Joan Scott: İsrail ve ABD’nin Ortak Mitolojik Tarihi Var

Bu söyleşi, gazeteci ve yazar Chris Hedges ile tarihçi ve kültürel eleştirmen Joan Scott arasında geçen çarpıcı bir sohbeti aktarıyor. Konuşmanın çıkış noktası, 2020’de hayatını kaybeden akademisyen Amy Kaplan’ın dikkat çekici kitabı Our American Israel: The Story of an Entangled Alliance.Söyleşi, 28 Mayıs 2025 tarihinde bağımsız haber platformu ScheerPost’ta yayımlandı. İsrail-Filistin meselesine kültürel, tarihsel ve eleştirel bir gözle yaklaşmak isteyen herkes için önemli bir kaynak olan bu söyleşiyi, Kritik Bakış okurlarının dikkatine sunuyoruz.
Haziran 1, 2025
image_print

Bu söyleşi, gazeteci ve yazar Chris Hedges ile tarihçi ve kültürel eleştirmen Joan Scott arasında geçen çarpıcı bir sohbeti aktarıyor. Konuşmanın çıkış noktası, 2020’de hayatını kaybeden akademisyen Amy Kaplan’ın dikkat çekici kitabı Our American Israel: The Story of an Entangled Alliance.

Kaplan, bu kitabında İsrail ile Amerika Birleşik Devletleri arasında kurulan “özel ilişki”nin yalnızca siyasi değil, aynı zamanda kültürel ve ideolojik temellerine ışık tutuyor. Holokost’un bir siyasi argümana dönüşmesinden, medya anlatılarının nasıl kurgulandığına; Filistin direnişinin nasıl şeytanlaştırıldığına ve Hristiyan Siyonizminin bu anlatıdaki rolüne kadar birçok başlık bu söyleşide etraflıca ele alınıyor.

Söyleşi, 28 Mayıs 2025 tarihinde bağımsız haber platformu ScheerPost’ta yayımlandı. Aynı zamanda Hedges’in dijital platformlardan izlenebilen haftalık programı The Chris Hedges Report’un bir parçası olarak paylaşıldı.

İsrail-Filistin meselesine kültürel, tarihsel ve eleştirel bir gözle yaklaşmak isteyen herkes için önemli bir kaynak olan bu söyleşiyi, Kritik Bakış okurlarının dikkatine sunuyoruz.

—————————————————————–

İsrail ve Filistinlilere karşı yürüttüğü soykırım kampanyasını çevreleyen anlatıların oluşturulup Batı’nın zihnine yerleşmesi onlarca yıl aldı. Holokost, sona ermesinden on yıllar sonra, Yahudi ve İsrail kimliğinin merkezi bir parçası haline geldi. İsrail devletinin düşmanları, Nazilerle bir tutuldu. İsa Mesih’in ikinci gelişinin orada gerçekleşeceğine inanan Hristiyan evanjelikler için İsrail’in fiziksel konumu hayati önem kazandı.

Merhum Amy Kaplan, Our American Israel: The Story of an Entangled Alliance (Bizim Amerikan İsrail’imiz: Karmaşık Bir İttifakın Öyküsü) adlı kitabında, bu anlatıların özellikle ABD’de, 20. yüzyıl boyunca popüler kültür ve medyanın İsrail hükümetinin eylemleri hakkındaki haberleri aracılığıyla nasıl geliştiğini inceledi. Princeton’daki İleri Araştırmalar Enstitüsü’nde Sosyal Bilimler Fakültesi’nden emekli profesör ve New York Şehir Üniversitesi Graduate Center’da tarih bölümünde misafir öğretim üyesi olan Joan Scott, bu bölümde Chris Hedges’e katılarak Kaplan’ın kitabını ve bu anlatıların, İsrail’in Filistinlilere yönelik soykırımı karşısında ne kadar yaygın olduğunu tartışıyor.

Scott şöyle diyor: “Yenilmez kurban anlatısının bir parçası, Yahudilerin Holokost’un yeniden yaşanacağına dair herhangi bir işarete karşı her zaman tetikte olmaları ve ardından bu olasılığı Filistinlilere atfetmeleridir; yani yeni bir Holokost’u onların getirebileceği düşüncesiyle. Bu nedenle, İsrail’in tüm savunma sanayisi ve Gazze ile Batı Şeria’daki işgalin tamamı, başka bir Holokost’un yaşanma ihtimaline karşı ileri sürülen birer savunma argümanına dönüşüyor.”

Hristiyan Siyonizmine gelince, Scott, İsrail hükümetindeki sinizmin, bu gruplardaki antisemitleri tolere ettiğini açıklıyor: “Çünkü bu kişiler, Amerikan halkının büyük bir kesimini—siyasi açıdan güçlü bir kesimini, özellikle Trump döneminde—İsrail’in yürüttüğü faaliyetleri desteklemeye yönlendiriyor.”

Chris Hedges:

Amy Kaplan’ın Our American Israel: The Story of an Entangled Alliance (Bizim Amerikan İsrail’imiz: Karmaşık Bir İttifakın Öyküsü) adlı kitabı, İsrail’in Amerika Birleşik Devletleri ile olan simbiyotik ilişkisini derinlemesine inceliyor. Yazar, Yahudi yerleşimci-sömürgeci projesinin Amerikan halkının hayal gücünü nasıl ele geçirdiğini ve İsrail’in ulusal mitinin bizimkisiyle nasıl iç içe geçtiğini anlatıyor.

Amerikan istisnacılığı, İsrail istisnacılığını yansıtıyor. Tanrı tarafından dünyayı yönetmek üzere görevlendirildiğine inanan Amerika’nın bu inancı, İsrail’in kendine yönelik mesihçi vizyonuyla örtüşüyor. Bu iki ülke, benzer ulusal mitlerinden dolayı, kendilerini uluslararası ve insani hukuktan muaf görme hakkı olduğunu iddia ediyor.

Her ikisi de, kökleri Avrupa sömürgeciliğine dayanan “dünyanın aşağı ırklarına” karşı açık bir küçümsemeyi paylaşıyor. Kaplan, İsrailli Yahudilerin hem ebedi kurbanlar hem de askerî güçleriyle övülen kahramanlar olarak tasvir edildiğini yazıyor. Bu süreçte Filistinliler, en iyi ihtimalle görünmez kılınmış, çoğu zaman ise insanlık dışı varlıklar olarak şeytanlaştırılmış, ABD ve İsrail’in medeniyetler çatışmasında bastırmaya çalıştığı barbarların temsiline indirgenmiştir.

