek olarak Sir Arthur Conan Doyle’u verebiliriz. Oğlunu kaybediyor savaşta. Normalde çok rasyonel bir adamken tamamen spiritizmaya savruluyor.
-Yani diyorsunuz ki o iki dünya savaşı arası dönemde bu tür performanslara gösterilen ilginin bir zemini var.
-Evet, sosyolojik zemin var. Şunu görüyoruz: Bu Doyle örneğinden devam edeyim. Malumunuz, Sherlock Holmes serisini yazacak kadar matematik düşünen bir adam bir fotoğrafta oğlunun yüzünü görüyor. Oğlu I. Dünya Savaşı’nda kaybedilmiş bir oğlan. Ve ruhçuluğa savruluyor. Onun karşısında kim var? “Yapma etme, bu işler şarlatanlık” diyen kim var? Sihirbaz Houdini. Arkadaşı. Aslında ne kadar ironik. Gerçekten sihir âleminin içinde olan Houdini “Yapma etme” diyor. Türkçede de basıldı Houdini’nin bazı eserleri. Bu tarz gösterilerin gerçeklerini anlatmaya vakfediyor ömrünü. Fakir bir gösteri yaptığı zaman aynısını daha uzun bir şekilde tekrarlıyor. Ve sonra da gazetecilere “Bakın bu böyle yapılır” diye anlatıyor. Paul Heuze de aynı şekilde bu fakirizmin Fransa’da yükselen etkisini görünce bir doktorlar ekibiyle anlaşıyor. Yani anladığımız o. Beraber deneyler yapıyorlar. “Şişi buradan sokarsak kan akar mı, akmaz mı?” Hepsini deniyor. Ve onun birkaç böyle şeyi vardır. Hem yazıları hem de kitap haline de gelmiştir. Kitabının kapağında Paul Heuze’nin yüzünde şişlerin olduğu bir görsel görürüz. Başında da sarık. Ve bununla kalmıyor. Sahne şovlarına dönüştürüyorlar bunları ve sonunda meydan okuyorlar Tahra Bey’e. Tahra Bey gösteriye çıkıyor. Gösteride bir ölçüde de aslında madara oluyor. Ve bu o dönemdeki bütün Paris atmosferini de değiştirmiş. Yani sokak gösterilerinde, festivallerde ikisinin birbirleriyle yarışırken resmedildiği afişler, büyük maketler falan yapıldığını görüyorsunuz. Aslında burada bir parantez olarak söyleyeyim: Bir dönemin Paris’ini bu kadar etkilemiş bir insan aslında bizim hemşehrimiz ve biz bu zamana kadar bu adamı fark etmedik. Ben buna çok şaşırdım.
-Sayenizde biz de öğrendik. Peki, bu Tahraizm nedir? Tamam, bir iddiası var. Hatta kendisine sizin kitapta yazdığınız üzere bir Mısır geçmişi tasarlıyor. Peki buradaki motivasyonu nedir? Neden geçmişiyle ilgili bir hikâye uyduruyor?
-Bu mesleğin aslında raconlarından bir tanesi. Bu meslek böyle yapılıyor. Bunu anlıyoruz. Kim yaparsa yapsın. Mesela meşhur yazar Charles Dickens da bu işe girmiştir. Bir hobi olarak yapıyor ama o da kendisini bir fakir olarak tanıtıyor sahneye çıkacağı zaman. Aslında gösteri yaptığı kişiler karşısındaki çocuklar. Hani akrabalar, konu komşu falan. O seviyede kalmış. Ama bu işin yapısında bu var. Yani seyirciyi çekmek için bir hikâye uydurmanız ve bunun etkileyici olması şart.
– İnandırıcılığı artırıyor.
-Öyle ki mesela Amerika’da halen daha Hamit Bey ekolü üzerinden devam eden Lotus cemiyeti falan diye cemiyetler var. O kadar inandırıcı ki bir sekt oluşmuş, oradan kült oluşmuş. Bunun gibi Tahra Bey de kendine bir hikâye yazıyor. Hikâye şu: Mısır’da Nil Deltası’nın bir köşesinde doğmuş bir çocuk. Ve babası onu fakir olarak yetiştirmek istiyor. Bir şeyh efendi var. Ondan yardım alınıyor ama aslında kendisi de Kıpti. Yani daha da bir gizem katıyor bu işin içine. Anlattığına göre küçükken dilini kesmek istiyorlar “seni fakir yapalım” diye.
