Müslüman Roma; Devlet-i Âliyye ve Senfonik Milletleşme

Mevcut ulus devletler kalabilir, yenisi de kurulabilir ama bunlar geleceğin inşasında gerekli temel taşlarıdır.  Geleceği inşa edecek olan, senfonik milletin tekrar ihya edeceği bir insanlık ümranı olarak büyük çatı yani Devlet-i Âliyye- Müslüman Roma hedefidir. Bu ümran'ın özü ve iç kalesi, Türkiye Cumhuriyetidir. Büyük çatısının coğrafyası Mezopotamya-Akdeniz havzasıdır ama sınırları yoktur. Bayrağı çoktur ama ortak bayrağı kırmızı ay yıldızlıdır. Dini Adalet, milleti İbrahim milleti, Kalpgâhı Anadolu, Başkenti Ankara, Payitahtı ise Darüsselam yani İstanbul’dur. Girişinde şu yazar: ‘Mazlumların koruyucusu, Devlet-i Âliyye’ye hoşgeldiniz.’
Şubat 17, 2025
image_print

Geçmişin arabalarıyla hiçbir yere gidemezsiniz.

Maksim Gorki

Cemal Süreya, Ziya Gökalp için, “geriye döndükçe toparlayıcı ama ileriye boş bakışlarla bakan düşünür” der. Türkiye, eski müesses düzenin dönüşümünü demokratik süreçle devam ettirirken memleketin birçok siyasi ve entelektüel figürünün bu zarif tanımdaki gibi, geleceğe dair hiçbir fikrinin ve tasavvurunun olmadığı görülüyor.

Eski düzen, geçmişin inkârı ve geleceğin belirsizliği üzerinden günü kurtarma telaşını ifade ediyordu. Ve bu geçmişten hala kurtulamayan zihinler yarını da konuşmayı bilmiyorlar. Oysa şimdi ‘Gün’ kurtarıldı, yani büyük çöküşün üzerinden yüz yıl geçti ve artık geleceğe bakma zamanıdır.

Sürecin özü: Normalleşme

Kürt meselesinin çözümünü de içeren demokratikleşme süreci, aslında millet olarak yeniden geleceğe bakabilen bir özgüvenin tesisini sağlayacaktır. Bu, kelimenin tam anlamıyla bir normalleşme sürecidir. Anormal olanın yani eski Türkiye’nin korkular ve imtiyazlar üzerine kurulu iç-dış siyasetinin değiştirilmesi ve milletin her anlamda güçlendirilmesini içeren eşitlikçi bir demokratik düzenin kurumsallaştırılması, sürecin nihai hedefi olmalıdır.

Değişim sürecinin tam ve kamil manada en az bir nesil sonra meyve vereceği unutulmadan, var olan dönemi en az hasarla, en az çatışmayla, en az gerilimle ve en önemlisi de en az hatayla atlatmaya çalışmak gerekiyor. Çünkü asıl büyük ve önemli işler bundan sonra yapılacaktır. Yaşanan süreç, zemin temizliği ve devletin millet tarafından temellükü tamamlanırken; milletin bütün unsurlarıyla daha fazla güçlendirilmesi, birikmiş enerjisinin heba edilmeden doğru kanallara akıtılması ve yaşadığı iyi-kötü deneyimlerin tecrübesiyle daha adil ve özgür bir düzenin kurucu iradesinin olgunlaştırılmasıyla tahkim edilecektir. 

Ortadoğu’nun sosyal ‘enerjisi’

İslam dünyasının kadim topluluklarını etnik kavramlarla kategorize edersek, Türkler, Araplar ve İranlılar, emperyalist kuşatma altında düşük yoğunluklu bir var kalma çabası ile boğuşmaktadırlar. Kürtler, Arnavutlar, Filistinliler ve Peştunlar gibi ümmet içinde tarih sahnesine daha etkili çıkmak için çaba gösteren, genç, dinamik topluluklar ise yeni enerji kaynakları gibidir. Doğru ve bir üst çatıda organize olma koşulları oluşmadığı için bu enerjik halklar, şimdilik ilk buldukları dil, üslup ve örgütlenme tarzı olan Milliyetçiliğe sarılmış durumdadır. Çünkü bu halklar, Osmanlının yıkıntıları altında kalmamış, yani bu yıkımı bizzat değil, dolaylı olarak yaşamış bu nedenle de ümmet adına harekete geçirilebilecek bir topluluk enerjisini saklamış, ancak kendilerini 20. yüzyıl boyunca varoluşsal bir tehdit altında hissederek, fazladan var kalma çabasına yönelmiş halklardır. Bu açıdan, ümmet adına, batıyla büyük hesaplaşma davası yerine lokal ve yer yer de tüketici eylemlere yönelebilmekte, hatta var olma davalarını her şeylerinin önüne geçirebilmektedirler. Oysa tarihte hiçbir topluluk salt kendisi olarak, kendi kararıyla ve arzusuyla sahne almamıştır. Örneğin 20. yüzyıl boyunca var olan birçok halkın ve devletin kaderi, Stalin, Churcill ve Wilson’un iradesiyle şekillenmiştir.

