Kudüs: Selahaddin’in Evi, ‘Fatma’nın Sofrası’

Kudüs'ün eski sokaklarından birinde, iki katlı bir bina olan El-Khanqah al-Salahiyya Hıristiyanların en önemli kiliselerinden olan Kutsal Kabir Kilisesi’nin hemen bitişiğinde yer alıyor. Hankahın avlusunda başka hanelere açılan küçük ve oldukça mütevazı kapılar var. Bizim daha çok külliye dediğimiz bu yapıda Fatmalarla birlikte üç aile daha yaşıyor. Mescit ve medresenin olduğu binanın çatı katında Kıyame Kilisesi’nin kubbesiyle yarenlik eden bir ev bulunuyor. Bu ev Selahaddin Eyyubi’nin bir dönem ikamet ettiği gönlü gibi mütevazı evdi.
Ekim 22, 2024
image_print

Kudüs Seyahat Notları

Selahaddin’in Evi  / “Fatma’nın Sofrası”

Kudüs’ün Eski Şehir surlarının kuzeyinde ana kapıdan içeriye girdiğinizde tam anlamıyla bir Filistin yerel pazarına adım atmış olursunuz. Bab Al-Amoud pazarı ya da Arap Çarşısı doğrudan Şam Kapısı’nın girişinden başlar, çok değil birkaç metre sonra bir kavşakta sona erer. Kavşakta karşınıza çıkan iki yol pazarın devamı gibidir ancak her pazar farklı bir isimle bilinir. Sağdaki yol Han el-Zeyt pazarının soldaki ise Al-Wad Yolu pazarının girişidir. Yani Bab Al-Amoud pazarının sonu iki farklı pazarın başlangıcıdır. Her iki pazar aynı zamanda farklı pazarlara ve çarşılara gider.

Pazarda sağlı sollu dükkânlar ve sokak satıcılarıyla karşılaşırsınız. Minicik dükkânlar ile tezgâhlarda çoğunlukla kıyafet, çanta, sabun, baharat ve çeşitli tuhafiye ürünleri vardır. Taze otların ve iştahınızı açan meyvelerin süslediği tezgâhlar hem gözünüze hem gönlünüze tatlı bir ferahlık verir. Geleneksel kıyafetleriyle yere oturmuş kadınların önünde taze toplanmış asma yaprakları, mevsimindeyse şayet capcanlı yapraklarıyla göz kırpan ıspanaklar, dağ kekikleri, mis gibi kokan adaçaylarına yarenlik eden ebegümeci, hindiba ve henüz yaprağından ayrılmamış taze nohutlar görürsünüz.

Şam Kapısı içindeki bu pazar yerinde biraz oyalanmak ister insan. Çünkü pazar canlıdır ve ana kapının girişi olduğu için gelen gideni seyretmek de bir o kadar keyiflidir.

Bu küçük pazarın sonunda önünüzde iki yol belirince biraz duraksayabilirsiniz. Şehirde yeniyseniz ve yolları bilmiyorsanız iki yolun arasında karar vermeye çalışırsınız. Yollar sizi kuzeyden güneye götürür. Biri Han el-Zeyt (Souq Khan al-Zait) diğeri ise el-Vad (Al-Wad) caddesidir. Manalarına göre söylersek aslında biri ‘zeytin’ diğeri ‘vadi’dir. Her iki caddede karşınıza çıkan yollar yani sokaklar bir şekilde şehrin doğusu ile batısını birbirine bağlar. Eski Şehir ilk bakışta labirent gibi gelebilir ancak biraz alışınca hemencecik çözüverirsiniz.

*****

İsmi Khan El Zeit, Souq Khan Al-Zayt  veya Khan az-Zait olarak yazılıp çizilen yol, Şam Kapısı kavşağının güney batısında ve sağda yer alıyor. Bu cadde özellikle Hıristiyanların en önemli kiliselerinden biri olan Kutsal Kabir Kilisesi’ne daha kolay gitmenin yollarından biridir. Ayrıca yol sizi Eski Şehrin en eski ve güzel pazarlarına götürür. Cadde, eski şehrin Müslüman Mahallesi ile Hıristiyan Mahallesi arasında görünmez bir sınır sayılabilir. El-Zeyt eskiden zeytin sıkımı yapılan yerlerin, hatta bu isimle tarihi bir hanın varlığı ve pazarlarında zeytinyağının bolluğu nedeniyle bu ismi almış. Ayrıca zeytinyağı sabunu üreten fabrikaları da epey ünlüymüş. Ancak günümüzde dükkânlarda zeytinyağı yerini daha çok şekerleme, kuruyemiş ve hediyelik eşyalara bırakmış durumda. Restoranlar ve kasap dükkânlarını da yabana atmamak lazım.