-Bu anlamda Mısır aslında çok isabetli bir seçim değil mi?
-Evet.. Zaten fakirizmde ona temas ettim. Yani fakirizm dediğimiz şey bir Mısır, iki Hindistan.
-Oryantalistler açısından çok inandırıcı bir şey.
-İngilizlerin ulaştığı ve egzotik olarak gördüğü dünyanın iki parçası yani bunlar. O açıdan etkileyici zaten. Çin’den gelen veya Japonya’dan gelen o mistik tiplemeler daha sonradır. Biraz daha geç dönemde gelmiştir. Ama Hindistan ve Mısır tiplemeleri 1800’lerin ortalarında zaten yerleşmiş tiplemeler. Tahra Bey de onu kullanıyor. Ve diyor ki “Beni fakir yapmak için dilimi kesmek istediler. Ben bunu kabul etmedim.” Ve “İstanbul’a gittim, doktor oldum” diyor. Şimdi bakın hikâyede şu var: Yani Tahra Bey fakir olmak istemiyor. Ama işte bir mevhibe-i ilahi gibi adeta. Onda bu yetenekler ortaya çıkıyor. Arkadaşları ısrar ediyor. “Ya sen bilirsin bu işleri, yap” falan gibilerinden. Hikâyede teşvik edilip bu işe girdiğini gösteren şeyler, doneler veriyor. Paul Brunton’la yaptığı röportajda da aynı şey var.
-Yani “Olağanüstü özelliklerim var. Ama ben bunu aslında göstermek istemiyordum.”. “Ben doktorum aslında”
-Evet, “Ben doktorum aslında” diyor. “Ben bir tabibim ve rasyonel, pozitif bilimlerle uğraşan bir adamım. Ama ne yapayım ki bu işlere girdim.” Ve sonra aslında Tahraizm dediğimiz şeyin oluşmasının sebebi de bu. Diğer fakirlerden farklı olarak bunu bir sahne şovu olarak bırakmıyor. Diyor ki “Ben hem bir tabibim hem bir fakirim.” Bu ikisini birleştirerek ne Doğulular gibi irrasyonel ne Batılılar gibi materyalist olan bir hayat duruşu ortaya koyacağım diye bir düşünceye sahip oluyor. Ve Tahraizm Enstitüsü bu bakımdan aslında tamamen kurgusal bir kurum. Onu yine parantez içinde söyleyeyim. Adresi Beyoğlu’nda. Sokak numarasına kadar falan da yazılıdır. Ama öyle bir yer yok. Yani baktığınız zaman öyle bir şey yok. Varmış gibi anlatıyor. “Nasıl olsa kimse İstanbul’a gidip tetkik etmez” diye. Ve Tahraizm Enstitüsü’nün dünyada da şubeleri falan açılmıştır. Orada anlattığı şey şu: Siz Batılılar o kadar rasyonelsiniz ki, o kadar dünyevileşmişsiniz ki bu kadim bilgelikten istifade edemiyorsunuz. Ama öte yandan Doğulular fazla irrasyoneller. Yani çok fazla geleneğin içindeler. Onlar sizin gibi böyle şehirlerde üst seviyede bunu yaşayamıyorlar, yaşatamıyorlar. İşte bu ikisini ben başarabilirim diye muazzam bir sentez fikriyle insanları ikna ediyor. En temel ideolojisi bu aslında Tahra’nın. Onun için ben kişisel gelişimin babalarından bir tanesidir diyorum Tahra için. Her gösterinin sonunda söylediği şey şu: Siz de birer fakir olabilirsiniz. Ve herkese muskalar dağıtıyor. O Parisli sosyete hanımlar falan birbirlerini parçalıyorlar muska alacağız diye. Muazzam bir şey yani, muazzam bir ilgi… Burada aslında şey var yani “siz de başarabilirsiniz, siz de olabilirsiniz ama işte şu paketi satın alırsanız”a geliyor iş yani.
-Peki bir miras bırakmış mı? Yani bir kültürel mirasını görebiliyor muyuz dünyada? Tahraizm diye şubeleri olan derneklerden bahsettiniz. Şu anda elimizde böyle bir bilgi var mı?“
-Yok çünkü dediğim gibi Tahra Bey’in talihsizliği, II. Dünya Savaşı oluyor birincil olarak. Ve o evrede adının çok fazla şekilde mahkemelerle, dolandırıcılık davalarıyla anıldığını görüyoruz.
Tahra Bey, ‘Osho’ gibi
–Markasına zarar geliyor.