Genelde İslam dünyasının özelde Mezopotamya-Akdeniz havzasının Osmanlı sonrası yaşadığı travmaya son vermek ve bütün kadim bölge halklarının yeniden ortak bir kader etrafında geleceğe yürümesini sağlamak için büyük bir çatıya ihtiyaç vardır. Bölgemizin geleceğini büyük güçlerin yeni strateji oyunlarına teslim etmemek için, bölgemizde bir büyük gücün inşası kaçınılmazdır. Bu bağlamda, Türkiye’nin de, Arap dünyasının da, Kafkaslar ve Balkanların da, Afrika ve Orta Asya’nın da büyük ve tarihsel bir ortak irade etrafında toparlanması, geleceğimizin en önemli sigortasıdır. Ancak böyle bir irade, bütün halkların toplumsal enerjilerini bir üst projede birleştirerek, var olma davalarını engellemek bir yana teşvik edici bir siyasetle doğru yöne kanalize edebilir. Bunu yapacak olan irade, tarihte kendi var oluşuna dönüp bakmalıdır.

Tarihte Selçuklu devri olarak bilinen dönem, derin İslam aklının Abbasi eliti üzerinden keşfettiği Türk enerjisinin ümmet adına örgütlenmesini ifade eder. Türk kabilelerinin iç savaşlarıyla tarihe çıkma çabası, var olma ve fethetme dinamiği üretmiş, bu dinamik ise Arap aklının açtığı kanallar sayesinde büyük bir imparatorluğa temel olmuştur.

Türkler,  bölgeye ilk geldiklerinde, göçebe kimlikleriyle birçok yerli ama yozlaşmış asil sınıflar tarafından barbar-kölemen olarak aşağılanmış, hem İran, hem Arap, hem de Bizans yönetici sınıfları tarafından bir bela olarak görülmüştür. Ancak Abbasi hilafeti, büyük bir sağduyu ve vizyonla Türkleri dışlamak ve aşağılamak yerine, onore ederek ve onlara kendi yetenekleri doğrultusunda onurlu bir yer açarak değerlendirme yolunu seçmiş, böylece Arap, İran, Türk ve Kürtlerin ortak iradesi olan Selçuklu sayesinde İslam dünyası büyük bir yok oluşun eşiğinden dönmüştür.

Aynı şekilde Osmanlı’nın kurucu unsuru Kayı Türk aşireti de; hem fetret döneminde Anadolu’daki  kaotik ortamdan rahatsız olan ortalama Anadolu Müslüman ve Hıristiyan orta sınıfların, hem de 1204-1270 yılları arasındaki Latin istilasından sonra Katolik Latin kalıntılarının yozlaşmış varlığına esir olmuş Ortodoks Bizans’ın yerli soylularının birlikte açtığı kredi sayesinde hızla güçlenmiştir. Böylece Osmanlılar, bir yandan batı Anadolu’da Latinize olmuş Bizans’ın tekfurlarının zulmünden Ortodoks Rum halkını kurtaran asil savaşçılar, öte yandan İslam kılıcını diğer beylikler yerine gavura karşı sallayan Müslüman dinamik olarak sahneye çıkmıştır.

Osmanlıların bu hızlı yükselişi de, tıpkı Selçuklular gibi, kendilerinden önce var olan sosyal-siyasi bir aklın yol vermesi, bu enerjiyi pozitif bir kanala akıtacak koşulları oluşturması sayesinde mümkün olabilmiştir. Doğu Roma, Müslüman Roma olmuştur.

Sonradan Osmanlı denilen Müslüman/Türk Roma’nın (Devlet-i Âliyye) devlet eliti de Fatih-Yavuz ve Kanuni dönemlerinde Kürtler, Ermeniler, Çerkezler, Arnavutlar ve Arapları, önemli misyonlarla devletin parçası, ortağı, sahibi olarak tarihte tutmuştur. Kırım Tatarları, Yunanlılar, Sırplar ve Bulgarlar’da Osmanlı sayesinde tarihlerinin en özgür ve gelişkin devirlerini yaşamışlardır.

Bu bağlamda yeni bir fetret dönemi sayılabilecek olan ve bu özelliği ile hala devam eden 20. yüzyılda, tıpkı 11.-15. ve 17. yüzyıllarda yapıldığı gibi, İslam ümmetinin ve Doğu Roma’nın hala diri kalmış enerjisini temsil eden topluluklar, kendilerini tarih sahnesine çıkmaya iten etnik ve ideolojik kimliklerine bakılmaksızın, uzun vadeli bir vizyonla değerlendirilmeli, bu enerjinin bütün Roma dünyası adına pozitif bir tarihsel rol üstlenmesinin yolları aranmalıdır.