Kaplan’ın kitabını benzersiz kılan şey, onun bir kültür eleştirmeni olması. Yazarlar, sinemacılar ve gazeteciler tarafından yayılan mit ve hikâyelerde, Siyonist devlet ile Washington arasındaki bağı sürdüren kendine özgü inançların nasıl yerleştirildiğini görebiliyor. Kitabına, Leon Uris’in Exodus adlı romanının ve bu romanın nesillerin İsrail ve Orta Doğu algısını şekillendiren sinema uyarlamasının bir çözümlemesiyle başlıyor. Ayrıca, tarihçilerin Filistinlilerin ayrı bir halk olarak hiç var olmadığını iddia etmek için şablon olarak kullandığı Joan Peters’ın 1984 tarihli From Time Immemorial adlı kitabını da inceliyor.

Kaplan’ın belirttiğine göre, İsrail’in miti çok biçimlidir (protean) ve değişen tarihsel gerçekliklere göre şekil alır. 1982’deki İsrail’in Lübnan’ı işgali ve Sabra ile Şatila’daki Filistinli mülteci kamplarında gerçekleşen katliamlar, Filistin ayaklanmaları ya da intifadalar, İsrail-Amerika ilişkilerini güçlendirmek için yeni anlatıların ortaya çıkmasını zorunlu kıldı. Aniden, popüler anlatının bir dipnotu olan Holokost, merkezi bir öneme kavuştu. Özellikle Washington’da Holokost Müzesi’nin kurulmasıyla birlikte İsrail, Shoah (Holokost’un İbranice adı) ile iç içe geçti. Soykırım, Yahudi kimliğinin merkezine yerleşti. Ve “yeniden yaşanabilir” kartını oynayan İsrail, Filistinlilere yönelik vahşi baskılar uygulama iznini elde etti. İsrailli liderler, Filistinlileri yeni Naziler olarak tanımladı.

Kaplan, kitabını, apartheid devleti İsrail’i destekleyen bir yapı olarak yükselen Hristiyan Siyonizmin gelişimini belgeleyerek bitiriyor. 2020 yılında hayatını kaybeden Kaplan, Pennsylvania Üniversitesi’nde Edward W. Kane İngilizce Profesörüydü. Kitabı yakın zamanda Harvard University Press tarafından yeniden yayımlandı. Bugün Kaplan’ın kitabını konuşmak üzere bana katılan kişi, Princeton’daki İleri Araştırmalar Enstitüsü’nde Sosyal Bilimler Fakültesi’nden emekli profesör ve New York Şehir Üniversitesi Graduate Center’da tarih profesörü olan Joan Scott.

Kendisinin Gender and the Politics of History (Toplumsal Cinsiyet ve Tarih Politikaları), The Politics of the Veil (Peçenin Politikası) ve Knowledge, Power, and Academic Freedom (Bilgi, İktidar ve Akademik Özgürlük) gibi klasikleşmiş pek çok eseri bulunuyor. Hadi Kaplan’la başlayalım. Orta Doğu hakkında çok, çok, çok fazla kitap okudum. Yedi yılımı [orada] geçirdim. Bu kitabın konuya yaklaşımını benzersiz buldum. Daha önce seninle konuştuğumuzda da belirttiğim gibi, bana [Antonio] Gramsci’nin kültürel hegemonya anlayışını hatırlattı—kültürün esasen siyaseti destekleyen bir anlatı inşa ettiğini. Önce biraz ondan bahsedelim, ardından kitaba geçelim.

Joan Scott:
Onunla tanıştım… Chris, şunu söylemem gerek: Kitabın özetini harika yaptın, kıskanılacak kadar iyiydi. Herkesin bu kitabın içinde ne olduğunu anlayabilmesi için her yerde yayımlanabilecek türden bir değerlendirme olmuş. Gerçekten çok iyi özetlediğini düşündüm. Kendisi, senin de dediğin gibi, [Pennsylvania Üniversitesi’nde] İngilizce ve Amerikan Çalışmaları profesörüydü.

Burada, Enstitü’de bulunuyordu. Bilirsin, insanlar buraya bir yıl boyunca araştırma ve yazı çalışmaları yapmak için gelir. 2011-2012 yıllarında bu kitabı yazmaya başladığında Enstitü’de burslu araştırmacıydı. Senin de tam olarak işaret ettiğin gibi, Amerikan çalışmaları uzmanı olarak, ABD ile İsrail arasındaki bu özel ve dokunulmaz ilişkinin kültürel temelini üreten unsurlarla ilgileniyordu.

Bu konu üzerine uzun süre çalıştı. Burada bir seminer verdi; bu seminer, kitabın Exodus üzerine yazılmış ilk bölümüydü. 50’li ve 60’lı yıllarda büyüyen bizler için, roman sanırım 1957’de, film ise 1960’ta yayımlanmıştı.

Chris Hedges:
Paul Newman’ın oynadığı, sarışın ve mavi gözlü, arketipik Yahudi imajı.

Joan Scott:
Sarışın, mavi gözlü ve Yahudiliğin vücut bulmuş hali… Evet, o semineri burada verdi ve metni okurken gerçekten harikaydı. İnsanlar hayrete düşmüştü. Ve daha önce de söylediğim gibi, o filmin ne kadar popüler olduğunu bilen kuşaktan gelen bizler, onun bu okumadaki kavrayışına şaşkınlıkla tanıklık ettik. Zayıf, mağdur Yahudi imajının, İsrail’in ve Yahudi halkının geleceği için kahramanca savaşan Paul Newman figürüyle nasıl değiştirildiğini ortaya koyması gerçekten çok zekiceydi.

Bu konu üzerinde uzun süre çalıştı ve kitap nihayet 2018’de yayımlandı. Yazım sürecindeyken birçok bölümünü okuduğumu hatırlıyorum. Sonrasında trajik bir şekilde beyin kanseri teşhisi kondu ve iki yıl sonra, 2020’de hayatını kaybetti. Bu nedenle kitabı, genellikle olduğu gibi tanıtma, konferanslar verme, eleştirilerle yüzleşme ve tartışma ortamlarında yer alma şansını bulamadı.