Caddenin isimlerinden biri de Cardo’dur. Yol, Şam Kapısı’ndan itibaren başlayan antik sütunlu caddenin devamı kabul ediliyor. Birbirine paralel uzanan Al-Wad Caddesi ile Khan al-Zayt Caddesi arasında, çoğu Memluk Dönemi’nde inşa edilen çok sayıda tarihi bina var. Binaların alt katları genellikle dükkanlardan üst katları ise evlerden oluşuyor.

Biraz kaybolmayı, kaybolurken hiç ummadığınız anda ve yerde bir şeyler keşfetmeyi seviyorsanız Kudüs uygun bir yer. Labirent gibi sokaklarda yüzlerce kapı karşınıza çıkar. Bizim karşımıza çıkan kapı Hıristiyan mahallesinin El-Khanqah caddesinde yer alan bir binanın kapısıydı. Tarihi bir kapı ve bina olduğu belliydi. Sütunlu antik cadde bizi olsa olsa Romalıların kapılar tanrısı Janus’a götürür diye düşünürken hayatımın en güzel sürprizlerinden birine doğru gidiyorduk. Burası çocukluk kahramanlarımdan birinin, cesaretini ve merhametini babamdan defalarca dinlediğim bir kumandanın eviydi.

Yağmurlu bir günde yaşına göre daha boylu ve sıska bir çocukla tanıştık. Çocuk Türkiye’den geldiğimizi duyunca bizi ısrarla evlerine davet etti. Aileye ayıp olur mu olmaz mı diye aramızda konuşurken çocuk tarihi bir binanın önünde durdu.  Görkemli bir kapıydı. Ortada yürekten bir davet vardı, geri çevirmek olmazdı diyerek kapıdan içeriye adım attık. Binanın yeşil demir kapısından minik bir tünele girer gibi temiz ve ferah bir avluya çıktık. Avlunun bir tarafında iki katlı binaya çıkan merdiven vardı. Merdivenin hemen yanında ise oldukça mütevazı tek katlı bir evin kapısı bulunuyordu. Çocuk annesine seslendi ve kapıdan en az ev kadar mütevazı Filistinli bir kadın kafasını uzattı. Kadın bizi görünce önce şaşırdı. İki üç saniyelik şaşkınlığın ardından yüzünde kocaman bir tebessüm oluştu. Kırk yıllık akrabalarına kavuşmuş gibi heyecanlandı ve büyük bir coşkuyla bizi içeri davet etti. Fatma’nın dört erkek çocuğu vardı. Kocasını da çocuktan sayarsak beş çocuklu Filistinli bir kadındı Fatma. Bizimle yaptığı küçük sohbetin, tanışma faslının ardından Fatma, sessizce ortadan kayboldu. Biz Fatma’nın eşi ve çocuklarıyla muhabbet ederken odayı bir süre sonra lezzetli olduğu şüphe götürmeyen bir koku sardı.

Fatma’nın ani kayboluşları ve kaşla göz arasında Filistin yemeklerinden oluşan ikramları onlara her gittiğimizde tekrarlandı. Bu misafirperverlik Anadolu’dan tanıdıktı. Fatma’da öyleydi işte. Misafiri severdi. Önce sarıp sarmalar sonra ortadan kaybolurdu. Bir bakmışsınız mis gibi bir Filistin yemeği ile sofrayı donatmış. Yemezseniz konuşmaz, bağırır çağırır, kaşlarını çatarak sizi çocuk gibi azarlardı. Siz ise hem zahmet vermemek hem de biraz mahcubiyetten itiraz edersiniz. Ancak el mecbur bütün aile ile oturursunuz o bereketli sofraya. Ama ne sofra! Elinin lezzetine güvenmeyen biri kesinlikle bu kadar ısrarcı olamazdı zaten.

