Hepimizin bildiği “Mihriban” isimli türküye ait sözlerin altında ismi yazan Abdurrahim Karakoç geleneksel halk şiirini kente taşıyıp, o edebi birikime yapılması gereken son tarihsel müdahaleyi yapıp geleneğin modern zamanlara dönüşüm sürecine katkı sunan en önemli isim. Ancak Karakoç’un bu edebi kişiliğinin yanı sıra Türkiye’nin siyasal çatışmalar ve bölünmelere maruz kaldığı 1970’lerden 80’lere ve 90’lara sarkan zaman dilimi içerisinde milliyetçi, ülkücü politik bir kimliğinin de bulunduğunu hatta bu kimliğinin kendi mahfili içerisinde güçlü bir temsiliyet taşıdığını söyleyebiliriz.
Mahzuni halk müziğinin, Karakoç halk şiirinin politik dönüşümünü sağladı
Bununla beraber 1960 sonrası kentleşmeye ve Türkiye’nin hızla siyasallaşmasına paralel biçimde, ozanın politik bir kimliğe bürünerek kır merkezli temaların dışına çıkıp Türk insanının muhatap kaldığı yeni sorunları yeni bir dil üzerinden türkülerine taşıma sürecinin bir tarafında da onu buluruz. 1960’ların sonundan itibaren Türkiye’nin hızla politikleşmesi ve 70’lerde bu politik dilin sokağa yansımasına paralel olarak Türk şiiri tematik bir dönüşüm yaşar ve Karakoç Türk sağının en gösterişli halk şairi olarak bu tarihsel öykünün şiirlerini kaleme alır. Hemşehrisi olan Âşık Mahzunî bir tarafta konumlanıp Türk solu üzerinden bu politik dönüşümün müzikal örneklerini verirken, Karakoç da bir başka zihni zeminde (ülkücü milliyetçilik) konumlanıp sözel yapıtlarını ortaya koyar.
Abdurrahim Karakoç bu öncü şiirlerini yayınlarken, onun bu özgün tematik gelişimini Türk sağı içerisinde müziğe dökebilecek bir birikimin olmaması büyük bir eksiklik olarak değerlendirilmeli. Yani Âşık Mahzunî’nin üretimini modern bir forma evirerek yeniden dolaşıma sokan Cem Karaca varken, Karakoç’un şiirlerini bu modern müzikal forma taşıyabilecek sağda bir sanatçıya rastlayamayız. Bu ancak -çok gecikmiş biçimde- 1980’lerin sonuna doğru Kaya Kuzucu ve ardından Hasan Sağındık’ın ortaya koymaya çalıştığı müzikal arayışlarda yeni üretim şarkılara, türkülere dönüşür. Ancak Karakoç’un ürettiği ve yenileyerek kente taşıdığı şiirin büyüklüğü ve etkileyiciliği karşısında Türk solunun da kayıtsız kalamadığını görürüz. Ki, bestesi halk müziğimizin alevi kökenli büyük ustası Musa Eroğlu’na ait olan “Mihriban”ın (Musa Eroğlu’na ait ve şiiri Karakoç tarafından yazılmış iki “Mihriban” türküsü vardır) plaklara, kasetlere okunuş öyküsü böyledir mesela.
Alevi sanatçı Musa Eroğlu’nun, ülkücü milliyetçi Karakoç’un şiiriyle karşılaşması
Eroğlu, 1960’ların ilk yarısına denk gelen bir Ankara ziyaretinde Ulus’taki Gençlik Parkı’na girmek ister. Ancak giriş ücretlidir ve Eroğlu’nun cebinde buraya verilecek miktarda para yoktur. O da başkalarının yaptığı gibi tellerin üzerinden atlar. O sırada gözüne yerde bulunan bir kağıt parçası ilişir. Kağıtta bir kitaptan koparılmış ya da bir kağıda yazılmış şiir vardır. Şiir, Musa Eroğlu bestelerinden birisi olan ve “Unutmak kolay mı deme / Unutursun Mihriban’ın” dizeleriyle başlayan Abdurrahim Karakoç’un “Mihriban” şiiridir. Bir süredir zihninde gezdirdiği melodi ile uyumlu olduğunu görünce meşhur “Mihriban” türküsünün birincisi çıkar ortaya. Çünkü Eroğlu daha sonra Karakoç’un, “Mihriban” isimli diğer şiirini de besteleyecektir. Bu öykü için Mehmet Çevik’in, türkülerin değişimini Musa Eroğlu üzerinden çözümlediği doktora tezine bakılabilir.

