20. yüzyıl Hint altkıtasının dünyaca tanınan büyük şairlerinden Allâme Muhammed İkbal, her ne kadar “Lahorî” olarak anılsa da, aslen Keşmirlidir. Doğunun son yüzyıldaki en mümtaz ediplerinden biri olan İkbal, 9 Kasım 1877’de, bugün Pakistan sınırları içinde yer alan Sialkot şehrinde dünyaya geldi. Ancak ailesinin kökleri, kadim ve hüzünlü bir coğrafya olan Keşmir’e uzanır.
İkbal’in ataları, birkaç yüzyıl önce Hinduizm’den İslam’a geçmiş ve 17. yüzyılın sonlarında Keşmir’den Sialkot’a göç etmişlerdir. Dedesi, 19. yüzyıl başlarında bu göçü gerçekleştiren kuşağın mensubudur. Ailesinin önde gelenlerinden Şeyh Sâlih Muhammed, Keşmirli Panditlerin “Supro” kastına mensup, tanınmış bir şahsiyettir.
Allâme İkbal, bir lider, bir mütefekkir ve şair olarak, atalarının yurdu olan Keşmir’e karşı daima derin bir sevgi ve bağlılık duymuş, bu coğrafyanın halkını uyandırmak için şiirleriyle, düşünceleriyle mücadele etmiştir. Keşmirli kimliğini gururla taşır, “Biz aslında Keşmirliyiz; köyümüz Kulgam civarındadır, dedemiz oradan göçmüştür” derdi. Onun, bu sevdayı ve aidiyet duygusunu dile getirdiği şu mısraları, ruhunun derinliklerinden kopup gelen bir vefa yankısı gibidir:
“Tenim, Keşmir cennetinin bağından bir güldür,
Gönlüm Hicaz Kâbe’sinden, ezgim Şiraz’dandır.”
Vatansever ve toplumcu şiirleriyle, sömürgeciliğe karşı verdiği entelektüel mücadele Allâme Muhammed İkbal’i, 20. yüzyılın en önemli siyasi düşünürlerinden biri hâline getirmiştir. İnkârı mümkün olmayan bir hakikattir ki, İkbal, hayatını büyük ölçüde atalarının yurdu olan Keşmir’in siyasi ve iktisadî bağımsızlığına adamıştır. Derin yoksulluk, sistematik sömürü, baskı ve cehaletin altında ezilen Keşmir halkının hâli, onun zihninde silinmez izler bırakmış, ruhunu derinden yaralamıştır. İkbal, her zaman boyunduruk altındaki Keşmirlileri, vakur ve yüce bir millet olarak tasvir etmiştir.
Yazılarında ve şiirlerinde, Keşmir’e ve onun mazlum halkına duyduğu içli sevgi açıkça hissedilir. Dogra Hanedanlığı döneminde Keşmir’in içine düştüğü feci durum, hem onun edebiyatını hem de siyasi söylemini derinden etkilemiştir. 1921 yılının Haziran ayında Keşmir’i ilk kez ziyaret ettiğinde, Nishat Bahçesi’nde kararmış çınarların arasından yükselen dumanı ve ateşi görmüş; bu manzara, halkın çektiği acılarla birleşince yüreğini derinden sarsmıştır. Aslında yalnızca bir hukukî mesele için gelmişti, ancak iki hafta boyunca orada kalınca, halkın yaşadığı çileyi bizzat gözlemlemiş ve bu derin tecrübe, onda silinmez bir iz bırakmıştır. O dönem Keşmir, dostsuz, sahipsiz ve kaderine terk edilmiş bir hâlde idi.
Bu manzara karşısında İkbal’in dudaklarından şu duâ dökülmüştür:
“Dök mest-i aşkın bâdesinden Keşmirlinin kalbine bir katre-i pâk,
Ki külleriyle bile doğurur şûle-i aşk içre bir âteşîn hâk.”