-Tabii, marka büyük zarar görüyor. Paul Heuze’nin davası ayrı. Yani evet, onu sahnede de tırnak içinde madara ediyor Paul Heuze. Yine gittiği yerlerde, mesela bizim meşhur Zati Sungur falan da var, Güney Amerika’da onlarla da karşılaşılıyor. Hep bu karşılaşmalarla fakirizm düşüncesi biraz insanların gözünde “çelik çomak oyunudur” gibi geliyor. Bir de üstüne adli meselelerden çok sorun yaşıyor. Mesela gittiği bir barda kavga ediyor, mahkemeye çıkıyor. Hatta çok ilginçtir. Fransız yargıç bakmış şöyle: Grantuvalet bir Tahra Bey var karşısında. Çünkü Tahra Bey’in özelliği de, Osho gibidir. Osho nasıl? Her doğum gününde bir Rolls Royce alıyordu. Tahra Bey’de de şöyle bir şey var: Hep etrafında güzel hanımefendiler. Kıranta bir adam Tahra Bey. Mahkemede Fransız hâkim bakıyor. Hâkime “Hangimiz fakiriz, anlayamadım” gibi bir şey söyletiyor gazeteler. Orada şunu söylüyor aslında: “Bu adam fakir gibi dolanıyor ama aslında deveyi hamuduyla götürmüş.” Bu imaj oluşuyor. Sonra Milli Piyango meselesinden dolayı Fransa’da problem yaşıyor. Hani usulsüz bir piyango işinden dolayı daha doğrusu. Öyle olunca kariyeri büyük bir çöküşe gidiyor. Hayatında bilmediğimiz karanlık birkaç dönem var. Bu dönemlerde mesela Mısır’a gittiğini anlıyoruz. Ve çok komik, Brunton’a şöyle diyor: “Memleketimi çok özledim”. “Arada bir gelirim bu memleketime” diyor. Oysa Mısırlı falan değil. Altı aylık falan periyotlarla oralara gidiyor. Onun da sebebi şu: İskenderiye’de bir kaymak tabaka var. Jet sosyete var. Onlarla beraber iş yapmak için oraya gidiyor anlaşılan.
-Aslında bu, Casablanca filminin konusunun geçtiği dönemler değil mi?
-Tabii, tabii… Mesela o dönemlerde Mısır –hani söyleyelim seyircilerimiz için de- muazzam bir jet sosyete mekânı. Yani hidivlerin Mısır’ı Las Vegas gibi bir yer. Yani bambaşka bir dünya var orada tabii ve o egzotik duyguya da çok hitap eden. Yani Tahra Bey’in hayatında böyle kesintiler var. Kırkların sonlarına doğru, Alman gazetelerinde falan kendisinden bahsediliyor. Röportajlar yapılıyor. Ve bir radyo denemesi var. Radyo dalgalarıyla insanları hipnotize edeceğine dair bir şey var. Ondan sonra bir şekilde kayboluyor Tahra Bey. Halen de araştırılıyor. Ralph Cormack araştırıyor. Fleur Hopkins-Loféron araştırıyor şu anda dünyada. Yani tahminimiz işte bir şekilde Beyrut’la bir irtibat kurduğuna dair bir şeyler var. Bir şekilde biz Tahra Bey’i kaybediyoruz.
-Tahra Bey’in nerede vefat ettiği, nerede gömüldüğü falan belli değil.
-Oralarda muğlaklıklar var. Beyrut’ta bir irtibatı var. Çünkü Beyrut’ta birilerine mesela Osmanlıca olarak “sevgili falan kardeşim” şeklinde yazdığı resimler falan var. Onlar çıktı. Orada bir muğlaklık var. Tam tarih olarak tespit edilmesinde problemler var. Halen daha çalışılan bir konu. Fransa/Bagneux’ta bir aile mezarlığı var Kalfayanlara ait. Yani Tahra Bey’in meselesi bitmiş değil.
– Bu kitabı yazdıktan sonra muhtemelen size bazı dönüşler oldu. Yeni araştırmalar yapıyorsunuz. Elinize yeni veriler geçiyor mu?
-Yani öncelikle Fransa’da bu işi çalışan Fleur Hopkins-Loféron ulaştı. Onunla konuştuk. Yine Ermenice matbuat hayatının içerisinde bazı röportajlara denk geldim. Onların çevirisiyle şimdi iştigal ediyoruz.