Ancak Eroğlu’nun 60’ların ilk yarısında yaptığı bu beste türküyü plağa okuması çok yıllar sonrasına denk düşer. Çünkü bir dönem sonra girdiği TRT kurumunda gelenek gereği türkülerin beste olamayacağına inanılmaktadır! Türkülerin sadece anonim nitelik taşıyabileceğine yönelik kabul, bir anlamda Türkiye’nin modernleşme seyrini anlayamamakla da ilgilidir aslında. Dolayısı ile Eroğlu, Abdurrahim Karakoç’un şiirine yaptığı bu besteyi dönemin Orta Anadolu türkülerini plaklara okuyan önemli mahalli sanatçı Zekeriya Bozdağ’a hediye eder. Ve kayıtlarda besteci olarak Bozdağ’ın ismi kalır. Çok sonraları Eroğlu’nun çalışmalarında bu türkünün altında kendi ismini görürüz. Musa Eroğlu’nun bu bestesinin bir müddet sonra 1970 ve hatta 80’lerin politik müzik tarihimiz açısından öncü isimlerinden Selda Bağcan tarafından da seslendirilmesi önemlidir. Çünkü 70’lerin sokağa taşan çatışma ortamından sıyrılıp, sanatın empati ve müzakere alanları oluşturabileceğini hissedebileceğimiz çok kıymetli Türkiye deneyimidir bence bu olay.

Karakoç’un şiirini sağcı sanatçılardan önce solcu Eroğlu bestelemiştir
Şunu da not düşelim; Musa Eroğlu tarafından 1960’ların ilk yarısında bestelenen “Unutursun Mihriban” şiiri netice itibariyle ta o yıllarda alevi ve sol gelenek içerisinde anlam bulan bir ozan tarafından notaya dökülürken, Türk sağının Karakoç şiirlerini bestelemeye başlamasının tarihini epey geç zamanlarda bulmanın kuşkusuz müzik sosyolojisi açısından açıklanmaya müsait gerekçeleri söz konusu. Karakoç’un yazdıklarının tüketicisi konumundaki Türk sağı henüz 1960’larda, 70’lerde taşralıdır ve hatta 80’lerin sonuna kadar bile modern müzik üretebilecek donanımda değildir. Ülkücü hareketin, Türk solunun modern müzik alanında üretimini yakalayabildiği yıllar ancak 1980’lerin sonuna doğrudur. Kaya Kuzucu’nun 1989 yılında çıkardığı “Bir Gün Geri Döneceğiz” isimli kaseti bir milattır bu açıdan. Kayıt kalitesi ve eserlerin orkestrasyonunda sorunlar olmasına karşın Kuzucu’nun türkü formunda çok kıymetli besteler yaptığını düşündüğüm bu çalışmada Abdurrahim Karakoç’un toplam 6 şiiri türküleştirilmiştir.
Dolayısı ile Karakoç’un, müziğimizin 1960’lardan itibaren modernleşme seyrine, yazdığı şiirlerle önemli katkılar sunduğu görülürken (Musa Eroğlu, Selda Bağcan örneği), Türk sağının modern müzikle karşılaşma sürecinde de belirleyici isimlerin başında geldiğini iddia etmek mümkün (Kaya Kuzucu, Hasan Sağındık örneği). Bu bir anlamda Türk şiirinin, Türk modernleşmesine sunduğu katlı ile de açıklanabilir bir deneyimdir bana göre. Hem Karakoç tarafından şiirimize yapılabilecek son tarihsel müdahalenin gerçekleştirilmesi (tematik dönüşüm) hem bu şiirin yeni mekanı olan kente eklemlenme çabası hem de modern müziğimizin arayışlarına yönelik katkıları böyle düşünmemizi zorunlu kılıyor çünkü.