1921 yılında Nishat Bahçesi’nde kaleme aldığı Sâkînâme adlı eserinde, Allâme Muhammed İkbal, Keşmirlilerin içine düştüğü perişan hâli çarpıcı bir tasvirle ortaya koyar. Aynı dönemde yazdığı “Mollazâde Ziğâm Lûlâbî Kaşmîrî’nin Not Defteri” adlı şiirinde ise, Keşmir’in tabiî güzelliklerini ve iç dünyasındaki derin sancıyı dile getirir. Bu şiirde, Keşmir’in Sirinagar yakınlarında yer alan ve tarih boyunca birçok ermiş, derviş ve âlim yetiştirmiş olan Lolab Vadisi’ni anlatır. İkbal, bu dizeleri Molla Zâde adında hayalî bir karakterin ağzından seslendirerek vadinin hem manevî kudretini hem de içine düştüğü durgunluğu gözler önüne serer:
“Senin pınarların titreşen cıva gibi,
Seher kuşları semanda bitkin ve suskun,
Ey Lolab Vadisi.
Minber ve mihrap harekete geçirmiyorsa seni,
Mümin için din ya ölüdür ya bir rüyâ,
Ey Lolab Vadisi.
Yürek dağlayan nağme çalgıya bağlıysa,
Gevşek telli sazdan ne çıkar ki?
Ey Lolab Vadisi.
Mollanın basîreti, ferâset nurundan yoksun,
Sûfînin meyhanesi aşk şarabından mahrum,
Ey Lolab Vadisi.
Seher vakti feryatlarıyla gönülleri uyandıracak
Öyle bir derviş doğmadı uzun zamandır bu ulusta,
Ey Lolab Vadisi.”
İngiliz Sömürge İmparatorluğu, 1846 yılında yaptığı bir anlaşmayla, Jammu ve Keşmir’in tamamını, Sih İmparatorluğu’nun eski generallerinden Gulab Singh’e adeta bir meta gibi sattı. Amritsar Anlaşması adıyla tarihe geçen bu pazarlıkta, İngilizler 222 bin kilometrekarelik bir coğrafyayı—yani Marmara ve İç Anadolu Bölgeleri’nin toplamından daha büyük bir alanı—sadece 7,5 milyon rupi karşılığında devretti. Bu meblağ, bugünün hesaplarıyla yaklaşık 105 bin Amerikan dolarına tekabül eder; başka bir ifadeyle, koca bir millet, dağlarıyla, ırmaklarıyla, ekinleriyle, anaları ve çocuklarıyla birlikte “yok pahasına” satıldı.
İngilizlerle yapılan bu anlaşmadan önce, Sih hükümdarı Maharaja Ranjit Singh’in orduları 1819 yılında Keşmir Vadisi’ni işgal etmişti. Ardından Ranjit Singh, Dogra kabilesine mensup General Gulab Singh’i Jammu’nun yöneticisi ilan etti. Zamanla Gulab Singh kendi imparatorluğunu kurdu ve topraklarını genişletti. 1846’daki Amritsar Antlaşması ise, Keşmir’de Dogra hâkimiyetinin başlangıcı oldu; bu, Keşmirli Müslümanlar için zulüm ve aşağılanma dolu yeni bir dönemin habercisiydi. Birçok yerli ve yabancı yazar, bu dönemin acı gerçeklerini belgelerle ortaya koymuştur.
Muhammed İkbal, bu utanç verici satışı “Câvidnâme” adlı eserinde öfke ve hüzünle dile getirir; Milletler Cemiyeti’ne seslenerek insanlık vicdanını harekete geçirmeye çalışır:
“Sabah rüzgârı, yolun Cenevre’den geçerse eğer,
Milletler Meclisi’ne götür yüreğimden düşen sözü.
Çiftçiyi, tarlayı, ırmağı, bağı sattılar birer birer
Bir milleti sattılar; hem de ne ucuz, ne sessizce…”
Câvidnâme’de Mir Seyyid Ali Hemedânî ve Gânî Keşmîrî ile karşılaştığında, sohbetin merkezine yine Keşmirlilerin köleliği, yıkımı ve bağımsızlık mücadelesi oturur. İkbal, aşağıdaki beyitte, halkın duyarsızlığına içli bir ağıt yakar:
“Ne umursamaz geçtiler sabah nağmelerimden,
Sanki alıp götürdü mestliği Keşmirli’nin siyah gözlerinden…”
İkbal, hayatı boyunca Keşmir semalarında dolaşan korkunç ve zalim bir kişisel yönetimin uğursuz gölgesine tanıklık etmiş; bu manzara, onun merhametli, duyarlı ve vatanperver yüreğinde derin yaralar açmıştır. O yalnızca Keşmir’in kalkınmasını istememiş, halkına gerçekleri şiirleriyle, hitabeleriyle, uyarılarıyla duyurmaya çalışmıştır. Asırlardır sindirilmiş bir milletin içinden doğan bağımsızlık ruhunu bastırmaya çalışan otoriteye karşı İkbal, bu ruhun bir kıvılcım olduğunu ve mutlaka bir gün alevleneceğini dile getirmiştir.