Yaklaşık bir yıl önce, artık yetişkin olan kızı, Gazze’deki soykırım savaşı ve bu konudaki tartışmaların ardından, bu kitabın İsrail-Filistin meselesine başka hiçbir kitabın sağlayamayacağı kadar güçlü bir katkı yapabileceğini düşündü. Harvard University Press ile bir kampanya başlattı ve onları kitabı tekrar yayımlamaya, ciltsiz (paperback) baskı çıkarmaya ikna etti. Kitap zaten yayımlanmıştı ama bu yeni baskı sanırım 1 Mart’ta çıktı.

Amy’nin anısını yaşatmak ve kitaba bağlılığımızı göstermek isteyen bizler, yerel kitapçılara giderek kitabı tanıtma ve üzerine konuşma kararı aldık. Seninle de kitabı ilk kez Princeton’daki Labyrinth Bookstore’da bu şekilde tartıştık. İşte kitabın öyküsü böyle. Kitabı bu sohbetimiz için tekrar okuduğumda, bu sözde özel ilişki hakkında ne kadar derin bir içgörü sunduğuna bir kez daha hayran kaldım.

Chris Hedges:
Öncelikle şunu belirtelim: Büyük Filistinli akademisyen Rashid Khalidi, kitap çıktığında The Nation dergisinde çok övgü dolu bir eleştiri yazmıştı. Ve kendisi—bunu yalnızca senden öğrendim—Siyonist bir geçmişten geliyormuş.

Joan Scott:
Evet, evet. Ve bence bu kitabın konusunun bir parçası da, onun (Kaplan’ın) nereden geldiğini ve büyürken hangi ideolojik telkinlere maruz kaldığını keşfetmekti. Aslında, kitabın teşekkür bölümünde, sanırım babası kitap yayımlanmadan önce vefat etmişti ama Kaplan şöyle diyor: “Babam burada yaptığım her şeye katılmazdı ama bunu yapma hakkımı kabul ederdi.” Böyle bir şey yazmış.

Yani, sadece o kısa teşekkür kısmından bile, yazarın geldiği geçmişi çok derinlemesine ve eleştirel biçimde sorgulamak zorunda kaldığını anlayabiliyorsunuz—ve o da bunu yaptı. Enstitü’de öğle yemeklerini hep birlikte yeriz; bursiyerler bir araya gelir. O da gelir ve şöyle derdi: “İnanamıyorum, I.F. Stone ve The Nation 1940’larda İsrail’in büyük destekçileriydi!”

Chris Hedges:
Evet, bu oldukça moral bozucuydu. [Gülüyor.]

Joan Scott:
Vietnam Savaşı sırasında bizim için gazetecilik kahramanı olan I.F. Stone’un böyle bir konumda bulunmuş olması, ‘Bu nasıl olabilir?’ dedirtmişti. Ama gerçekten de görüşünden vazgeçti; bu konuda fikrini oldukça radikal biçimde değiştirdi. Ama 1940’larda tamamen o ünlü “ülkesiz bir halk için halksız bir ülke” söylemine destek veriyordu.

Chris Hedges:
Joan Peters’tı o söylemi benimseyen. Kaplan kitabında onu yerle bir ediyor. Yani, bu kitapta görülen şey yalnızca entelektüel derinlik değil, aynı zamanda açıkça belli olan bir entelektüel dürüstlük. Bu çok hayranlık uyandırıcı. Genel olarak bakarsak, İsrail ile ABD’yi birbirine bağlayan iki temel anlatı vardır: İlki, Amerikan Batısı’nın efsanevi yerleşim süreci; ikincisi ise İncil’dir.

Bu iki anlatı türü hakkında genel olarak biraz konuşabilir misin?

Joan Scott:
Tabii. Kaplan’ın kitabının başlığında geçen Our American Israel (Bizim Amerikan İsrail’imiz) ifadesi, 1799’da New England’daki bir kilisede verilen bir vaazdan alınmış bir alıntı. Şöyle diyor: “Amerika, kutsal kitaptaki İsrail’in gerçekleşmiş halidir. Biz buradayız.” Sanırım bu alıntı kitabın beşinci sayfasında. Bu ifade, sömürge dönemi Amerikan istisnacılığının Püriten bir söylemi.

Vaazda geçen ifade şöyle: “Amerika Birleşik Devletleri halkının eski İsrail halkına benzer özellikleri vardır. Sık sık belirtildiği gibi, Amerika halkı, dünyadaki diğer tüm uluslardan daha çok eski İsrail’e benzemektedir. Bu nedenle sıkça kullanılan ve herkesin uygun bulduğu ‘Bizim Amerikan İsrail’imiz’ ifadesi yerindedir.”

Yani, İncil’deki İsrail temasının 18. yüzyıldan itibaren Amerikan kültüründe var olduğunu görüyoruz. Ve kitabın son bölümlerinden birinde senin de değindiğin evanjelik Hristiyanların bu temayı yeni biçimde yeniden sahiplendiğini ele alıyor. Bu kez, İsa Mesih’in ikinci gelişinin İsrail’de gerçekleşeceği ve o anda Hristiyan olan Yahudilerin, Hristiyanlarla birlikte göğe alınacağı, diğer herkesin ise kıyamet anında yok edileceği inancı öne çıkıyor.

Yani, Amerika’nın İsrail’in rüyasının gerçekleşmesi olduğu anlatısından, 20. hatta 21. yüzyılda İsrail’in İncil’deki kehanetlerin vücut bulmuş hali olduğu düşüncesine kadar bu İncil teması sürekli kendini yeniden üretiyor.

Chris Hedges:
Aynı İncil pasajları—örneğin Amaleklilerle ilgili olanlar—Puritanlar tarafından da kullanılıyordu. Netanyahu’nun da sıkça tekrarladığı bu pasajlar, Amaleklilerin, hatta çocuklarının ve hayvanlarının tamamen yok edilmesini öngörüyor. Puritanlar bu metinleri, Yerli Amerikalılara yönelik soykırımı meşrulaştırmak için aynen kullanıyorlardı.

Joan Scott:
Evet, evet. Kaplan da bunu çok güzel işler kitabında—Yerli Amerikalılarla Filistinliler arasındaki paralellikleri ortaya koyar. Bu anlatı, “ülkesiz bir halk için halksız bir ülke” temasının birebir yankısıdır. Aynı argüman burada da geçerli: Amerikalılar geldiğinde burada kimse yoktu ve Yerli Amerikalıları tamamen yok ettiler ya da etmeye çalıştılar. İsrail’de de Filistinlilere aynı şey yapıldı.