-Tahra Bey’i okuduğumda arkasından Fakirizm kitabınızı okudum. Aslında Fakirizm kitabı, Tahra Bey özelinde anlattığınız hikâyenin genel çerçevesini çiziyor. Felsefi ve sosyolojik arka planını aktarıyor. Orada bazı uzmanlar, işte bahsettiğiniz kişiler çürütüyorlar. Çürütmelerine rağmen fanatizm devam ediyor. Tahra Beycilik devam ediyor. Hatta bazı kadınlardan bahsediyoruz. Orada “Hayır efendim” diyorlar.
-Mahkemelere çıkıp savunuyorlar.
-Aynısını biz bugün de görüyoruz aslında. Yani bu olağanüstü olana karşı inanma isteği çok kadim bir eğilim değil mi? Yani dinlerin dışında bir faktör olarak söylüyorum. Yani birisinin olağanüstülüğü karşısında o çürütülse dahi onun düzenbaz olduğuna inanmak istemiyor insanlar. Yani çürütüldüğü zaman bile bir rasyonalize etme eğilimi. O markaya halel gelmesine, onun yıkılmasına tahammül edemiyor insanlar.”
-E tabii, şimdi bunlar tedrici şeylerdir. Yani siz bir insana bağlandığınız zaman ya da ona bir keramet vehmettiğiniz zaman bunu bir günde yapmazsınız. Bir süreçtir o. Tahra Bey’in gerçekten böyle etkili bir adam olduğuna inananların yaşadığı bir süreçtir. Bir sene, iki sene teşrik-i mesaiden sonra belki de Tahra Bey’e inandılar. Bir anda bütün her şeylerinin yıkılmasını beklemezsiniz.
–Kendilerinde bir şeyler yıkılmış oluyor değil mi? Kendi kafalarındaki bir Tahra Bey imajı yıkıldığı için ona tahammül edemiyorlar.
“Yeteneklerini başka şeye harcasaymış star olurmuş”
-Tabii, bir de hemen geçemezsiniz o moda. Dersiniz ki bir maksada mebni yapıyor olabilir. Bunun arkasında da bir hikmet olabilir. Dur bakalım. Yani bu süreçlerde zorlanır insanlar. Tabii, onlar da zorlanıyorlar. Ve biraz da Tahra Bey de çevresinde böyle bir kitle yaratmış. Mesela bir savunma yazısı yazan Hamide Hanım var. Muhtemelen Tahra Bey’in kendisi o. Hani biraz da kendisi de kendini savunmuş ama buna rağmen beraber iş yaptığı insanlar var. Ve bunlar mahkemelere her çıktıklarında Tahra Bey’i de müdafaa ediyorlar yani.
-Aslında bir iletişim dehası aynı zamanda değil mi?
-Çok yetenekli bir adam. Başka bir şeyde bunları harcasaymış çok başka bir star olurmuş hakikaten.
– Bu çerçevenin dışında daha geniş bir çerçeve olan fakirizm var. Fakirizimden bahsediyorsunuz Tahra Bey’i anlatırken. Fakirizm nedir hocam? Yanlış anlaşılan bir kavram.
-Şimdi şöyle üstadım, fakirizmi birkaç evrede algılamak lazım. Şimdi bugün fakirizm dediğimiz zaman Avrupalıların modelleştirdiği ve büyük ölçüde bir sahne sanatı olarak gördükleri vücut üzerindeki olağanüstü deneylerin tamamı. Yani şu andaki çerçeve bu. Ama baktığımız zaman bu kavram çok köklü ve Doğu dünyasının içerisinde çok enteresan köşelere temas eden bir kavram. Yani bu ikisini birbirinden ayırmak için de aslında Fakirizm kitabı bu kadar kapsamlı oldu. Yani fakirizm dediğin zaman “1810’da başlar bu iş” deyip devam edebilirdiniz bunu anlatmaya ama bu resmin son kısmını bize göstermiş olurdu. Fakirizm dediğimiz aslında insanlık tarihiyle eş değer bir biçimde insan vücudunun sınırlarını aşma arzusunun biraz mistifiye edilmiş tarzda ortaya konduğu her türlü deneyime verebileceğimiz bir ad diye düşünüyorum.
-Ben de mesela Tahra Bey’den sonra okudum Fakirizm’i. İyi ki de öyle yapmışım. Aslında siz dört başı mamur, ta fakirizmin tarihi kökenleriyle sınırlamamışsınız. Fakirizm kavramından daha çok, insanlık üzerinden onun bir köken analizini yapıyorsunuz aslında. Şimdi peki hocam, bu Hint fakiri kelimesinden mi geliyor?