Bu manada, Kürt olgusuna, dar görüşlülük ve tasfiyecilikle malul müesses düzenin perspektifi ve kuru bir kardeşlik retoriğinin ötesinde, tarihsel birikim ve bütünleştirici bir iradeyle bakan yaklaşım şarttır.

Sorunun özü; Sahte devletler

Bilindiği gibi, Doğu Roma-Bizans düzeni, Anadolu’da Ermeni ve Rum halkların, Balkanlar da ise Bulgar ve Sırpların dengesi üzerine kurulmuştu. Osmanlı, İstanbul’un fethinden sonra, bu dengeyi korumakla birlikte, paralel olarak Müslüman halklardan oluşan ek bir denge oluşturdu. Osmanlı; Anadolu’da Türkmen aşiretler ve Kürtleri, Ermeni ve Rumları dengeleyecek bir şekilde, Balkanlarda ise Karaman’dan iskan ettiği Türkler, Arnavutlar ve Boşnakları, Yunan, Bulgar ve Sırpları dengeleyecek bir şekilde yeni düzeninin jeokültürel sacayakları olarak konumlandırmıştı. Bu denge siyaseti, toplamda doğu’da İran’a, batıda vatikan-katolik dünyasına karşı bir iç tahkimat demekti.

Bizans, Anadolu’da Ermenilerle Rumların ayrışması ve çatışması nedeniyle hakimiyetini kaybetmişti. Osmanlı ise son dönemde Ermeni ve Rumları batılı güçlere kaptırmış, buna karşın Kürt ve Çerkez aşiretlerini özellikle doğuda Ermenilere karşı kullanarak Anadolu dengesini korumaya çalışmıştı. Batıda ise Yunan, Bulgar, Sırp ve Arnavutlar, milliyetçiliğin kara baharına kapılıp kendi devletlerine isyan ederek kendi devletleri sandıkları küçük kavim beyliklerine bölünmüşlerdi.

I.Dünya savaşı sonrası galip devletlerin bölgemizde kurdurduğu bütün bu sahte devletlere karşın, Türkiye, Anadoluda kalan yeni demografi ve denge üzerine bina edildi.

Cumhuriyet, aslında Anadolu’da, yani elde kalan son vatan parçasında can havliyle Kürt-Türkmen demografisine yaslanmaktaydı. Fakat Avrupa icadı etnik kimlikler ve dar ulus perspektifi, yeniden milletleşme adına kadim millet geleneğini de tahrip etti ve halklarımıza milliyetçilik zehirini aşıladı. Sonuçta Eric Hobsbawm’ın “milliyetçilik, açıkça öyle olmayan şeye gereğinden fazla inancı gerektirir” sözünü doğrularcasına, Türk, Kürt, Arap, Arnavut, Çerkez kimlikleri nasyonalist temelde yeniden icat edilip birbiriyle rekabete sokuldu. Oysa bu kimliklerin içeriği bir yana, bu etnik kelimelerin yeni tanımları dahi batı icadıydı.

Sonuçta kendi coğrafyamıza, tarihimize, inançlarımıza ve geleneklerimize uymayan devlet, siyaset, kimlik, ırk, etnos ve ideolojilerle kuşatılıp bölünüp küçülen ve batı lehine birbiriyle uğraşan modern beylikler dönemi başlamıştı. Tıpkı 1204 Latin haçlı istilası sonrası Doğu Roma’nın parçalanması ve latinizasyonla kendine yabancılaşması gibi, 1920’lerden itibaren latinizasyon batılılaşma adıyla tekrar bölgemizi istila etti.

I.Dünya savaşının galipleri, Musul-Kerkük’e el koyarken, Kürtleri hem dört parçaya bölerek hem de yeni Türkiye’ye karşı bir şantaj unsuruymuş gibi sunarak, cumhuriyet elitlerinin bölünme ve yıkılma korkularını -bir şartlı refleks- gibi Kürtler üzerine yıktı. Cumhuriyeti bu korkularla yönetilebilir hale getiren batılı güçler için yapılan iş artık basitti; Kürtlüğü kışkırtıyormuş gibi yaparak devleti, devleti de Kürde karşı kışkırtarak Kürtleri yönettiler.