İlk tanıştığımızda Fatma bize Filistin’in en meşhur ulusal yemeklerinden biri olan “Musakhan” ikram etti. Okunuşu musahhan olan bu nefis yemeğin yanında ise çok lezzetli bir buğday çorbası ile tebbule isimli salata vardı.

Musakhan, kil fırınlarda pişirilen geleneksel tabun ekmeğinin üzerine yerleştirilen kızartılmış bir tavuk yemeğidir. Böyle söyleyince sadece ekmek ve tavuktan ibaret bir yemeği hayalimize sığdırabiliyoruz. Ama öyle değil. Ana malzemelere bakınca halis muhlis Filistin zeytinyağı, bol miktarda sumak ve karamelize edilmiş soğanın kattığı aromayla karşılaşırsınız. Safran ve yenibahar da işin içine girer. En sonunda ise her bir tavuk parçasının üstüne konfeti gibi kavrulmuş çam fıstıkları serpilir. Fatma’nın eli de gönlü gibi cömert olduğu için malzemeden hiç kısmaz. Çocuklarından birini Kudüs’ün en lezzetli humusunu yapan yere gönderir ve humusumuzu da hiç eksik etmezdi.

Benim gibi tavukla arası iyi olmayanları bile etkileyecek lezzette bir yemektir musakhan. Bu sebeple gönlümde bir lezzet haritası çıkarırsam bana göre humus ve felafel dışında Kudüs yemek bakımından musakhandır. Beytüllahim, maftul; Eriha, maklube; Nablus, künefe; El Halil, qıdre; Gazze, balık çorbası ile kalamar dolmasıdır. Filistin’in tamamı ise kesinlikle ve özellikle ‘Zeytin’dir.

Biz sofrada karnımızı doyurup, neşemizle güzelleşirken Kudüs’ü Haçlılardan kurtaran büyük kumandan Selahaddin Eyyubi’nin bir zamanlar burada ikamet ettiğini öğrendik. Fatma ve ailesi bizim külliye diye tabir ettiğimiz bu binayı koruyan kollayan bir aileydi. Burada mescit, medrese ve Kudüs Fatihi Selahaddin’in evi bulunuyormuş. Nasıl bir tevafuk bu!

Binanın tam olarak adı El-Khanqah al-Salahiyya. Buraya Farsça bir terim olan “hankah” deniliyordu. Türkçede kullanıldığına pek şahit olmadığım bu kelime yerine buraya hep külliye demek geldi içimizden. Hankah (Khanqah) dervişlerin sohbet ve zikir için toplandıkları, bazen inzivaya çekildikleri mekânlar için kullanılıyor. Sufilere yakınlığı nedeniyle Selahaddin Eyyubi de binayı tarikat ehline tahsis etmişti.

Hankah, Hıristiyan Mahallesi’nin ana caddesi olarak bilinen St. Francis Caddesi’nin sonunda yer alıyordu. Daha doğrusu bu ana caddenin sonuna geldiğinizde caddenin ismi Al-Kanqah olarak değişiyordu. Al-Kanqah’ın tam ortası Via Dolorosa yani Çile Yolu’nun bir istasyonuna ev sahipliği yapıyor. İsa Peygamber’in çarmıha gerileceği haçı sırtında taşıyarak yürüdüğüne inanılan yolun 8’inci durağı bu yoldaydı. Hıristiyan hacıları ellerinde ya da sırtlarında taşıdıkları haçlarla bu durakta İncil’den pasajlar okurken görebilirsiniz. Hacı adayları Çile Yolu’nun bu istasyonundan sonra kalan son duraklar için Kutsal Kabir Kilisesi’ne doğru yol alırlar. 8. istasyon, Aziz Charalambos Rum Ortodoks Manastırı’nın yakınındadır.  İsa burada ağlayan ve yas tutan Kudüslü kadınlarla karşılaşmıştır. Kadınlara şöyle der; “Ey Yeruşalim kızları, benim için ağlamayın, kendiniz ve çocuklarınız için ağlayın” (Luka 23:28).