Chris Hedges:
Bu anlatı 1984’te Joan Peters’ın yazdığı kitapla iyice yayıldı. Peters’ın iddiası, Filistinlilerin ulusal bir kimliğe sahip olmadığıydı. Bu kişiler aslında göçmenlerdi; çünkü Yahudi yerleşimcilerin bölgeyi canlandırmaları onları cezbetmişti. Bu iddiaların tamamı yanlıştı. Norman Finkelstein, daha lisansüstü öğrenciyken bu kitabı çürüttü.

Kaplan, Peters’ın kitabının önemini inceliyor çünkü bu eser, uzun süre İsrail yanlısı tarihçiler tarafından bu sahte anlatıyı meşrulaştırmak için kullanıldı. Kaplan da bu noktadan başlıyor. Senin bahsettiğin I.F. Stone’un Underground to Palestine kitabı da önemli. Bir yandan Stone karşı-kültürün bir parçası olarak görülüyordu ama aynı zamanda yerleşimci-sömürgeci bir devleti meşrulaştıran bir tutum sergiliyordu.

Senin de dediğin gibi, I.F. Stone bu konuda fikrini sonradan değiştirdi. Şimdi ondan kısa bir bölümü okuyacağım. Bu, onun Underground to Palestine adlı ilk kitabından:

“Stone’un kitabı, II. Dünya Savaşı sonrası dönemde ilerici Amerikalıların Siyonizm hakkında anlattığı anlatının başlıca temalarını içeriyordu. Avrupa Yahudileriyle kurduğu kişisel akrabalık duygusu, kitaba duygusal bir yoğunluk katıyordu. Eğer ailesi Rusya’dan Amerika’ya göç etmemiş olsaydı, kendisinin de gaz odalarına gönderilebileceğini ya da evsiz barksız bir mülteci olabileceğini fark etti. Yahudi kardeşlerine yaklaştıkça onların acılı Yidiş şarkılarını kaydetti; bu şarkılar, yıkıcı şiddetle kaybedilmiş bir dünyaya duyulan özlemi ifade ediyordu. Aynı anda bu yolculuğu kesinlikle Amerikan bir dille anlatıyordu. Kitabın temel teması buydu: Eski dünyadan yeniye doğru dönüştürücü bir yolculukla yeniden doğuş hikâyesi. Çökmüş Avrupa’ya sinmiş olan yenilgi ruhuna karşılık, mültecilerin olağanüstü canlılığı ve yeni bir hayat kurma kararlılığı onu etkiledi. Kitabında Stone, varış anına değil, yolculuğa odaklandı; Yahudi halkı için bir yurt hayalini belgeliyordu—bu hayal, Arap gerçekliklerinin bozmadığı bir hayaldi. Oysa önceki Filistin raporlarında bu gerçeklikleri not etmişti.”

Chris Hedges:
Stone solun bir figürüydü ama aynı zamanda işsiz bırakıldı, kara listeye alındı. The Nation’da bile iş bulamadı. Sonunda I.F. Stone’s Weekly’i evinin bodrum katında bastı. Vietnam Savaşı kadar Kore Savaşı’ndaki savaş suçlarını da ifşa etti. Ama yine de sol ile İsrail arasında böyle bir birliktelik vardı. Şimdi bu anlatıdan Exodus romanına ve filmine geçebiliriz. Bu ikisinin (sol ile yerleşimci-sömürgeci devletin) birlikteliği bana oldukça ilginç geliyor.

Joan Scott:
Bence solda İsrail’e yönelik ilginin nedenlerinden biri, İsrail’in sosyalist vizyonuydu—kibbutz sistemi. Bu konuda kaç kitap yazıldığını hatırlayın. Bu sistem, yalnızca solcular için değil, feministler için de geleceğin olasılığı olarak görülüyordu. Ortak çocuk bakımı, ortak yemek hazırlığı gibi kadınlar için baskı unsuru sayılan ev işleri, alternatif bir toplumsal düzende birlikte paylaşılıyordu.

Bence bu, hem I.F. Stone’u hem de The Nation’dan Freda Kirchwey gibi başkalarını etkileyen önemli unsurlardan biriydi. Bu, çok çekici ve uygulanabilir bir sosyalist deneydi. Diğer önemli unsur ise Kaplan’ın kitap boyunca birkaç kez kullandığı “yenilmez kurbanlar” (invincible victims) kavramıydı.

Yani bir yandan Yahudiler, Avrupa’daki korkunç muamelelerin kurbanı olmuştu, tarihsel olarak antisemitizmin her türüne maruz kalmışlardı. Ama diğer yandan yenilmezlerdi—galip geleceklerdi. Mağduriyetin o aciz ve acıklı hâli yerine takdir edilebilir bir direniş ve dayanıklılık sergiliyorlardı. Sol için direniş çok önemlidir.

Varşova Gettosu ayaklanması, bu direnişin kanıtı olarak görülür. Kaplan’ın ifadesiyle, Yahudiler yalnızca zavallı kurbanlar değil; yenilmez kurbanlardır. Ne olursa olsun, içlerinde bir direnç ve dayanıklılık vardır ve bu da İsrail’in, soldaki birçok kişi için bu direnişin vücut bulmuş hâline dönüşmesine neden olmuştur.

Chris Hedges:
Kaplan kitabın ilerleyen bölümlerinde Holokost’un öneminden bahsediyor. Ama şunu da belirtmek gerekir: İsrail devleti kurulduğunda, Avrupa’dan gelen Holokost mağdurları başlangıçta bir tür utanç kaynağıydı—çünkü direniş göstermedikleri düşünülüyordu. Holokost’un Yahudi kimliğinin merkezine yerleşmesi, ancak daha sonraki yıllarda gerçekleşti.

Ve tabii, çok iyi bildiğiniz gibi, Varşova Gettosu ayaklanmasının ironisi de şudur: Bu ayaklanmanın tek komutan yardımcısı olan Marek Edelman, apartheid rejimini, yerleşimci-sömürgeci devleti açıkça kınadı. Filistinlilerin kendi kaderini tayin hakkını ve direniş hakkını—hatta silahlı direnişi—tanıdı. Kendi direnişleri ile Filistin’deki direniş arasında açık bağlantılar kurdu.