Cumhuriyet, Kürtlerle doğru ve olumlu bir ilişki kuramadı. Gerek din politikası, gerekse Alevilik politikası, özünde Kürtleri tehdit olarak gören, daha doğrusu Ermeni ayrılıkçılığından bakiye bir bölünme endişesinin sonucuydu. Bu bakışın arka planında, Ermeni tehcirinin bir şekilde Kürtler üzerinden intikamının alınacağı düşüncesi, yani Kürtlerle araya mesafe koyarak Türklüğe dönük olası bir saldırının önüne geçmek ve yine İran’ın Kürtleri Türkiye’ye karşı kullanabileceğine dair içgüdüsel hesaplar da vardı.

Bu nedenle Cumhuriyetin müesses düzeni, ömrünü adeta Anadolu’yu yeniden  fethetmek ve hükmetmek çabasıyla geçirdi. Bütün askeri-politik ve kültürel gücünü, merkezinde Kürtlerin olduğu Doğu’yu ve dolayısı ile köylü dindarlığını ve “öteki” gördüğü  Kürtlerin dil ve kültürünü yok etme çabasına yöneltti. Batının İslam dünyasına genel bakışındaki oryantalist vizyonu adeta ödünç alarak, kendi çapında bir Şark meselesi icat etti.

Osmanlı sonrası sığınılan Anadolu’da yeni rejime uygun uluslaşma çabasıyla başlayan süreç, bizzat bu çabayla milletleşmeyi de kökünden sabote eden bir resmi politikanın kanıksanmasını, yerleşmesini ve kireçlenmesini sağladı.

Bu bağlam içinde ele alındığında eski devletin Kürt siyaseti, özünde millet ve din konusundaki tasfiyeci politikanın etnik temelde ifadesinden başka bir şey değildir. Cumhuriyet, milleti yeniden formatlayarak, belki güvenlik endişesiyle belki de gerçekten geri kalmışlıktan kurtulmanın bir yolu olarak batılılaştırmaya çalışmış, bunu yaparken de milletin senfonik-çoğulcu etnik yapısını kültür temelinde homojenleştirmeye-tabii Türklüğü de tahrip edip yeniden formatlayarak ladino- Türkleştirmeye- ve dini karakterini batıyı tehdit etmeyecek ve batılılaşma politikasına da engel olmayacak biçimde reforme etmeye-sekülerleştirmeye- yönelmiştir.

Sonuçta, milletine dayanmayan bir ulus hakimiyeti, cumhura güvenmeyen bir cumhuriyetçilik, halkına dayanmayan bir halk partisi ve geleceğinden hep korkan bir korkular düzeni ortaya çıkmıştı.

Çözümün özü; Büyük çatı olarak Müslüman Roma-Devlet-i Âliyye

Sorunun özünü, yani Osmanlı sonrası batıya bağımlı self kolonizasyon düzenleri olarak halklarımıza dayatılmış bütün sahte devletleri dönüştürmeden, hiçbir yeni adımın atılamayacağını unutmamak gerekiyor.

Milleti birleştiren asli dinamiğin etnik, dini veya mezhebi kimlikler değil, adil ve ortak bir devlet (Devlet-i Âliyye) olduğu akıldan çıkartılmamalıdır. Özünden kopartılıp batıya rehin verilmiş devletin yeniden milletin mülküne dönüştürülmesine dönük genel, kuşatıcı ve adil bir devlet idraki, bütün sorunların çözümü için atılacak ilk adımdır.

Kürt sorunu da, onu kışkırtan batılı güçler ve işbirlikçisi olan yerli kolonizatörlerin bu köklü devletin yeniden ihyası sürecinde tasfiyesi ile çözülecektir.

Bu manada, Türklük, Kürtlük, millet, ulus tartışması yerine, gerçek bir devlet tartışması yürütülmelidir. Çünkü bu coğrafyanın gerçek-tarihsel Devletinin dini, ırkı, mezhebi, ideolojisi, sadece hürriyet, hukuk ve Adalettir. Müslüman Roma, bütün bölgenin ana rahmidir ve hürriyet ve adalet devletinin adıdır.

Bu anlamda adaleti, hukukun üstünlüğünü, hürriyetleri, insan olma ahlakını tartışmak, Türklük, Kürtlük, Araplık, Alevilik, Sünnilik gibi sosyal kimlik kavramları üzerinden çatışmaktan çok daha hayırlıdır. Zira adaletin nöbetini tutacak olan gerçek bir devlet, aynı anda hem büyük Türkiye, hem Kürdistan, hem Irak, Suriye, Filistin, Arabistan, hem Azerbaycan, Gürcistan, Çerkezistan, Arnavutluk, Bulgaristan, Yunanistan, Ermenistan, Boşnakistan…olacağı için, Wilson’un, Stalin’in, Churcill’in bütün sahte devletlerini onlara geri iade etmemizi sağlayacaktır. Navarin bozgununda başlayıp, Balkan faciasıyla süren, Reval toplantısında kararlaştırılıp Sykes-Picot ile sınırlara bölünen vatanımızın şark meselesi parantezi, ancak mevcudun bütününü gören geniş bir açıyla bakılarak kapatılabilir.

