John Perry, Greg Grandin’in AMERICA, AMÉRICA: A New History of the New World (AMERİKA, AMÉRICA: Yeni Dünyanın Yeni Tarihi) adlı kitabını inceliyor.
“An American team will win the next soccer World Cup” (“Bir Amerikan takımı bir sonraki Dünya Kupası’nı kazanacak”), demişti bir Nikaragualı çocuk bir keresinde. Bir an için onun Amerika Birleşik Devletleri’ni kastettiğini sandım, oysa Brezilya veya Arjantin’i kastediyordu.
Greg Grandin’in yeni kitabı, “America” (veya İspanyolca’da América) adının 17. yüzyılın sonlarında tüm yarımküre için kullanıldığını gösteriyor. 18. yüzyılda ise büyük kurtarıcı Simón Bolívar, “our America” (“bizim Amerika”) vizyonunu ortaya koydu: Kolonilerden arınmış, karşılıklı saygı içinde yaşayan bağımsız cumhuriyetlerden oluşan bir Yeni Dünya.
Simón Bolívar, yeni ilan edilen Monroe Doktrini’ni (Monroe Doctrine) bile Avrupa emperyalizminin reddi olarak temkinli bir şekilde karşıladı. Ancak Bolívar, Pan-Amerikan uluslararası düzen hayalini gerçekleştiremeden öldü; yine de Grandin, onun ideallerinin bugün Latin Amerika’da yaşamaya devam ettiğini savunuyor.
Vizyoner Bolívar, genişleyen Amerika Birleşik Devletleri’nin komşularına saygılı davranacağına dair hiçbir yanılsamaya kapılmamıştı. Zaten 1825 yılına gelindiğinde, Washington’daki politikacılar kendi vatandaşlarının yarımküredeki tek “Amerikalı” (Americans) olduğunu iddia etmeye başlamış ve bölgesel üstünlük iddiasını ileri sürmüşlerdi.
Kelimeler üzerindeki bu çekişme, giderek derinleşen bir uçurumun göstergesiydi. Meksika’dan güneye doğru, cumhuriyetlerini İspanyol egemenliğinden kurtaranların birçoğu, (en azından teoride) tüm halklarının evrensel haklarını tanıyan idealistlerdi. Ancak büyüyen Amerika Birleşik Devletleri’nin refahı, “çalınmış Kızılderili toprakları ve köle emeği” (stolen Indian land and slave labor) üzerine kurulmuştu ve yirmi yıl içinde, Teksas eyaletinin kurulması için Meksika topraklarının yarısının gasp edilmesiyle devam edecekti.
Daha da kötüsü gelecekti. 1855’te maceraperest William Walker, “Teksas’ı yeniden canlandırdı” (“Texas all over again”). Paralı askerleriyle Nikaragua’yı işgal etti ve Washington’un tanımasıyla kendini devlet başkanı ilan etti.
Şilili radikal Francisco Bilbao, İspanyol Amerika’da bu durumun yarattığı korkuyu şöyle özetledi: “Walker işgaldir. Walker fetih’tir. Walker Amerika Birleşik Devletleri’dir.” Bir Kosta Rika gazetesi, onun tüm “Latin Amerika”yı (Latin America – bu terimin bilinen ilk kullanımı) tehdit ettiğini yazdı.
19.yüzyılın sonuna gelindiğinde, Amerika Birleşik Devletleri; Meksika ve Nikaragua’nın yanı sıra Honduras, Haiti, Dominik Cumhuriyeti ve Kolombiya’ya da askeri müdahalelerde bulunmuştu. Washington, İspanya’nın son kolonisi Küba’nın bağımsızlığı için savaşanlara yönelik sert baskısını haklı çıkarmak için, ABD çıkarlarına uygun düştüğü her durumda dış politika hedeflerini “insan hakları” (human rights) savunusuna dayandırmaya başladı.
İspanya kaybetti, ancak Küba tam bağımsızlığını kazanmak yerine fiilen bir ABD kolonisi haline geldi ve Kübalıların insan hakları neredeyse hiç iyileşmedi.