Yani bir yandan İsrail Varşova Gettosu ayaklanmasını sembol olarak kullanırken, o ayaklanmanın tarihsel figürü İsrail içinde lanetli ve dışlanmış biri hâline geldi.

Joan Scott:
Evet, senin bu hatırlatman çok önemli. Kaplan kitabında bunu çok güzel izliyor—tıpkı Edelman gibi muhalif seslerin tarih boyunca hep var olduğunu gösteriyor. İsrail’in kuruluş sürecinden bahsederken, Hannah Arendt, Martin Buber gibi pek çok kişinin Yahudi devleti fikrini tehlikeli bir etno-milliyetçi anlayış olarak gördüğünü söylüyor. Yani bir halkın vatanı fikri onlar için ciddi bir riskti.

Ama Kaplan’ın çok net şekilde gösterdiği şey şu: Bu görüşler ne kadar dikkatli ve acımasız biçimde gölgede bırakıldı. Bu sesler susturulmasa bile, öyle bir bastırıldı ki artık duyulamaz hâle geldiler. Senin Gramsci’ye yaptığına gönderme çok yerinde—bu hegemonik vizyon, yani kültürel olarak İsrail’in Amerika açısından ne kadar önemli olduğuna dair bakış açısı hep üstün geldi.

Kitabın bazı bölümlerinde, “Tamam, işte burada bir eleştiri geliyor,” diyorsun. Kaplan o kısmı detaylandırıyor. Ama hemen ardından bu eleştirinin medya, siyasetçiler ve İsrail lobisi dediğimiz yapı—İftira ve İnkarla Mücadele Birliği (ADL), sonra AIPAC (Amerikan-İsrail Kamu İşleri Komitesi) gibi gruplar—tarafından nasıl bastırıldığını görüyorsun. Bu yapılar her türlü eleştiriyi susturacak bir güç elde etmiş durumda.

Chris Hedges:
Şunu da belirtmeliyiz: Her şeyi önceden gören büyük İsrailli filozof Yeshayahu Leibowitz’i anmalıyız. Bir de gazetecilerden bahsetmek istiyorum çünkü Kaplan bu noktayı gerçekten çok iyi yakalamış. Ben yirmi yıl yurt dışında gazetecilik yaptım ve özellikle ‘paraşütle inen’ gazetecilerde iki şeyi hep gözlemledim: Durumu gerçekten anlamadıkları için, hemen yaşananları Amerikan kamuoyunun sindirebileceği şekilde çarpıtarak aktarıyorlardı. Yani olayı Amerikalılaştırıyorlardı.

Kaplan, 750.000 Filistinlinin mülksüzleştirildiği dönemi anlatıyor. Yafa büyük ölçüde Filistinli bir şehirdi ve tamamen boşaltıldı—etnik temizlik yapıldı, binlerce insan öldürüldü. Deir Yasin katliamı yaşandı. Sonra Amerika’dan gelen gazeteciler geldi ve bu olayları haber yaptılar.

Ama gözlerinin önündeki gerçeği bile göremediler. Kaplan’ın Freda Kirchwey hakkındaki şu pasajı çok çarpıcı: Kirchwey, “sessiz ve terk edilmiş Yafa şehrini” ziyaret ediyor ve şu soruyu soruyor: “Araplar neden kaçtı?” 50.000’den fazla insanın Filistin’in en büyük Arap şehrinden kaçışını çok önemli bir olay olarak kaydediyor. Irgun (Menachem Begin’in liderliğindeki yeraltı terör örgütü) ve daha resmi bir milis olan Haganah tarafından Nisan sonunda yapılan saldırıyı ve kuşatmayı kısaca not ediyor. Ama bu saldırının sivil halk üzerindeki etkisinden hiç bahsetmiyor.

Bunun yerine, Yafa ve diğer Filistin şehirlerinden ve köylerinden yaşanan toplu kaçışın, çatışmalarla neredeyse hiçbir ilgisi olmadığını ileri sürüyor. Paragrafın sonunda Kaplan şöyle diyor: Kirchwey için insani asker imajı, Yahudi mültecilerin asaletle çekilen acıların evrensel sembolü olması ve Yahudi devletinin, faşizm karşısında medeniyetin ahlaki zaferi olarak yaratılması inancıyla yakından ilintiliydi.

Ben de bunu her savaşta, her bölgede yaşadım. Sadece Amerikan halkına pazarlanan mitik anlatıya değil, aynı zamanda kendi meslektaşlarıma da karşı savaşmak zorunda kaldım.

New York Times adına çalışıyordum ama gelip giden bir gazeteci değildim—orada yaşıyordum. Altı yıl Latin Amerika’da, yedi yıl Orta Doğu’da kaldım. Ama bu ‘paraşütle inen’ gazeteciler, dil bilmez, tarihsel bağlamı anlamaz, hemen Amerikan kamuoyunun kolaylıkla anlayabileceği anlatı kalıplarını üretir. Kaplan kitabında bu durumu olağanüstü şekilde analiz ediyor.

Joan Scott:
Evet. Ayrıca bence bu, gazetecilerin okurlarına bildikleri terimlerle haber sunmaları gerektiğini düşünmelerinden kaynaklanıyor. Yani senin de biraz önce dediğin gibi, okurların zaten anlayacağı dilden bilgi vermek gerektiğini düşünüyorlar. Oysa onların asıl görevi, insanların henüz bilmediği, belki rahatsız edici ama mutlaka öğrenmeleri gereken bilgileri sunmak olmalı.

Ve bu şimdi, Gazze savaşını haberleştiren gazetecilikte dramatik biçimde karşımıza çıkıyor. Okurları rahatsız etmekten duyulan korku, onlara hakikati aktarma sorumluluğunun önüne geçiyor.

Kaplan, bu mekanizmanın nasıl işlediğini çok ince ayarlarla gösteriyor—çok keskin analizlerle.

Chris Hedges:
Evet, çok açık örnekler veriyor.

Joan Scott:
Evet ve bu mekanizma hâlâ böyle işliyor. Şimdi New York Times’ın bile kullanılmasına izin verilmeyen kelimeler listesi yok mu?

Chris Hedges:
Evet var. Öğrenci kamplarından bahsederken, bu kampların Yahudi öğrencilere tacizde bulunduğu şeklinde tanımlanıyorlar. Evet, bazı Yahudi öğrenciler tacize uğramış olabilir, ama asıl baskı protestoculara uygulandı. Columbia Üniversitesi kampüsünde yüz kişi tutuklandı. Sınır dışı edilen, uzaklaştırma cezası alanlar oldu. Princeton’dan Ruha Benjamin şu an gözetim altında ders veriyor. Ama bunlardan hiç bahsedilmiyor. Yani evet, bunu şimdi de gözlemleyebiliyoruz.