Senfonik Milletleşme

Adalet devletin idrakinin sosyal kökü, senfonik millet şuurudur. Çok kültürlü toplumlarımıza yakışır çok sesli senfonik bir milletleşme idraki ve bunu yönetecek bir üst devlet çatısı bütün çözümlerin anasıdır. Ulus anlamında kullanılan millet kavramının önüne arkasına etnik bir takı ekleyerek toplumu homojenleştirmenin birliği ve dirliği sağlayacağına olan inanç, 20. Yy ın düşük yoğunluklu iç savaşlarla geçirilmesine, on binlerce insanımızın ölmesine, bin bir acı, zulüm, katliam ve travmanın yaşanmasına sebep olmuştu. Hiç bunlar yaşanmamış gibi hala aynı sebebi çözüm diye sunan, hala etnik kavramlarla çok etnikli bir toplumu bir arada tutmaya çalışan iflah olmaz cehaletin kendini milliyetçilik veya millilik gibi sunması, gerçekten artık tartışmaya bile değmeyecek kadar bıkkınlık vermiştir. Ulus kavramı, uluslaşma, askeri-tarım imparatorluklarını yıkan burjuvazinin 19. Ve 20. Yüzyıl formülü olarak artık fiilen tükenmişken, batıda ve doğuda artık bölgesel bütünleşmeler, entegrasyonlar, ulus-ötesi birlik formülleri, hatta küresel vatandaşlık teorileri tartışılırken, herkesin yeni doğan çocuğu böyle bir dünyaya büyürken, geçmişin arabalarından bir türlü inmeden geleceği konuşmanın hiçbir anlamı yoktur.

Her yeni formülü, fikri, projeyi, öneriyi Türklüğün (veya Kürtlüğün) yok edilmesine dönük bir hamle gibi algılayan bu refleks, Türklüğü (veya Kürtlüğü) fasit bir dairede sonsuza kadar dönüp duracak değişmez bir kaderin sabit değeri gibi görmektedir. Oysa var olan hiçbir şey kendini yenilemediği sürece asla ölümsüz değildir ve bu toplumlar ve devletler için de geçerlidir.

Ulus, öyle ya da böyle 20. Yy.ın siyasal formülü olarak tabii ki bir süre daha devam edecek bir realitedir ve bu gün bu realiteyi yok etmek kimsenin elinde değildir. Bu siyasal birimler tarihin eko-politik süreçlerinde şekillenir, değişir, gelişir veya işlevsizse yok olur. Bunu tartışmak bile abestir. Ama bir arada yaşama, farklılıkları tanıma, çokluk içinde bir olabilme,  dilleri ve kültürleri yan yana, iç içe, koruyup yaşatma, etnogenezi, ortak toplamın bileşenine dönüştürme gibi başka gerçeklikler de vardır. Buna millet denir. İşte uluslaşma, aslında bu fiili millet gerçekliğiyle çelişki içindeyse bir soruna dönüşür ve Türkiye milletleşmesini tamamlamış-ve aslında başarılı- ama uluslaşmasını henüz tamamlayamamış bir ülkedir. Çünkü sorun, ulus devletin milleti uluslaştırmaya çalışmasından doğmuştur.

Ulus ve millet ayrımı yapmadan yürütülen her tartışma eksik, yanlış ve yanlış anlamaya müsaittir. Türk ulusu, uluslararası sistemle uyumlu resmi bir formülasyondur ve istenirse tek tipçi-homojen istenirse de bir çok başka ülkede olduğu gibi homojen olmayan daha esnek, çoğulcu bir entegrasyon biçimiyle de var olabilir. Türkiye Cumhuriyeti  bilinen endişelerden dolayı birlik ve dirliği, üniteryan-homojenleştirme de gördüğü için Kürt kimliğini bastırma ve Türkleştirmeyi tercih etmiştir. Sonuçta, ulus, resmi, idari ve devlet merkezli bir şekillendirme sürecidir. Ama millet, tarihsel, kültürel ve dini bir terkibin adıdır ve devlete rağmen de var olabilen daha derin bir ana rahmidir.  Kürtleri ve diğer farklı etnosları Türk kavramıyla birleme çabası, zoraki bir üniterlik var edebilir-kısmen etmiştir de ama, dirlik ve düzeni sağlayamamıştır. Millet kavramı ise devlet ve onun ulus’u şeklinde bir etnosla değil, İslamla tanımlanabilir ve İslam, etnosun da mezhep veya başka bir ideolojik kimliğin de üstündedir. İslam milletinin ırkı da etnik kimliği de mezhebi de sadece İslamdır. Bu nedenle Türkçü, Kürtçü, ulusalcı, solcu, Mezhepçi bütün faşizan unsurlar, İslamofobiktir. Batı istilasının tortuları olan bu unsurların İslam’a olan öfkesinin nedeni, istilacıların amaçladığı self kolonizasyonun İslam yüzünden bir türlü tam olarak sağlanamamasıdır. Bu unsurların çoğu, bu işlevlerinin bile farkında olmayacak bir şekilde sadece İslama değil, bu topraklara ve tarihe yabancılaşmıştır. İslamın İ’sini anlayamadıkları gibi, milletin M’sini de hala anlayamamaktadırlar. Bu dramatik yabancılaşma biçimi, ayrı bir bahis konusudur.