Bolivarcı rüya
Grandin’e göre, Pan-Amerikan hümanist enternasyonalizmi ilk olarak İspanyol fethinin dehşetine (“tarihteki en büyük ölüm olayı” – the greatest mortality event in history) bir tepki olarak ortaya çıktı.
Dominikli rahip Bartolomé de las Casas ve 16. yüzyılda İspanya’nın zulümlerini keskin bir dille eleştiren diğer isimler, Bolívar ve halefleri tarafından daha da geliştirilecek olan ortak insanlık ilkelerini ortaya koydular.
“Bolivarcı rüya” (Bolivarian dream), Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Milletler Cemiyeti (League of Nations) ile küresel bir boyuta taşınabilirdi. Birçok Latin Amerika ülkesi, bu oluşumun kurucu üyeleri arasında yer aldı. Ancak ABD’nin desteğinden yoksun ve İngiltere ile Fransa gibi eski imparatorluk güçlerinin egemenliğinde olan Cemiyet kısa sürede başarısızlığa uğradı.
İdealizm, savaşlar arası dönemde geriledi; çünkü Latin Amerika, ABD’nin yeni doğan askeri-sanayi kompleksinin odağı haline geldi. Devasa silah ithalatı, isyancı işçilerin katledilmesini, muhaliflerin acımasızca bastırılmasını ve Bolivya ile Paraguay’ın aslında var olmayan bir petrol sahası için savaştığı, 150.000 kişinin hayatını kaybettiği anlamsız ve kaotik Chaco Savaşı’nı (Chaco war) besledi.
ABD deniz piyadeleri yeniden Nikaragua, Dominik Cumhuriyeti ve Haiti’yi yağmaladı.
Ancak sonunda, Franklin D. Roosevelt’in “iyi komşuluk” (good neighbor) politikası şeklinde bir tür Pan-Amerikan idealizmi ABD’de yeniden ortaya çıktı. Bu politika, samimi bir şekilde uygulanmış olsaydı, müdahale ve fetihlerden kaçınılabilirdi.
FDR (Franklin D. Roosevelt), hatta Latin Amerika cumhuriyetlerindeki anayasal düzenlemelerin ABD müdahalesini gerektirecek nitelikte olmadığını da ekledi. The New York Times, 1934’te emperyalizm döneminin “sonuna yaklaşıldığını” (“nears its end”) duyurabilecek durumda hissetti.
Grandin, büyük ölçüde bir yeniden pazarlamadan (rebranding) ibaret olan bu politikaya övgülerinde fazlasıyla coşkulu. 1934’ün, ABD deniz piyadelerinin 20 yıl süren işgalinin sona ermesinin ardından Nikaragua’da gerilla lideri Augusto César Sandino’nun suikasta kurban gittiği yıl olduğunu belirtmiyor.
Washington destekli Somoza diktatörlüğü, Nikaragua’da 1979’a kadar sürecekti. FDR’nin bu konudaki rolünü ise “Somoza bir orospu çocuğu olabilir, ama bizim orospu çocuğumuz” (“Somoza may be a son of a bitch, but he’s our son of a bitch”) diyerek mazur gösterdiği iddia edilmektedir.
Dokuz yıl sonra, Pan-Amerikanizm, FDR’nin işbirliği ve sosyal adalete dayalı savaş sonrası dünya düzeni modelinin temelini oluşturdu. Diplomat Sumner Welles’e göre, bu model “geleceğin dünya yapısının temel taşı” (“the cornerstone in the world structure of the future”) olacaktı. Latin Amerikalılar, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin (Universal Declaration of Human Rights) hazırlanmasında ve kabul edilmesinde önemli bir rol oynayacaklardı.
Grandin’e göre, o dönemde Washington, kendisiyle birlikte çalışmaya hevesli ve kaynak açısından zengin bir yarımkürenin (“an entire resource-rich hemisphere”) lüksüne sahipti ve bu fırsatı yeni bir dünya düzeni oluşturmak için kullanabilirdi.
Bu durum uzun sürmedi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Latin Amerika’da, Avrupa’dakine benzer kısa bir sosyal demokratik arada kalan dönem yaşandı. Ancak bu dönem, 1948’de Bogotá’da düzenlenen son Pan-Amerikan konferansının ardından gölgede kaldı.