İki katlı bir bina olan El-Khanqah al-Salahiyya Hıristiyanların en önemli kiliselerinden olan Kutsal Kabir Kilisesi’nin hemen bitişiğinde yer alıyor. Hankahın avlusunda başka hanelere açılan küçük ve oldukça mütevazı kapılar var. Bizim daha çok külliye dediğimiz bu yapıda Fatmalarla birlikte üç aile daha yaşıyor. Mescit ve medresenin olduğu binanın çatı katında Kıyame Kilisesi’nin kubbesiyle yarenlik eden bir ev bulunuyor. Bu ev Selahaddin Eyyubi’nin bir dönem ikamet ettiği gönlü gibi mütevazı evdi. Evde Kudüslü bir âlimin torunu yaşıyordu. Ne zaman gitsek bu oldukça kibar yaşlı hanımefendiyi Fatma’nın evinde, hatta dizinin dibinde ve her zaman pek keyifli görürdük. Anlaşılan Fatma bu ihtiyar kadıncağızı altıncı çocuğu bellemiş, onu da pamuklara sarmıştı.

Fatma’yı sevdikçe onu Naci el-Ali’nin Fatma’sına benzettim hep. 1987’de İsrail Gizli Servisi MOSSAD tarafından Londra’da öldürülen Filistinli karikatürist el-Ali’nin Fatma karakteri sabrın ve direnişin sembolüydü. Yoksuldu ama aciz değildi. Onun da dört çocuğu ve sıska bir kocası vardı

Fatma, Ali’nin 10 yaşında ki sırtı herkese dönük meşhur Hanzala’sı kadar bilinmez. Ama tanıyınca Fatma’nın Filistinli bir anneden ve bir kadından daha fazlası olduğunu hemencecik anlarsınız. Ali’nin Fatma’sı vatan demektir. Bizim Fatma’mız da tam anlamıyla Filistin’di. Fatma Selahaddin’in bir zamanlar yaşadığı evi koruyup kolluyordu.

****

Şehir Haçlı işgali altındayken, binanın Kudüs Latin patriğinin özel konutu olarak kullanıldığı söyleniyor. Selahaddin Eyyubi Kudüs’ü fethettikten sonra burada bir süre inzivaya çekilir ve binaya Hankah-ı Salâhiyye adını verir. Daha sonra da binayı vakfeder. Kutsal Kabir kilisesinin çatısını da -muhtemelen güvenlik nedeniyle- satın alır. Bugün külliye ve hatta çatı da Kudüs’teki çoğu yer gibi hala onun döneminde kurulan vakıflara ait. O yüzden hala Kudüs’ün birçok yerinde Selahaddin’in ayak izini görürüsünüz. Selahaddin gibi onunla yoldaşlık eden nice asker, sufi, komutan ve âlimin de izi durur şehrin taşında, toprağında.Ve bazen bir sokak isminde. İşte bu sokak isimlerinden biri de Ziyaeddin İsa El Hakkari’ye aittir.

Müslüman mahallesinde dolaşırken gördüğüm al-Hakkari yazan sokak tabelası beni çok şaşırtmıştı. Bu ismin Türkiye’nin sınırları içinde bulunan Hakkari şehri ile bir bağlantısı var mıydı? Küçük bir araştırmanın sonucunda Eyyûbîler döneminin en etkili birkaç isminden birinin Hakkariyye bölgesinden Ziyaeddin İsa El Hakkari olduğunu öğrendim. Selahaddin’in devlet yönetiminde fikirlerine çokça itibar ettiği el-Hakkari, Kudüs fethedildikten sonra şehirde kadılık yapmış.

Özellikle Hakkâri bölgesinden gelen aşiretler Haçlı saldırılarına karşı mücadelede büyük bir rol oynamış ve iyi savaşçılar olarak çok saygı görmüşler.  Hakkariye aşireti, Salâhaddîn-i Eyyûbî’nin mensubu olduğu Hezbaniye aşiretiyle birlikte Eyyubi devletinin kuruluşunda da etkin olmuş bir aşiretti.  Ayrıca çok sayıda İslam âlimi yetiştiren Kudüs’te ki Hakkâri Medresesi ile El- Bedriye Medresesi’ni kuranlar bu aşirettendi. İsa el-Hakkari, Akkâ kuşatması sırasında (1189)  vefat edince cenazesi Kudüs surlarının dışında yer alan Bab al-Sahira mezarlığına (Herod Kapısı Mezarlığı) defnedilir. Hakkari’nin mezar taşı 1980’lerde Kudüs İslam Müzesi’ne nakledilir.