Türkiye, İslam milletinin homojen terkibinin payitahtıdır. Türk ulusu, Türk devleti, Türk ordusu,  son tahlilde Kürdün de Arabın da, çerkez, Gürcü, Arnavut vb. tüm millet bileşenlerinin yani Anadoludaki İslam milletinin resmi çatısıdır. Bu müesses ulusallık dahi, bütün varoluşunu, varlık ve bekasını bu İslam milletinin tarihsel varlığına borçludur. İşte modern ulus yaratma projesi, bunu unuttuğu veya bu özüyle çatıştığı her durumda hem meşruiyeti tartışılır hem de dirlik ve düzeni bozulur. Nitekim Kürt sorunu başlığı ile olan biten trajedi, devleti yönetenlerin ayrılıkçı-bölücülerle çatışıp vatanın bütünlüğünü koruduklarını zannederken, aslında milletin özüyle ters düşen bu ulusçuluk inadıyla milleti prosruktes yatağına* sığdırma çabasının eseridir. Bütün bu yanlış politikalara rağmen hala milletin bölünmemesi ve ülkenin dirlik ve düzeninin demokratik zeminde sağlanabildiği vasatın olabilmesinin temelinde İslam milleti şuurunun hala aktif olması yatmaktadır. Bu gerçek, batının, İngiltere’nin, Fransa’nın Rusya’nın veya Nato’nun tayin edebileceği veya silebileceği bir konu değildir. Bu nedenle bütün çabalara rağmen Türkiye İslam milleti, bütün farklılıklarıyla hala bir ve bütündür. Yani kendini İslam milleti olarak gören toplum çoğunluğunun her şeye rağmen etnik bir sorunu yoktur. Ama Türk ulusu, Kürt ulusçu kimliği karşısında, Kürt ulusçuluğu ise Türk ulus devleti karşısında tıkanmış ve çaresiz durumdadır. Çünkü milletin doğal varoluşunu, ulusun gayrı tabii kimliğinde erimeye veya ayrışmaya zorlamaktadırlar.

Devlet politikası yapılarak üniter yapıyı koruma formülü olan Türk ulusçu yaklaşım, karşısında konumlanan benzer bir yanlışı da teşvik ve tahrik etmiştir. Kürt milliyetçiliği, Kürt devleti talebiyle Kürt ulus devleti hevesine kapılmış, İslam milletinden bir alta, Kürt aşireti düzeyine inerek sadece Kürt ağalarla yönetilen ayrı Kürt konağı ister hale gelmiştir. Belki 20. Yy.lın başında her kavme bir ulus icat eden emperyalistler, diğerlerinin yanında Kürdistan ulus devletini de kurarak bugüne başka sorunlar hediye(!) bırakabilirdi ama galiba coğrafyayı o kadar değerli görmedikleri için veya Kürtleri fazla dindar buldukları ve Ermeniler ve Süryanilerle çatıştıkları için ya da dört devlete bitmeyen bir sorun yaşatmak için, bu iyiliği(!) yapmamışlar. Şimdi 20. yüzyıl bütün ürünleriyle biterken ve yeni binyıl çok başka dinamiklerle şekillenirken geçmişin arabasına binme heveslisi Kürt milliyetçilerinin bu gecikmiş heveslerini nasıl tatmin edeceği ciddi bir sorundur.

İnsanoğlunun en ontolojik varoluşu olan etnosun kendi doğal sonucunu yaşayamaz hale geldiği her durumda asla dinmeyecek bir etnik ana rahmi ihtiyacı vardır ve Kürtler de bu rahmi başka bir yerde göremezse tabiidir ki kendi rahimlerine çekilirler. Tıpkı 20.yy başındaki Türkler gibi. Kendini evinde hissetmeyen, kendine başka bir ev arar. Şimdi olan budur ve Kürt olmayanların bir türlü anlamak istemediği budur.