-Evet, isim o. Tabii yani “Hint fakiri gibi dolaşma” diye bizim lisanımıza da geçmiş. Aslında şöyle bir şey: Hindistan’a geldiği zaman İngilizler şunu fark ediyorlar. Bütün misyonerlik faaliyetlerinin patladığı bir yer var, yani yürümediği bir nokta var. O da şu: Yerel sadhulara, yani tanrı insanı olarak görülen, iyi insan olarak görülen azizler zaten sadhu o manaya geliyor. Bu “iyi adam” olarak görülen, olağanüstü performanslar sergileyen azizlere verilen ehemmiyet, Hristiyanlığın Hindistan’da yayılmasının önüne geçiyor. Bu çok büyük bir problem ve mesela misyonerlerin notlarını da görüyorsunuz, kitaba da eklemiştim. Diyor ki “Biz bu insanlara sabah akşam İncil’i, Tevrat’ı anlatacağımıza bir direğin üstüne çıksak, orada 5 gün otursak herkes bize inanır.” Hindistan böyle bir coğrafya, bunu görmek lazım. Fakat burada biraz tuhaf bir durum var: fakir tamamen İslam kültüründen gelen bir tabir. Yani biliyorsunuz “Benim övüncüm fakirliğimdir” diyen bir hadis vardır. Ve aslında evet, Müslümanlardan ödünç alınmış bir kavram, fakir.
Keramet savaşları
– Ben o fikirle bu kitap sayesinde tanıştım. Biz hep Hint fakirini köken olarak görüyoruz ama aslında kökeninde İslam kültürü var.
– Yani bu çok ilginçtir. Hindistan’ın Müslümanlaşması sürecinde Hindistan’da gezen “Azad” denen kalenderi dervişler var. Ve bunların sokaklarda belli burhanlar gösterdikleri falan da aktarılıyor. Bunun çok benzer bir örneğini biz burada da görüyoruz; Rıfaîlerin özellikle Irak coğrafyasında, Suriye ve Anadolu coğrafyasında Müvelleh Rıfaî dervişleri denen zümrelerin sokaklarda gezip burhan yaptıklarını biliyoruz. Ve ilginç bir şey söyleyeceğim, İbn-i Serrac’a falan da bakarlarsa Sarı Saltuk diye bildiğimiz karakter bir ölçüde müvelleh bir Rıfaî derviş. Bizim Yunus Emre’ye kadar giden o silsilenin böyle bir damardan gelme ihtimali de var, onu söyleyeyim. Müvellehten kastımız şu: vâlehu hayran olmuş, yani cezbe haline kapılmış Rıfaî dervişleri bunlar. Ve çok ilginç temaslar var orada, uzatmayayım o meseleyi ama Hindistan’da da böyle bir olgu var. Ve çok ilginç bir durum ki yani aslında Hint kültürünün kendi içerisinde de böyle olağanüstülükler gösteren azizler anlatısı var. Halen daha var. İşte havada oturanlar falan filan.
–Kolunu kaldırıp yıllarca havada tutuyor adam. Geçenlerde gündeme gelmişti.
-O mesela en yaygınıdır. Urdvabahu denilen bir şey o. Ve onun da çok güzel esatiri bir hikâyesi de var. El havada günlerce, aylarca duruyor. Hatta kuruyor o el. Çünkü Hint felsefesinin içerisinde “Dukkha” denen bir hadise vardır. Dünyada bir ızdırap çekersiniz. Bu ızdırap nedir? Arzularımızın yarattığı ızdıraplardır. Bunlardan bir şekilde sıyrılmak lazım. Bu nedir? İşte açlıktır, uyku hevesidir vesaire. Bu ızdırabı bitirebilmek için arzularımızdan arınmamız lazım. Bu da aslında böyle bir şey. Yani vücuda ızdırap çektirerek bundan bir arınma yaşıyor. Şimdi bu işin Hint tarafı.
– İslam kültüründe “nefsin tezkiyesi” dediğimiz gibi değil mi aslında?
-Evet yani bizde daha terbiyeci bir şey vardır. Yani nefis yok edilmez bizde. Bizde terbiye edilir. Nefis atına binilir bizde hatta. Tarif odur. Ama o tarafta başka bir hikâye var. Şimdi bu ikisi nasıl birleşti? Orada aslında dinler tarihi boyunca gördüğümüz bir izlek var. Onu Hindistan’da da görüyoruz. Keramet savaşları. Yani bu velinin kerameti, şu velinin kerametini aşarsa bu velinin dini daha ön plana çıkacaktır. Burada klasik bir şey var. Biri aziz kabul ediliyor diyelim, Hint azizi… Buna karşı bir Müslüman velisi büyük kerametler gösterirse halkın nazarında o din daha muteber oluyor.