Ve tabii şunu da vurgulamalıyız: Benim ve başka uluslararası gazetecilerin Mısır’a gidip protesto ettiği şeylerden biri de buydu—İsrail’in Gazze’ye yabancı basını sokmaması. Orada yabancı gazeteciler yok. 120’den fazla Filistinli gazeteci öldürüldü, üstelik birçoğu doğrudan hedef alınarak.

Şimdi Exodus’tan bahsedelim. Evet, Leon Uris’in çöp romanı ve onun gibi bir yazar. [Gülüyor.]

Buna benzer bir başka kitap da O Jerusalem!’di. Hatırlıyor musun? İsrail’in kuruluş tarihini anlatıyordu, İsrailliler arasında çok popülerdi.

 

Joan Scott:
Biliyor musun, roman çıktığında büyük ihtimalle lise son ya da üniversiteye yeni başlamıştım. Hatırladığım tek şey, herkesin o kitabı okuduğuydu. New York’ta metroya bindiğinde, insanların Exodus’u ellerinde okuyarak gittiklerini görürdün.

Chris Hedges:
Şunu okuyayım: “Epiği andıran kapsamı ve yüksek satış rakamları açısından Rüzgar Gibi Geçti ile karşılaştırılmıştı.” Evet, o da köle sahiplerini savunan başka bir propaganda örneğiydi; İç Savaş tarihini ortak bir ulusal geçmişe dönüştürmüştü. “Ama Exodus farklıydı çünkü kendi ülkesini anlatan İsrailliler tarafından değil, Amerikalı bir yazar tarafından Amerikan okuyucular için yazılmıştı.” Bu çok önemli. Ve Kaplan daha sonra şöyle yazıyor: “Exodus’un, İsrail’in kuruluşuna dair Siyonist anlatıyı Amerikanlaştırmadaki etkisi abartılamaz.” Kitap 20 yılda 20 milyon kopya sattı. Şimdi, seninle bizim de böyle satışlara ihtiyacımız var; sonra Bermuda’ya yerleşiriz. [Gülüyor.]

Gerçekten olağanüstü bir şey. Kaplan bu anlatıyı parçalara ayırıyor. Filmdeki başkarakterler—ki film de çok etkiliydi—bu karakterler beyazlıkları sayesinde Amerikalı beyazlarla kolayca özdeşleştirilebiliyorlardı. Oysa film 1960’ta yayınlandığında, İsrail’e gelen Yahudi göçmenlerin çoğu Arap ve Kuzey Afrika kökenliydi. Ancak Avrupalı Netanyahu gibi Aşkenazlar tarafından iyi karşılanmadılar. Avi Shlaim bu konuda çok iyi bir kitap yazdı—adı sanırım Three Worlds, bir anı kitabı ve gerçekten iyi.

Ve bir pasaj daha okuyup sana bırakayım. Elbette filmde Hristiyan kadın başkarakter Kitty var—Amerikalıyı temsil ediyor. Siyonizmde, pazar okulunda duyduğu Kutsal Topraklara dair mistik nitelikleri keşfeden bir figür. Kitty, Katolikleri, Protestanları ve Yahudileri ortak bir Amerikan kimliğinde birleştiren ve Soğuk Savaş döneminde onları “tanrısız komünizm”e karşı inanç temelinde bir araya getiren, yeni icat edilmiş Yahudi-Hristiyan gelenek dilini konuşuyor. Exodus’ta bu birlik, Araplara karşı da sürdürülüyor.

Joan Scott:
Evet. Kitapta Kaplan’ın çok güzel geliştirdiği şeylerden biri de şu: Avrupa’da öldürülen bu Yahudilerin Avrupalılığı… Bu insanlar Amerika’ya büyük sayılarla kabul edilmiyorlar. Yani herkes İsrail’den memnun çünkü istemedikleri Yahudileri alabilecek bir ülke olmuş oluyor. Anglo-Amerikan ve Avrupa ülkeleri, Yahudileri kendi toplumlarına almak istemiyor.

Chris Hedges:
Burada seni bir noktada böleyim—1952 tarihli McCarran-Walter Yasası’ndan bahsetmeliyiz. Senatör McCarran tarafından hazırlanan bu yasa, tam anlamıyla fanatik bir antisemit olan biri tarafından yazıldı ve bugün yeşil kartı olan ya da öğrenci vizesiyle gelen Filistinli aktivistlere karşı kullanılıyor. Ama bu yasa aslında Holokost mağdurlarının Amerika’ya girmesini engellemek için yazılmıştı. Asıl amacı buydu.

Joan Scott:
Evet, Kaplan’ın filmde çok güzel anlattığı şeylerden biri de Yahudiliğin Avrupalılaştırılması, yani beyazlaştırılması. Artık o eski karanlık, zavallı, kadınsı erkeksilik stereotipi yok. Bunun yerine Paul Newman karakteri var—ölümüne savaşan ve Orta Doğu’ya medeniyet getiren biri. Bu da İsrail’le ilişkilendirilen başka bir kalıba dönüşüyor: Orta Doğu’daki tek demokratik, aydınlanmacı, Avrupa değerlerini temsil eden güç.

Film bu yeni Yahudi temsilini ve onun neyi simgelediğini aktarma aracı oluyor.

Chris Hedges:
Kaplan şöyle yazıyor: “Exodus, Amerikan sınır mitinin şiddet yoluyla yeniden doğuş hikâyesi olarak yeniden canlandırılmasıdır.” Burada elbette Richard Slotkin’in muazzam kitabına atıf yapıyor. “Western türü bir kahraman, uygar dünyanın sınırlarından çıkar, vahşi bölgelere girer, Kızılderililerin yolunu öğrenir ve sonunda hem kendisini hem temsil ettiği toplumu karanlıktan arındırır. Ötekinin barbarlığı—ister Kızılderili, ister Arap olsun—kahramanı şiddete zorlar. Kahraman, onları yenmek ve meşru-olmayan şiddet arasında sınır koymak için onların yöntemlerini benimser.”