Ortak ev, ortak çatı, ortak ana rahmi, mevcudun büyütülmesi ve tarihsel olan ölçeğe kavuşturulmasıyla kurulabilir. Bu büyümeyi, teritoryal bir emperyalizm zanneden batıcı ulusçu kafalar, Osmanlıcılık hevesi diye aşağılamaya çalışıp, ABD, İsrail, AB, Rusya, İran’ın grand stratejilerine vermedikleri tepkiyi nedense Türkiye’ye, Türkiyeci vizyona vermekte, Sykes-Picot sınırlarına ilahi ve nihai harameyn muamelesi yapmaktadırlar. Belki de görevleri budur, bilemiyoruz ama bu kafaların Türklükle Kürtlükle Araplıkla İslam kimliği temelinde bir sorunları olduğu ve bu halklar arasında sınır çizip husumet mayınları döşemekten başka bir misyonları olmadığı açıktır. Ülkenin, devletin, Cumhuriyetin, Türklüğün veya Kürtlüğün ev sahibi edasıyla konuşarak bu bölücü misyonlarına aykırı her görüşe, kişiye, politikaya parmak sallayan eski dünyanın eski rejimin self-kolonizatör unsurlarının ülkemizin ve milletimizin geleceğine dair hiç bir konuda söz hakkı yoktur.

Senfonik milletleşme, bu mayınları özenle temizleyip, bin yıllık ortak tarihsel birikimin, deneyimin ve ortak kaderin İslam milleti ruhuyla devamını ifade eder. Yani İslam milleti, ortak ana rahmidir ve kendini İslam’dan ayırmaya çalışanların bu milletin içinde yeri yoktur. Dindar, dinsiz, inançsız veya farklı mezhepten olsa da İslam milletine aidiyet duyan herkes, bu ortak rahmin çocuğudur. Aidiyet duymayan ise, isterse dindar olsun, isterse Türk veya Kürt, Arap vb. olsun, bu İslam milletine mensup değildir.

Bu anlamda, Kürt ulus devleti isteyenler-ki silahlı mücadele ve yabancı devlet ajanlığı yapmadan herkesin her şeyi isteme, yapma, savunma hakkı vardır-İslam milletini ikna etmek zorundadır. Yani artık emperyalistleri değil, Türklerin, Arapların, Arnavut, Çerkez, Gürcü vb nin onayı olmadan etnik bir parçanın kendine başka bir ulus inşa etmesi, kendi kararı değil, mensup olduğu asıl ana rahminin, yani İslam milletinin kararıyla olabilir bir şeydir. Kürt milliyetçilerinin de anlamadığı budur.

Bu coğrafyada işler Wilsonun Stalinin ulusların kendi kaderini tayin hakkı türünden rakip imperiumları bölücü yemleri ile değil, İslam milletinin bin yıldır Haçlı-Moğol istilaları, beylik iç savaşları, mezhep savaşları, İran fitneli mezhepçi ayaklanmalar ve en son 1. Dünya savaşı yıkımından süzülerek oluşmuş hassasiyetleri ve varlık-beka şuuru ile sonuca bağlanır. Bu şuurdan kopup, ulusçu-seküler Türklük adına işlenmiş cinayetleri, melanetleri, zulümleri bahane ederek İslam milletini tedirgin eden ayrışmaların neden makes bulmadığını anlamayan, anlamamazlıktan gelen, herkesin yeminli Kürt düşmanı olduğunu zanneden, hatta öyle olsun isteyen Kürtçü çoban adaylarının bu detayı asla unutmaması gerekir. İslam milleti şuuru, olan biteni ayrışmak için değil, o yanlışları terk edilip olması gerektiği gibi bütünleşmeyi sağlayacak formüller için mazeret yapar.

İşte bu şuur doğrultusunda, mevcut devletlerin uluslararası sisteme uygun fiziki varlığına dokunmadan, yani var olan üniter ulus devletleri ortak bir kazanım ve güç olarak korumakla birlikte ve 20. Yy da Osmanlı sonrası dışlanmış Kürtleri hakları olan her tür siyasi-kültürel-idari formüllerle entegre ederek, yine daha geniş bağlamda kaderini bölgedeki dost halklarıyla birleştiren azınlık halkları da katarak, bir üst çatıda entegrasyonu tartışmaya başlamak, ırk-mezhep-din tartışmaktan daha hayırlı ve daha yaratıcıdır. Artık, ya o ya bu değil, hem o hem bu, diye düşünmeyi denemek gerekir.

Kürtlerin sırtından geçinen örgüt ve partilerin bu sürece adaptasyonu, Kürtleri, Türk ve Araplarla olan mesafe ve husumete düçar eden geçmişi aşarak kimsenin kazanıp kaybetmediği kirli savaşların kurbanları olan çocuklarımızın hatırına, bu coğrafyada kardeşçe yaşamanın sahici formülleri üzerine özgürce tartışacak bir ortamın oluşmasını sağlayacaktır.