Grandin, Kolombiyalı ilerici siyasetçi Jorge Eliécer Gaitán’ın öldürülmesini ve ardından yaşanan kargaşayı (“Bogotazo” – hem Fidel Castro hem de Gabriel García Márquez’in tanık olduğu olay) dönüm noktası olarak vurguluyor; çünkü bu olay konferans sırasında gerçekleşmişti.
Bu durum, ABD delegasyonunun anti-komünist kararları başarıyla kabul ettirmesini sağladı. Aynı etkinlikte Amerikan Devletleri Örgütü (Organization of American States – OAS) de kuruldu. OAS hiçbir zaman ilerici bir yapı olmadı ve kısa süre sonra Venezuela ve Peru’daki askeri darbeleri meşrulaştırdı.
1950 yılına gelindiğinde, Latin Amerika’nın neredeyse tamamı yeniden diktatörlüklere dönmüştü. ABD’nin askeri-sanayi kompleksi tarafından desteklenen ölüm mangaları ve baskı artık sıradan hale gelmişti.
Baskı ve isyan
Gizli operasyonlar, hafif ilerici güçleri bile gölgede bıraktı. Bunun en çarpıcı örneği, CIA’nın 1954’te Guatemala’da demokratik olarak seçilmiş Jacobo Arbenz hükümetine karşı gerçekleştirdiği darbedir.
Bu darbe, Orta Amerika’da otuz yılı aşkın bir baskı ve isyan döneminin başlangıcı oldu ve bu süreçte yüz binlerce insan hayatını kaybetti. Washington, sadece 1961 ile 1969 yılları arasında Latin Amerika’da 16 rejim değiştirme operasyonu gerçekleştirdi.
Grandin, Küba Devrimi’ni (Cuban revolution) bir dönüm noktası olarak yeterince önemsemiyor. Onun yerine, 1970’lerde yaşanan yeni değişim dalgasının unsurları olarak kurtuluş teolojisini (liberation theology), bağımlılık ekonomi teorilerini (economic theories of dependency) ve radikal edebi ve sanatsal hareketleri öne çıkarıyor. Bu dönemi, ikinci Aydınlanma (second Enlightenment) olarak adlandırıyor.
Bu değişim dalgasının somut örnekleri arasında Şili’de Salvador Allende’nin kısa ömürlü sol hükümeti ve Nikaragua’daki Sandinista Devrimi (Sandinista revolution) yer alıyor.
Grandin, o dönemde birçok insanın hissettiği duyguyu yakalıyor: Siyasi mücadele ve dayanışma, bireyin kendini gerçekleştirmesinin anahtarı olarak görülüyordu ve bu, Latin Amerika’nın toplumsal gerçekliğini (realidad social) değiştirme çabalarında en açık şekilde kendini gösteriyordu.
Latin Amerika ilham verici olabiliyorsa, aynı zamanda korkutucu da olabilirdi.
Askeri diktatör Augusto Pinochet’in Şili’si, Chicago Okulu’nun (Chicago School) Şili’yi neoliberalizmin öncüsü olarak kullanmasına olanak tanıdı. Bu neoliberal model, yolsuzlukla harmanlanmış bir şekilde önce Meksika ve Arjantin’e, ardından tüm dünyaya ihraç edildi.
Başkan Ronald Reagan’ın Sandinista Devrimi’ne (Sandinista revolution) yanıtı, 30.000 Nikaragualının ölümüne yol açan Contra savaşını (Contra war) finanse etmek oldu. Bu süreçte, Managua limanının ABD tarafından mayınlanmasına karşı Uluslararası Adalet Divanı’nın (International Court of Justice) verdiği çığır açıcı kararı da reddetti.
Başkan George H. W. Bush’un 1989’da Panama’yı işgali, müdahale etmeme ilkesinin (principle of non-intervention) bir başka açık ihlaliydi. Bu eylem, her zamanki gibi Amerikan Devletleri Örgütü (OAS) tarafından onaylandı.