Sütun azizleri
-O savaşların en büyüklerinden birini anlatıyorsunuz. Başka dini kültürlerde de var değil mi? Sütun azizlerinden bahsediyoruz. O çok ilgimi çekti. Sütun azizleri diye bir kavram var değil mi?
-İlk Hristiyanlar arasında bunlar. Başta Şam bölgesinde çıkmış bir şeydir. Şam civarında… Daha doğrusu bizim bu Hatay yakınlarında da şey vardır. “Stilites” denen bir zümre bunlar. Sabah akşam bir sütunun üzerinde oturup ibadetle meşgul oluyorlar. Yani bunun çok ilginç örnekleri var. Kitapta da biraz temas ettim. Arnavutköy’de mesela bu şekilde bir stilites var. İmparator Leo doğrudan diyor ki “Bunun etrafını kapatın. Çünkü Boğaz’ın rüzgarında hani Şam’a benzemez burası ya da Halep’e benzemez. Perişan olur adam”. Hakikaten felç geçirmiş adam orada. Fakat halkın sevdiği bir şey bu. Yani bir kimse var, böyle keramet gösteriyor orada. Bu iyi bir imaj yani. Buna benzer mesela Sina çölüne çekilen “çöl babalarının” da benzer hikâyeleri vardır. Bu şöyle bir şey: bir insan nefsine hâkim olursa, arzularından arınırsa bedeninin sınırlarını ve aslında fizik kurallarını da aşar. Ve bu büyü değildir, sihir değildir. Tamamen Tanrı’nın yardımıdır gibi bir genel düşüncenin yansıması bunlar.
-Peki, farklı dini kültürlerde bu aynı noktanın yakalanmasının sebebi sizce ne? Yani bu kadim kültür onun evrensel olduğunu gösteriyor değil mi? Her kültürde isteklere gem vurulması, nefsin terbiyesi gibi unsurlar görüyoruz. Bunun kökeni ne sizce?
-Burada çok da temel bir şey var. Yani bizim sınırlı bünyemizi aşma arzumuz dediğim gibi. Ama ben şöyle bir kategorizasyon yaptım kitapta da. Bence önemli. Şimdi biz bugün rasyonel modern insan olarak bunların hepsine bir potada bakıyoruz. Yani bizim için Hazreti Musa’nın büyücüleri yenmesiyle Tahra Bey’in sahnede çivili yatakta yatması arasında; bizim şu an o parçalanmış modern zihnimizde fark yok. Bizim için ikisi de bir yani. Mutlaka bir sebebi vardır. Mutlaka bir ip vardır arkasında diye düşünüyoruz. Oysa şimdi bizim bu geleneksel fenomeni anlamak için geleneksel sınıflandırmayı kullanmamız lazım. Bana kalırsa öyle. Onun için de bu sınıflandırmayı şöyle yaptım ben: olağanüstü şeyler herkesten sadır olabilir. Ama bunu nasıl telakki ediyoruz, nasıl düşünüyoruz? Birincisi, en köklü olanı mucizeler ve kerametler. Burada sizin hiçbir dahliniz yok, hiçbir çabanız yok. Doğrudan tanrısal bir yardımla siz bunları yapıyorsunuz. Bu peygamberlerin kerametleri ki en güzel örneği az evvel söyledim: Hazreti Musa’nın ejderhaya dönüşen yılanının diğer yılanları yutması. Çünkü o diğer yılanlar bir büyü pratiğinin ürünü. Onun arkasında ip var, onun arkasında sebep var. Ama Hazreti Musa’nın yılanında şöyle bir şey görüyorsunuz: Sebepleri ortadan kaldıran, hiçbir şeyle ilintilenmeyen bir şey var. İkincisi ise istidraç denilen olaylar. Bunlar genellikle riyazet metotlarıyla yapılanlar. Yani bir Hint gurusu havaya uçtuğunda bir Müslüman veya Hristiyan nasıl açıklar bunu?
–İstidraçla açıklar, aslında dışlamak için yapıyor bunu değil mi?