****

El-Khanqah caminin minaresi Kudüs’te ki Ömer Camii’ne çok benziyor. Minareyi biraz uzaktan gördüğünüzde iki camiyi karıştırmanız mümkün. Memluklar döneminde inşa edilen minarenin imzası Şeyhi Burhaneddin bin Ghanem’e ait.

Bugün hankah içinde yer alan El-Huda Medresesi her Cuma öğleden sonra hafızlara ve Kuran okumak isteyenlere ev sahipliği yapıyor. Cami ise öyle her gün hınca hınç dolup taşan bir cami değil. Ama yine de ibadet için gelen epey insan var. Mescidin bir duvarında Selahaddin Eyyubi’nin Kudüs’ü 1187’de Haçlılardan aldığı ve buranın 1189’da inşa edildiği yazılıdır. Mescidin bodrum katı ise Selahaddin ve dostlarının itikâfa girdiği yerdir. 

Binanın çatı katına çıktığımda gördüğüm manzaranın dünyanın en ironik ve ikonik sayılabilecek manzaralarından biri olduğunu düşündüm. Kilisenin kocaman gri kubbesi ile caminin minaresi yan yana duruyor. Karşıda ise ihtişamlı altın kubbesiyle Kubbet-ü Sahra bulunuyor. Buradan çoğu evin çatısını görebiliyorduk. Manzara insana “Kudüs en az Zeytin Dağı kadar buradan da izlenmeli” dedirtiyordu.

İbrahim’in bütün çocukları dolambaçlı sokaklarda yürürken çatının dinginliğinde inzivaya çekilmek istedim. Mescidin alt katında huşu ile ibadet eden Selahaddin’in neden burayı seçtiğini düşündüm sonra.

Sadece Müslümanlara değil Hıristiyan ve Yahudilere de adil davranan biriydi Salahaddin Ebu’l Muzaffer Yusuf b. Eyyub. Haçlılar tarafından Kudüs’ten sürülen Yahudileri şehre yeniden yerleştiren Selahaddin’in başhekimlerinden biri Ortaçağın en büyük Yahudi din bilginlerinden Endülüslü ‘Musa İbn Meymun’du. Selahaddin Eyyubi, Kudüs alındıktan sonra Haçlıların geçmişte yaptığını yapmamış, şehirde bir katliam yaşanmamıştı. Aksine şehri terk edenlerin ne malına el konulmuş ne de canına kast edilmişti. Bu sebeplerle Selahaddin hem Yahudiler hem de Batılılar tarafından cesur olduğu kadar adil ve merhametli bir lider olarak biliniyordu. Öyle ki İtalya’nın en büyük ozanlarından Dante İlahi Komedya’da Selahaddin’i bir Hristiyan olmamasına rağmen cehenneme atmaya kıyamamıştı. Selahaddin’in adı sadece tarihte değil edebiyat ve sinemada da geçiyordu. İtalyan yazar ve şair Giovanni Boccaccio’nun dünya edebiyatına armağan etmiş olduğu Decameron adlı eserinde Selahaddin iki öykünün kahramanıydı. İtalyan yazar öykülerinde Selahaddin’i cesur olduğu kadar cömert, hoşgörülü ve şövalye ruhlu bir kahraman olarak yansıtıyordu.