Türklerin bölünme endişesi de Kürtlerin hak talepleri de, ancak böyle bir ortamda daha sakin, sağlıklı, makul ve gerçekçi formüllerle tartışılarak sonuca bağlanabilir. Anca böyle bir vasatta, Kürt, Kürtçe, Kürdistan alerjisi de, Türk ve Türkiye alerjisi de geçmişte kalmış ders çıkarılması gereken kolektif hataların kötü anısına dönüşecektir.

Milliyetçilikler ise bir yanıyla pozitif bir asabiye dürtüsü, bir yanıyla kültürel bir aidiyet bağı olarak bölücü değil, bütünleyici-tamamlayıcı motivasyon dinamiğine dönüşebilecektir. 20. Yy göstermiştir ki, batının da teşvik ettiği etnikçi-mezhepçi ayrılıkçı projelerin kurbanı veya malzemesi olarak halklarımızı fitneleyen negatif bir milliyetçiliğin kimseye faydası yoktur.

Küresel güçlerin insanlığı hedef alan, bütün kadim değerleri tahrip ederek ilerleyen yeni istilasına karşı, en kadim olanda toplanıp, en kavi olan birliği tahkim etmek, Müslüman Roma’nın doğal mirasçısı olan Türkiye’ye yakışır.

Bu nedenle, hem Türk ulusçuluğunun hem Kürt ulusçuluğunun, içine sokuldukları anakronik dünya algısından çıkıp, geçmişe değil geleceğe bakan, makul ve mümkün olanla imkansız olanı ayırt edebilecek bir ferasetle düşünmeyi denemesi gerekiyor.

Mevcut ulus devletler kalabilir, yenisi de kurulabilir ama bunlar geleceğin inşasında gerekli temel taşlarıdır.  Geleceği inşa edecek olan, senfonik milletin tekrar ihya edeceği bir insanlık ümranı olarak büyük çatı yani Devlet-i Âliyye- Müslüman Roma hedefidir. Bu ümran’ın özü ve iç kalesi, Türkiye Cumhuriyetidir. Büyük çatısının coğrafyası Mezopotamya-Akdeniz havzasıdır ama sınırları yoktur. Bayrağı çoktur ama ortak bayrağı kırmızı ay yıldızlıdır. Dini Adalet, milleti İbrahim milleti, Kalpgâhı Anadolu, Başkenti Ankara, Payitahtı ise Darüsselam yani İstanbul’dur. Girişinde şu yazar: ‘Mazlumların koruyucusu, Devlet-i Âliyye’ye hoşgeldiniz.’

Denenmiş olan, en sahici olandır. ‘Tarih tekerrür etmez ama kafiyeli davranır’.

Türk, Kürt, Arap ve diğer halklar, ancak ve sadece böyle bir ülkede etnoslarını koruyabilir, dillerini kültürlerini geliştirip evrenselleştirebilir, inanç ve değerlerini yaşayabilir, kimliklerini haysiyet ve asaletin tecellisi olarak gururla taşıyabilirler. Aksi halde, küresel bir savaş halinde, topyekûn yenilme, topyekûn yok oluş kaçınılmazdır.

“İnsan geçmişin yok olması karşısında kolay avunur; asıl kaldırılamayan, geleceğin yok olmasıdır.” (Amin Maalouf, Doğu’dan Uzakta)

 

*Prosruktes yatağı; Eski Yunan masalında bir Prosruktes isimli bir canavar, kurbanlarını kaçırıp evindeki, yatağa uzatırmış, boyu büyük gelirse testereyle keser, küçük gelirse mengeneyle uzatırmış. yani illa o yatağa sığdırmaya çalışırmış.

Ahmet Özcan

Ahmet Özcan: Nüfus kaydı ismi Seyfettin Mut. İ.Ü. iletişim fakültesi mezunu (1984-1993); yayıncılık, editörlük yapımcılık ve yazarlık yaptı. Yarın yayınları ve haber10.com haber sitesinin kurucusu. Ahmet Özcan, yazarın müstear ismidir. -Yer aldığı Dergiler: İmza (1988), Yeryüzü, (1989-1992), Değişim (1992-1999), haftaya bakış (1993-1999), Ülke (1999-2001), Türkiye ve dünyada Yarın (2002-2006) Yayımlanmış Kitaplar: -Yeni bir cumhuriyet için- -Derin devlet ve muhalefet geleneği- -Sessizlik senfonisi- -Şeb-i Yelda- -Yeniden düşünmek- -Teolojinin jeopolitiği- -Osmanlının Ortadoğu’dan çekilişi- -Açık mektuplar- -Davası olmayan adam değildir- -İman ve İslam- -Yenilmiş asilere çiçek verelim- -Tevhid adalet özgürlük- -Devlet millet siyaset.
Kişisel web: www.ahmetozcan.net - www.ahmetozcan.net/en
Mail: [email protected]

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.