1925 yılında, İkbal’in teşvikiyle Keşmirli Müslümanlar, İngiliz Hindistan Valisi’ne bir muhtıra sunarak maruz kaldıkları zulmü resmî bir dille ifade etmişlerdir. Aynı zamanda, eğitimin önemini sürekli vurgulayan İkbal, Kashmir Magazine’de yayımlanan “Keşmirli Öğrencilere Burs” başlıklı yazısında, gençliğin ilme karşı ilgisizliğinden duyduğu üzüntüyü dile getirmiştir. Bu çabalar neticesinde, Lahor’daki Keşmirli Müslümanlar Derneği tarafından, Aligarh Müslüman Üniversitesi ve Lahor İslamîye Koleji’nde eğitim almaları için sekiz öğrenciye aylık 10 rupi, bir öğrenciye ise 20 rupi değerinde burs tahsis edilmiştir.
1931 yılı, Dogra baskısına karşı Keşmir halkının ilk büyük ayaklanmasının başladığı döneme işaret eder. Bu yıl, Allâme Muhammed İkbal bir kez daha Keşmir’e gitmek istemiştir. 13 Temmuz 1931 ise, Keşmirlilerin Dogra yönetimine karşı açık bir isyan başlattığı, 22 masum insanın kurşunlarla katledildiği trajik bir gündür. Bu vahşet, İkbal’in yüreğinde derin bir yara bırakmış; Keşmir davasına duyduğu bağlılığı daha da pekiştirmiştir. Onun için Keşmir meselesi, yalnızca bir siyasal mesele değil, aynı zamanda vicdanî bir sorumluluktu. Bu yüzden, bu konuda konuşma fırsatını hiçbir zaman kaçırmamıştır. Nitekim, 14 Ağustos 1931’de düzenlenen “Keşmir Günü” etkinliğinin tertipleyicilerinden biri olmuştur.
Lahor’daki Mochi Kapısı önünde yapılan büyük mitinge 50.000 kişi katılmış; toplantıya İkbal başkanlık etmiş ve kalabalığa hitaben şu sözleri söylemiştir: “Eğer Keşmir Maharajası, silahsız ve mazlum halka zulmetmeye devam ederse, bu zorba yönetimin sonu yakındır. Allah bugün Müslümanların kanına öyle bir ateş ve heyecan vermiştir ki, batıla karşı dimdik durmaktadırlar. Bugüne dek Keşmirlilere korkak diyorduk; ama bakınız, bu ‘korkaklar’ zalim hükümetin kurşunlarına göğüslerini siper ettiler. Biz adalet istiyoruz; Keşmirli Müslümanlara hakları derhâl verilmelidir.”
Temmuz katliamının ardından İkbal, yalnızca sözleriyle değil, fiilen de harekete geçmiştir. Halk için maddi yardım kampanyalarına öncülük etmiş; tutuklanan Keşmirlilere hukuki destek sağlamak amacıyla tanınmış avukatları bölgeye yönlendirmiştir. Ancak Dogra yönetimi, bu avukatların Keşmir’e girişine izin vermemiş; İkbal’in bölgeye gitmesi de yasaklanmıştır. Bu yasak, onun kalbinde bir ukde olarak kalmış ve hayatı boyunca içini sızlatmıştır. Ayrıca Haydarabad Dekken Nizamı’na mektup yazarak Keşmirli Müslümanlara mali yardımda bulunmasını talep etmiştir.
İkbal’in gösterdiği bu yoğun çabalar neticesinde, İngiliz Hindistan yönetimi, 1931 Temmuz Katliamı’nı araştırmak üzere Glancy Komisyonu’nu kurmak zorunda kalmıştır.