Kuzey Amerikalı bir yazar olarak Grandin’in, ABD’nin hem iç hem de dış politikasının gidişatından umutsuzluğa kapılması şaşırtıcı değil. ABD’nin, Latin Amerika’nın oluşturulmasına katkıda bulunduğu uluslararası hukuk ve kurumları neredeyse değersiz hale getirdiğini belirtiyor. Latin Amerika hükümetlerinin Ukrayna, Filistin ve İran’da uzlaşma çağrısında bulunup ABD’nin savaşlarına katılmayı reddettiğinde, ABD başkanlarının bu akıllıca tavsiyelere pek kulak vermediğinden yakınıyor.
Grandin, Latin Amerika konusunda daha iyimser olsa da sağın yükselişinin yarattığı tehlikeyi kabul ediyor. El Salvador’dan Nayib Bukele, Arjantin’den Javier Milei ve Ekvador’dan Daniel Noboa gibi isimleri örnek göstererek, Latin Amerika’nın “karanlık ile aydınlık arasında sallandığını” (“teeters between the dark and the light”) ifade ediyor.
Yine de Grandin, “Latin Amerika hümanizminin yenilmez ruhu”nun (“indomitable spirit of Latin American humanism”) galip geleceğine inanıyor.
The New York Times’ta yazan Jennifer Szalai, Grandin’i ‘mitolojik düşünceye başvurmak’ ve Latin Amerika’nın birçok kusurunu göz ardı etmekle suçluyor.
Bu konuda, Latin Amerika’da yaşayan biri olarak ben Grandin’in tarafındayım. Benim eleştirim ise siyasi bir eleştiri.
Grandin, 19. yüzyılın sonlarında “anti-emperyalizm” (anti-imperialism) teriminin Latin Amerika entelektüellerinin kelime dağarcığına girdiğini ve bu terimin sadece İspanya’yı değil, ABD’nin emperyalist emellerini de kastettiğini belirtiyor.
Kitap boyunca anti-emperyalizm vurgusu sıkça yapılsa da Grandin, bunun ne kadar temel bir kavram olduğunu kabul etmiyor.
Örneğin Honduras’ı ele alalım — Washington’un uzun süre uydu devleti gibi davrandığı bu ülke, kısa bir süreliğine özgürlüğünü kazandı, ancak 2009’da bir darbeyle yeniden kontrol altına alındı ve yozlaşmış, neoliberal hükümetler kuruldu.
2021’de Xiomara Castro ile yeniden bağımsızlığını kazandı, ancak Castro, Washington’un yeni müdahalelerine karşı sürekli tetikte olmak zorunda.
ABD’nin ilham verdiği darbeler, gizli operasyonlar ve daha yakın zamanda ekonomik yaptırımlar ve “hukuk savaşı” (“lawfare”), Latin Amerika’daki ilerici liderleri devirdi veya zayıflattı.
Küba, Venezuela ve Nikaragua, barışı korumak ve devrimci ilerlemelerini sürdürmek için ABD’nin “demokrasi teşviki” (democracy promotion) kisvesi altındaki müdahalelerini sınırlamak zorunda kaldı. Bu ülkeler, Grandin’in onlara verdiğinden daha fazla saygıyı hak ediyor.
Ayrıca, yeniden doğan Monroe Doktrini’ne (Monroe Doctrine) karşı verilen mücadeleyi tam olarak ele aldığını iddia eden bir kitapta, Ekvador’dan Rafael Correa, Bolivya’dan Evo Morales ve Nikaragua’dan Daniel Ortega gibi önemli isimlere yer verilmeliydi.
Her şeyden önce, Venezuela’nın yeni Bolivarcı hükümetini (Bolivarian government) 14 yıl boyunca yöneten ve tüm yarımkürede solculara ilham kaynağı olan Hugo Chávez Frías’ın kitaptan çıkarılması affedilemez.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda George W. Bush’un ardından yaptığı konuşmada, Chávez, kürsünün “hâlâ kükürt koktuğunu” (still smells of sulfur) söylemişti.
Aslında, Simón Bolívar’ın anti-emperyalizmi (anti-imperialism) — ve hümanizmi — Latin Amerika’da hâlâ yaşıyor.
Kaynak: https://consortiumnews.com/2025/05/13/latin-americas-long-fight-for-sovereignty-against-the-us/