-Evet, yani bir yerde de izah edemezsiniz. “Bu adam bunu nasıl yapıyor?” meselesini. Şimdi der ki yani bu olağanüstülük olabilir ama bu insan bünyesine hakimiyetle ilgilidir. Yani bir kutsal yardım değildir. Bir sebebe dayanır orada da.
-Bir sebep-sonuç ilişkisi kurarak, izah etmeye ve rasyonalize etmeye çalışıyor.
-Tabii ki. Bunun bir üçüncüsü var. İstidraç da netice itibariyle nefsinizi kontrol ediyorsunuz falan. Bir de büyü ve sihir pratikleri var. Bunlar aslında modern bilimin de temelinde olan şeyler. Yani simya dediğimiz olgu.
-Schopenhauer bundan çok fazla bahseder bu arada. Yani en temel kitapları yeni tercüme edildiği için pek çok kimse farkında değil. “Büyü” diye bir başlık açmış. İrade ile alakalı. “Doğadaki İsteme Üzerine” kitabı yeni tercüme edildi. Orada büyü meselesine giriyor. Ve iradenin gücüyle mümkün olabileceğini söylüyor. Çok enteresan. Bu kadar rasyonel bir kafa bu konuda böyle bir açıklama getiriyor.
-Evet. Yani bunlar çok şeydir. Yani bu büyü-sihir pratikleri dediğim gibi hem bilimin de bir yerde temeli… Çünkü burada bir şey yapıyorum; bunu canlandırıyorum. Orada da aynı şey canlanıyor. Buradaki vudu bebeğine iğne saplıyorum, orada da birinin ayağı acıyor. Bu bir deneydir aslında bir tarafıyla.
-Bu deneyi de veriyor Schopenhauer. Çok enteresan. Tavsiye ederim. Hocam peki mesela günümüzde de Hindistan, yani o Güneydoğu Asya bölgelerinden bazı karakterler görüyoruz. YouTube’da işte performanslarını görüyoruz. Hatta tarikatlar kuruyorlar. Bazı şovlar yapıyorlar. Biz bazen kolayca hileyi fark ediyoruz. Buna rağmen hem Batı’dan hem Doğu’dan tarikatın müritlerini görüyoruz orada. Büyük bir kalabalık, biliyorsunuz. Yani bir üflüyor, bir şeyler yapıyor ve elinde bir hap gibi bir şey var. Yani dikkatli bakınca görülüyor mesela bu. O müritler de görüyorlar. Yani o videoları sadece biz izlemiyoruz mesela ama müritlerinden bir şey kaybetmiyorlar hocam. Çok enteresan değil mi bu? Yani düzenbaz olduğu belli mesela. Ama hala bunun alıcısı var. Bu ilginç değil mi?
“İnsan zihni manipülasyona çok açık”
-Bu şöyle; insan zihni çok manipülasyona açık bir zihin. Yani oradaki inananlar onu görmüyordur. Biz görüyoruz. Ve görmek istediğimiz için görüyoruz aslında.
-Aslında siz şunu söylüyorsunuz. Yani biz şüphelenme yönünde irademizi kullanıyoruz. Onlar inanma yönünde iradesini kullandığı için böyle oluyor.
-Tabii, meşhur Sülün Osman hikâyesi de vardır ya. Bir köşede oturur. “Aa, işte pazar günü bileziklerimi bozduracaktım da bozduramadım. Perişan oldum” falan. “Ne kadara bozduracaktın?” Normalde piyasası 15 bin lira. “3 bin lira” deyince insanlar alırlar ondan. Ve Sülün Osman mahkemeye çıktığında “Beni dolandırmak istiyorlardı. Ben de onları dolandırdım” der. Yani aslında böyle de bir şey var. Yani bugün Hindistan’dan çok örnek görüyoruz. İşte havada duruyor, şunu yapıyor, bunu yapıyor. Buna insanlar zaten hazır geliyorlar. Yani aslında bir ürün bu. Ve o ürün de onlara verilebiliyor rahatlıkla.
-Asıl merak edilen şeyi soracağım size. Yani Batı’daki bu Hindistan’da veya başka yerlerde insanlara olağanüstü gelen bazı şeyler de görüyoruz. Yani sahtekar olmuyor adam işte. Adam kolunu kaldırıyor, kolu çürüyor falan. Bu tür şeylere bilim dünyası nasıl bakıyor? Zaman içinde gelişme nasıl oldu, diye sormayacağım. O sorunun cevabı muhtemelen çok uzun olacaktır. Ama şu anda bilim dünyası bu meselelere nasıl bakıyor sizce?