Yani Kaplan’ın Tevrat’la Batı’yı nasıl bağladığını anlattığı yerde, İsrail’in hikâyesi, Batı’nın kolonileşme mitolojisiyle bilinçli şekilde örtüştürülmüş.

Joan Scott:
Chris, ben de şunu merak ettim: Şiddet temasını sen nasıl yorumluyorsun? Kaplan’ın baştan itibaren şiddeti nasıl meşrulaştırdığını haritalandırması çok etkileyiciydi. Özellikle “teröre karşı savaş” dönemine gelindiğinde, İsrail, toplum içindeki teröristlerle ya da isyanlarla nasıl başa çıkılacağı konusunda model ülkeye dönüşüyor. Sadece merkezi hükümete değil, yerel polis teşkilatlarına bile izleme, tespit ve bastırma teknolojisi ve stratejisi sağlıyorlar.

1940’lar ve 50’lerdeki idealist sosyalist ütopya anlatısının zamanla savaş teknolojisi sağlayan bir güvenlik devletine evrilmesi—bu kitabın bence en çarpıcı yönlerinden biri.

Chris Hedges:
Evet, Kaplan bu mitlerin özellikle 1982 Lübnan işgalinden sonra sürdürülemez hale geldiğini anlatıyor. Yanılmıyorsam 17.000 Lübnanlı öldürüldü. Batı Beyrut bombalandı, Güney Lübnan yoğun bombardıman altına alındı. Savaş İsrail için bir felaketti. Ve Kaplan’ın not ettiği gibi, Beyrut’ta görev yapan yabancı muhabirler—örneğin John Chancellor—bu vahşete tanık oldular ve dehşete düştüler.

Böylece yeni bir anlatıya ihtiyaç doğdu—ve o noktada Holokost anlatısı öne çıktı. Belki artık bu konuyu ele almalıyız.

Devam etmeden önce, Exodus’un Arapları nasıl tasvir ettiğinden de söz etmeliyiz: Siyahların Amerikan İç Savaşı öncesindeki ve Jim Crow dönemindeki gibi “cinsel yırtıcılık”la suçlandığı gibi, Araplar da bu şekilde yaftalanıyordu.

Arapların korkaklığı da abartılı şekilde resmediliyordu. Bu, Arapların betimlenişi açısından, ABD’deki Afro-Amerikalıların karalanmasıyla büyük paralellik gösteriyor.

Ama artık Holokost konusuna geçelim. Norman Finkelstein’in Holokost Endüstrisi kitabı da burada önemli.

Kaplan’ın da yazdığı gibi, Holokost başta bu anlatının büyük parçası değildi. Ama Lübnan sonrası değişti. Vahşet yükseldi ve Holokost anlatının merkezine yerleşti. Televizyon dizisi bile yapıldı—The Holocaust adını taşıyordu, hiç izlemedim, belki sen izledin. Kaplan kitabında bundan da bahsediyor. Ayrıca çok önemli bir soruyu gündeme getiriyor: “Amerikan topraklarında neden bir Holokost Müzesi var?”

Bu gerçekten önemli bir soru.

Ama esas olarak, Holokost’un nasıl kullanıldığına bakalım. Senin de söylediğin gibi 11 Eylül sonrası bu anlatı iyice güçlendi. İdeolojik olarak Yahudilerin neredeyse yok edilmesine dayandırılarak meşrulaştırılıyor.

Şunu da parantez içinde belirtelim: Hayatta kalan Yahudi mülteciler savaş sonrası her yerde dışlandılar. Geri dönmek istediklerinde—örneğin Polonya’ya—pogromlara uğradılar.

Yani II. Dünya Savaşı sonrası… İşte trajedi burada. Gidecek hiçbir yerleri yoktu. Neighbors adlı kitap bu konuyu çok iyi anlatır—ölüm kamplarından kurtulup kendi köyüne dönmeye çalışan Yahudi ailelerin tekrar öldürüldüğü olaylar.

Bu bence İsrail’i kapsamlı şekilde ele alan herkes için trajedinin özü.

Ama şimdi Holokost’un nasıl araçsallaştırıldığına bakalım. Kaplan bu konuyu çok derinlemesine inceliyor ve Elie Wiesel’i—ki ben kendisini tanıyordum—çok sert eleştiriyor. Hadi konuşalım.

Joan Scott:
Holokost Endüstrisi hakkında yazan bir diğer isim de Peter Novick’ti. Hatta o bu süreci 1967’ye, Altı Gün Savaşı’na kadar geri götürür. Bu noktadan itibaren, İsrail’in yaptığı şeyleri meşrulaştırmanın bir yöntemi hâline gelir. 1980’lerde ise özellikle Lübnan Savaşı bağlamında, artık savunulamayacak eylemleri savunmanın aracı olur.

Kaplan’ın bu konudaki temel vurgusu şu: Holokost anlatısı, “yenilmez kurban” söylemine sıkı sıkıya bağlı. Yani Holokost yaşandı ama hiçbir zaman sona ermedi—daima yeniden yaşanabilir. Bu anlatıya göre Yahudiler, Holokost’un yeniden başlamak üzere olduğuna dair her türlü işarete karşı sürekli teyakkuzda olmak zorundalar ve bu potansiyeli Filistinlilere atfediyorlar—sanki yeni bir Holokost’u onlar getirecekmiş gibi.

Bu yüzden İsrail’in tüm savunma endüstrisi, Gazze ve Batı Şeria’daki işgali, hep bir sonraki Holokost’u engelleme gerekçesiyle meşrulaştırılıyor. O bölümlerden biri neydi—“Beklenen Holokost” muydu, yoksa “Yaklaşan Kıyamet” mi? Evet, Kaplan bu başlıklarla bu anlatıyı açıklıyor. Mesaj şu: Bir kez yaşandıysa, her an tekrar yaşanabilir.

Yani Yahudilerin varlığı bile başlı başına bir Holokost ihtimalini sürekli kılıyor. Bu yüzden sadece ilk Holokost’un yaralarını sarmak değil, bir sonrakini engellemek adına yapılan hiçbir şey eleştirilemez hâle geliyor.