Fetihten sonra kenti ziyaret eden ünlü Yahudi şair Yuda Al-Harizi de Selahaddin’i över. Şair Selahaddin için şöyle yazar; “…Tanrı, kutsal yerin Esav’ın oğullarının elinde kalmayacağına karar verdi ve İsmailoğulları’nın prensi, temkinli ve cesur bir kişi olan Selahaddin’in ruhunu uyardı; o da ordusuyla Yeruşalim’i zapt etti ve tüm Efraimoğulları’nı kabul edeceğini bildirdi. Şimdi barışın huzurunda yaşıyoruz…”

Dönemin seyyahlarından Endülüslü İbn Cübeyir (İbn Jubayr ) yazdığı seyahatnamede Selahaddin Eyyubi’nin yumuşak başlılığı ve cömertliğine dem vurur. Aynı zamanda bir tarihçi olan Ebu ‘l-Hüseyn Muhammed İbn Ahmed İbn Cübeyr Ortaçağ’da İspanya’dan Hac yolculuğu için yola çıkarak birçok önemli şehri gezer. Selahaddin Eyyûbî zamanında ve Haçlı seferleri sırasında yaptığı ve İki buçuk sene kadar süren seyahatinde İbn Cübeyr izlenimlerini günlük notlar halinde kaydeder. Kutsal topraklara gitmeye çalışan Müslüman Hacı adaylarının yollarda yaşadığı sıkıntıları da yazan Cübeyr’in anlattıklarına nedense şaşırmıyorum. Yıllar önce Mekke ve Medine’nin kutsal alanlarını parselleyen açgözlü ve dolandırıcı onlarca esnafına şahit olunca aslında çoğu şeyin pek değişmediğine kanaat getirmiştim. İbn Cübeyr vergi vermeyen bazı hacıların sözde Müslüman olanlar tarafından kulaklardan asıldığını veya daha çirkin işkencelere maruz kaldığını anlatıyordu. Ama yöre Müslümanlarına bir rahmet gibi gönderilen Selahaddin’in hacılardan alınan bu kahrolası vergileri kaldırdığını ve üstüne bir de hacılara azık vermek gibi iyi adetler getirdiğini notlarına eklemişti. İbn Cübeyr’in Selahaddin için yazdıkları arasında sanırım en ilgimi çeken cümle şu oldu; “ Rahat ve huzur nedir bilmez; tahtı atının eyeridir.”

Selahaddin Eyyubi’nin ömrü savaş meydanlarında geçmişti. Koca koca şehirleri fethetmiş, nice savaşçıyı alt etmişti. Selahaddin bunca şan ve şöhrete rağmen ne saraylara ne de dünya malına meyletmişti. İbn Cübeyr’in dediği gibi onun evi de sarayı da atının eyeriydi. Son nefesine kadar dervişane bir hayat sürmüş gittiği her yeri gülistana çevirmişti. Kudüs’te yaşayan herkese adaletli davranmıştı. Kudüs şehri gibi nice dervişanı ağırlayan bu hankah da şahididir Selahaddin’in. Biz de!

Uzun yıllar önce Suriye’nin başkenti Şam’da bulunan Selahaddin Eyyubi’nin kabrine gitmiştim. Bir gün Kasiyun Tepesi’nden Şam’ı seyredip Emevi Cami’nin yanı başında dinlenen Selahaddin’i yine ziyaret eder miyim bilemiyorum. Suriye’yi yerle bir eden savaş biterse belki! Umarım…

****

Çatıdan Kudüs’ü uzun uzun seyrettim her defasında. Hilal, haç ve İsrail bayrakları kadar Filistinlilerin yaşadığı ekonomik eşitsizlik eski şehrin çatılarından daha iyi fark ediliyordu. Hıristiyan mahallenin evleri genellikle kırmızı kiremitliydi. Müslüman hanelerin damları ise çanak antenler, su depoları, iplerde asılı duran çamaşırlar ile saksıların içinden fışkıran çiçeklerden ayırt ediliyordu. Bu haneler hayata tutunan “Damdaki Kemancı” gibiydi.  Ne diyordu Sütçü Tevye meşhur müzikal filmlerden biri olan Damdaki Kemancı’da?  “Her birimiz çatıda bir kemancıyız!”

  

Müzikali ya da filmi izleyen herkes boynunu kırmadan, dengede kalmaya çalışan kemancı imgesini sevmiştir sanırım. Sütçü Tevye ve ailesi, Rusya’nın bir köyünde her türlü zorluğa karşı dengede yani hayatta kalmaya çalışan, geleneklerine bağlı bir Yahudi ailedir. En sonunda toprağından ve evinden kovulunca Amerika’ya gitmek zorunda kalırlar.