Allâme Muhammed İkbal, bütün Hindistan Müslümanlar Konferansı’na başkan seçildiğinde yaptığı açılış konuşmasında Keşmir meselesine büyük bir hassasiyetle değinmiş ve şu çağrıda bulunmuştur: “Keşmirli Müslümanlara sesleniyorum: Size karşı çalışan odaklara karşı uyanık olun ve saflarınızı sıklaştırın. Henüz Keşmir’de iki ya da üç ayrı siyasi partiye yer yoktur; bu dönemin en büyük ihtiyacı, tüm Müslümanları temsil eden tek ve güçlü bir yapıdır.”
5 Temmuz 1933’te İkbal, ilk fırsatta Hindistan Genel Valisi’ne yazdığı mektupla Keşmir’de giderek kötüleşen duruma dair derin endişelerini dile getirmiş, Dogra yönetimini zorbalıktan vazgeçmeye çağırmıştır. Bu mektubunda, Keşmir’de yaşanan olayların Hindistan’daki Müslümanlar arasında büyük bir huzursuzluk yarattığını ve bu gidişatın yeni toplumsal çalkantılara yol açabileceğini özellikle vurgulamıştır.
Ömrünün son yıllarında İkbal, Keşmir’i bir kez daha ziyaret etmeyi büyük bir arzuyla istemiş; ancak bu dileği gerçekleşememiştir. Buna rağmen, Keşmir halkının gönlünde daima canlı kalan şu veciz mısraları geride bırakmıştır:
“Vicdanında çınar ateşi tutuşmuş bir toprak,
Ne söner, ne soğur, ne de ölür asla…”
İkbal’in Keşmir’e dair ileri görüşlü tespitleri, bugün Hindistan’daki Modi yönetiminin uygulamalarıyla birebir örtüşmektedir. Anayasa’nın 370. maddesinin yürürlükten kaldırılması, “buldozer siyaseti”, “sığır bekçiliği” gibi mezhepsel ve ayrımcı politikalar ile nefret dili, Keşmirli Müslümanları her zamankinden daha fazla dışlamış ve marjinalleştirmiştir.
1938 yılında, vefatından sonra yayımlanan son eseri Armağan-ı Hicaz’da yer alan şu dizeler, İkbal’in Keşmir meselesine dair derin kavrayışının ve basîretinin açık bir nişânesidir:
“Bugün Keşmir tutsak, ezilmiş ve yoksuldur,
Ki basîret sahipleri ona ‘Küçük İran’ derlerdi.”
Hâsıl-ı kelâm, İkbal ile Keşmir arasında kurulan bağ, sadece bir şairle bir coğrafya arasındaki ilişki değildir; bu bağ, kanla, gözyaşıyla, dua ve direnişle yoğrulmuş kadim bir kader ortaklığıdır. Onun şiiri, Keşmir’in yitik ufuklarında hâlâ yankılanmakta; özgürlük, kimlik ve adalet arayışına meşale olmaktadır. Bugün Ceyhun (Jhelum) Nehri kıyısında oturan gençler, dudaklarında İkbal’in dizeleriyle sessiz bir başkaldırıyı mırıldanmakta; her bir mısra, kulaklarına fısıldanan ezelî bir hakikat gibi iç dünyalarında derin bir uyanışı tetiklemektedir.
İkbal’in “hüdî” dediği içsel benlik; kök salmak, yüzleşmek ve yeniden doğmaktır. Onun şiiri, yalnızca dışsal bir özgürlüğü değil, insanın kendi hakikatiyle yüzleşmesini, kimliğini sahiplenmesini ve zulme karşı dimdik durma cesaretini öğretir. Çünkü İkbal’e göre gerçek istiklâl, ruhun zincirlerini kırmasıyla başlar.
Bugün Hindistan işgali altındaki Cemmu ve Keşmir’de, bu ruh hâlâ canlıdır. Okula giden bir kız çocuğunun sıktığı taşta, gözlerinde parlayan inatçı ışıltıda, gençliğin haykırışında İkbal’in sesi duyulur. Onun şiiri zamanın ötesinden gelip mazluma seslenen bir çağrıdır: “Kalk ve kendin ol.” Her bir dizesi, bir milletin hafızasına kazınmış direnç şerhi gibidir. Ve böylece, İkbal’in kelimeleri Keşmir’in dağlarında, vadilerinde ve kalplerinde yanmaya devam eder: bir ağıt değil, bir direniş marşı gibi.