-Bunları anlamaya çalışıyorlar, onu söyleyeyim. Yani şu anda mesela psikanaliz ve beyin fonksiyonları, frekanslar üzerinde çalışmalar var. Meditasyon bizde ne yaratıyor mesela? Beynimizde ne oluyor? Mistik bir birlik duygusunu yaşıyoruz. Yani aslında bizim böyle tamamen ötelediğimiz, “ya bunlar insanların vehimleri” dediğimiz şeylerin nörolojik karşılıkları olabilir. Ve bizim bilmediğimiz bir metot keşfedilmiş olabilir. Bunları tamamen ötelemek yerine modern bilim dünyası da bunlar üzerine şu anda düşünüyor.
-Önyargıyla yaklaşmamalı bilim diyorsunuz. Ve aslında da yaklaşmayan bilim adamları var tabii ki.
Yeni kitap projeleri
-Yani şimdi bir insan kendi iradesiyle vücudunu dondurabiliyor ya da mezarın içine girebiliyorsa bunun adı ister keramet olsun, ister istidraç olsun, adını ne koyarsak koyalım. Ama bunu yapabiliyorsa nasıl yapabildiğini anlamamız lazım. Ve hani bizde şöyle bir şey var. Yani “mutlaka ip vardır’dan ziyade insan beyninin, belki de insan iradesinin ulaşabileceği sınırları görmek adına önemli bir şey olabilir bu.
-kitaplarınız ilgiyle okunuyor. En son Suret Perdesi’ni yazdınız. Orada ne anlatıyorsunuz? Ona da kısaca değinelim.
-Suret Perdesi’nde şöyle: Osmanlı’nın son, Cumhuriyet’in ilk yıllarında çok ilginç bir fenomen var. Tekke çevreleriyle sahne sanatları arasında çok ilginç ilişkiler var. Ve bugün bizim bildiğimiz pek çok meşhur isim, Çetin Altanlar, Fevzi Çakmaklar, Adile Naşitler, hepsinin içerisinde olduğu bir ünlüler geçidi gibi, o dünyaya ilişkin, o yılların sosyal hayatına ilişkin bir kitap. Sahne sanatları ve dervişler.
-Bununla ilgili bir konferans verdiğinizi hatırlıyorum Cağaloğlu’nda.
-Cağaloğlu’nda şöyle bir konferans vermiştim. Cumhuriyet’in ilk yıllarında değişen eğlence hayatına ilişkin.
-O da kitabın içinde yer alıyor mu?
-O da onun bir parçası. Aslında onu daha genişleteceğim ilerleyen yıllarda. Belki o müstakil bir şey olabilir. Bir kitap çalışması daha var. Daha doğrusu iki tane. Bir mistisizm ansiklopedisi gibi bir şeyin üzerine çalışıyorum. Yani bir 200-300 maddelik Avrupa’da “For Dummies” denen ya da “Introduction” kitapları denilen tarzda bir kitap. Bir de şey üzerine çalışıyoruz bugünlerde. İstanbul’un işgal günlerinde, burada ruhçuluk, spiritizma, manyetizma gibi işler çok yaygın. Prens Sabahattinler’den işgal kumandanı Benett’e kadar… Bunlar çok yaygın. Bunların üzerine bir çalışmamız daha var.
-Ben bunların 24 saate sığdığına inanamıyorum. Sizde bir Tahrazim ışıkları görüyorum. Yani konferans veriyorsunuz, bir yandan YouTube kanalınız var, sosyal medyada durmuyorsunuz. Yani polemiğe de giriyorsunuz orada, bir yandan kitaplar yazıyorsunuz. Nasıl vakit ayırıyorsunuz?
-Şimdi şöyle söyleyeyim. Üç şey önemli der eskiler: “Kılletüt taam, kılletül kelam, kılletün nevm”. Şimdi bende kılletül kelam yok. Ben çok konuşurum. Kılletüt taama dikkat ettiğim de söylenemez. Fakat Kılletün nevme ağırlık veriyorum. Uykusuzluk bende çok, uyumam. Tek bir şey yani: uykusuzluk. Uykusuzluk bizim sermayemiz. Yani uyuduğum her anı zarar olarak görüyorum artık. Bizim sermayemiz de o. Sermayeyi kullanıyoruz gittiği yere kadar.
-İnşallah nice kitaplar yazarsınız. Çok teşekkür ediyoruz.
MUSTAFA BOZKURT: Ben teşekkür ediyorum.