Suriye, Lübnan ve Filistin’de birçok mülteci kampında tanıştığım ihtiyar Filistinlileri düşündüm sonra. Hemen hemen hepsi boynunda, kovuldukları evlerinin anahtarlarını taşıyordu. Kimi Kudüs’ten kimi Yafa’dan kimi ise Hayfa’dan sürülmüştü.

Ve Kudüs’ün damlarındaki Filistinli kemancılar… Şimdi Kudüs’ün damlarındaki kemancılar Filistinlilerdi. Peki, onların dengelerini korumalarını sağlayan şey neydi? Sanırım imandan kaynaklanan umutlarıydı. Hayat ne acayip!

Çatıda bunları düşünürken, düşüncelerimi aniden yanı başımda çalan Gazzeli Muhammed Assaf’in bir şarkısı ile akşam güneşi böldü. Evin en küçük çocuğu elindeki telefondan müzik dinliyordu. Sonra bir tutam ışığın Fatma’nın çatıda özenle baktığı çiçekleri aydınlattığını fark ettim. Çatıyı, yağmuru kana kana içmiş zarif çiçeklere ayak uyduran onlarca ağırbaşlı bitki süslüyordu. Geniş saksılarda boy veren bodur limon ve turunç ağaçları, güneşe yanık sakız sardunyalar, mis gibi kokan fesleğenler ile akşamsefası, nergis zambakları, rengârenk güller, süsenler… Çiçek tarhlarına benzeyen çatının tüm romantizmini bozan bir de kaktüsler vardı; tavşankulağı, kaynanadili. Elinde kahvelerle peşimizden çatıya çıkan Fatma ile her gördüğü çiçekten itinayla nektar toplayan ekibimizin -çiçek aşığı- Ayşe’si… Birbirinin dilini bilmeden de konuşulabileceğini ispat eden Ayşe ile Fatma’nın muhabbetini nedense kimse garipsemiyordu…  Çatının bir tarafında elinde sigarası ve kehribar taşından tespihi ile manzara karşısında derin düşüncelere gark olmuş kervanımızın kaptanı vardı. Sonraları heybesinden kim bilir ne analizler çıkaracak ve bu analizlerle ezberlerimizi nasıl tarumar edecekti. Görüntü yönetmenimiz Abdullah her zaman ki gibi kamerasıyla pitoresk hazineler toplama telaşındaydı. Çocuklar ise en zor harflerin mahreçlerini çıkartmak da bile maharetli -yönetmen yardımcımız- Ömer’imizin etrafını sarmış, onunla canı gönülden Arapça sohbete koyulmuştu.

Sonraları Fatma ve ailesi Kudüs’te ki en iyi dostlarımızdan oldu. Kudüs artık bizim için Selahaddin Eyyubi kadar Fatma’nın bereketli sofrasıydı. O sofra elbette yemek yemekten çok öteydi.

Bir kapı ile bir çatı beni böyle nerelere götürdü. Geçmiş zamanın içinden kimler kimler çıkıp geldi, bize çatıda yarenlik etti. Selahaddin Eyyubi, Naci Al-Ali, Sütçü Tevye ve ismini hiçbir zaman bilemeyeceğim nice derviş.

İçli bir şarkı çalıyordu. İlk defa duyduğum bir ses değildi ama şarkıyı bilmiyordum. Hissettiklerim meğer Beyrutlu Fairuz’un ciğerinden dökülüyordu; “Zahrat al Medain/ Ey Şehirlerin Çiçeği…”

Ey İsra gecesi,

Ey göğe uğrayan insanların yolu,

Gün geçtikçe gözlerimiz sana çevriliyor ve ben dua ediyorum”

Meğer ne güzelmiş Kudüs çatılarında bir akşam alacası.

Meliha Çelik

Selçuk Üniversitesi Gazetecilik Mezunu. Uzun yıllar yerel ve ulusal Tv kanallarında editör, spiker ve muhabir olarak çalıştı. TRT’de yayınlanan birçok belgesel programında yardımcı yönetmenlik yaptı. Son olarak TRT için “Dostluk Karavanı” adlı gezi programının sunuculuk ve yönetmenliğini üstlendi. 2021’de ‘Masal Ülkesine Yolculuk: Endülüs’ adlı bir seyahat kitabı yazdı.
Mail: [email protected]

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Yazdır