Chris Hedges:
Bu bana İsrail’in eski başbakan yardımcısı Abba Eban’ı hatırlattı. Onu da tanıyordum, çok karizmatik biriydi. Filistinliler hakkında Amerikan kamuoyunda olumsuz bir imaj yaratılmasının başka bir nedeni de İsrailli sözcülerin ve onlara yakın gazetecilerin, Filistin direnişinin devrimci yönünü yok etmeye çalışmalarıydı. Abba Eban, gerillaların “özgürlük için savaşmadığını, aslında özgürlüğe karşı savaştıklarını” savunuyordu. Şöyle diyordu: “Dünya kamuoyunun gözünde onlar, Fransız Direnişi’ndeki gibi kahramanlar olarak değil; SS subayları, Auschwitz ve Bergen-Belsen gardiyanları gibi görülmeli.”

Bugünkü soykırım sırasında da bu tür benzetmelere sıkça rastlıyoruz. Begin’in Reagan’a, Batı Beyrut’u bombalarken aslında Arafat’a değil Hitler’e saldırdığını söylediğini hatırlıyor musun? Bu söylem ortadan kalkmadı. Bugün Filistinlilerin boyunduruk altına alınmasının ve Gazze’nin yok edilmesinin temel gerekçesi hâline geldi.

Joan Scott:
Evet, şimdi de Hamas yeni Nazi gücü olarak sunuluyor. Kaplan bu konuda ilginç bir analiz sunuyor. Diyor ki:

“Ne kadar dehşet verici olursa olsun, devlet dışı aktörlerin uyguladığı terörist şiddet, Nazi rejiminin milyonlarca kişiyi sistematik ve endüstriyel biçimde katletmesiyle aynı ölçekte değildir. Ancak terörizm ile Holokost arasında kurulan tekrar eden benzetme, tüm Filistin davasını Yahudileri yok etme hedefindeki Nazi projesinin yeniden canlanması gibi göstermek gibi güçlü bir etki yaratmıştır. Carter ve Reagan yönetimlerinin, Kissinger döneminde verilen PLO ile doğrudan görüşmeme sözünü sürdürdüğü bir dönemde, Filistinlilerin terörizm ve Nazizm ile özdeşleştirilmesi, hem PLO’nun hem de temsil ettiği davanın kamuoyundaki meşruiyetine büyük zarar verdi.”

Bu hâlâ sürüyor. Tanıdığım ama arkadaşım olmayan birçok kişi bana “Ama Hamas tıpkı Naziler gibi, Yahudileri yok etmek istiyor, İsrail devletini yok etmek istiyor,” diyor. Onlara “aynı şey değil” desen bile bu Nazi imajı, Filistin meselesine yapıştırıldığı zaman, karşısında argüman üretmek çok zorlaşıyor.

Chris Hedges:
Bu çok önemli bir nokta. C.L.R. James de Black Jacobins kitabında benzer bir noktaya değinir. Tarihteki tek başarılı köle isyanı sırasında işlenen bazı vahşetleri kabul eder; ama bu olayların arkasında bir devlet aygıtı ya da emperyal güç olmadığını da vurgular. Bu ayrım gerçekten çok çok önemlidir. Hamas’ı yumuşatmak istemem; onlarla çok vakit geçirdim. Ama bu ayrım kilit önemdedir.

Kaplan kitabın sonunda Hristiyan Siyonizmi hakkında yazıyor. İsrail’in politikaları, genç Yahudiler için gitgide daha itici hâle geliyor. Soykırıma karşı protestolarda önemli bir kısmı Yahudiler oluşturuyordu. Jewish Voice for Peace (Barış İçin Yahudi Sesi) gibi gruplar vardı. Columbia’da öğrenciler, Mahmoud Khalil’in sınır dışı edilmesini protesto etmek için kendilerini tel örgülere zincirlediler. Khalil şu anda Louisiana’daki bir gözaltı merkezinde tutuluyor.

Kaplan’a göre İsrail yönetimi, bu Yahudi gençliğin desteğini kaybettikçe, yüzünü giderek daha çok John Hagee gibi Hristiyan Siyonistlere çevirdi. Bu çok ilginç çünkü bu figürler açıkça antisemitik klişeler dile getirmiş olmalarına rağmen İsrail’e büyük destek veriyorlar. Ayrıca Tevrat’taki kutsal topraklara turlar düzenliyorlar, organize ediyorlar.

Ben ayrıca şunu da savunuyorum: İsrail otoriterleştikçe, Viktor Orban gibi figürlerle kurduğu ilişkiler de pekişti. Netanyahu gibi liderler, devleti nasıl yönetecekleri konusunda bu figürleri model alıyor. Hepsi Vladimir Jabotinsky’nin—ki Mussolini ona “iyi bir faşist” demişti—ve Meir Kahane’nin mirasçısı. Kahane’yi ben de yakından izledim, haber yaptım. Şimdi istersen Kaplan’ın kitabının sonundaki Hristiyan Siyonizme dair kısmı ele alalım.

Joan Scott:
Evet, zaten başta biraz konuşmuştuk. Bu inanışa göre, Tevrat’taki kehanetlerin sonunda kıyamet İsrail’de kopacak ve İsa Mesih’in ikinci gelişiyle yeni bir dünya düzeni kurulacak. Bu anda Yahudiliği kabul edenler Hristiyanlarla birlikte göğe yükseltilecek, geri kalanlar ise cehenneme gidecek ya da doğrudan yok edilecek.

Bu inanç yapısı çok güçlü. Ve dediğin gibi, bu figürler açıkça antisemitik ifadeler kullansalar bile, İsrail’e verdikleri destek nedeniyle göz ardı ediliyorlar. Netanyahu gibi liderler bunu biliyor ama önemsemiyor çünkü bu kişiler, özellikle Trump döneminde, Amerikan toplumunun büyük ve politik olarak çok etkili bir kesimini İsrail’in politikalarına destek vermeye yöneltiyorlar.

Örneğin Trump, Amerikan büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşıdığında, bu Hristiyan Siyonistlerin uzun süredir talep ettiği bir şeyin yerine getirilmesiydi. Çünkü onlar için bu, İsa’nın ikinci gelişi için bir hazırlık anlamına geliyor. Yani bu destek, onların “tarih anlayışıyla” birebir bağlantılı diyebiliriz—eğer buna tarih denebilirse.

Chris Hedges:
Ama bu anlayış, aynı zamanda onların Amerika mitine de dayanıyor: beyaz, ataerkil bir Amerika, “insan altı” unsurlarla savaşan bir medeniyet anlayışı. Aşkenaz Avrupa elitleri—mesela Netanyahu’nun ailesi Polonya’dan geliyor, kendisi Philadelphia’da büyüdü ve MIT’de okudu—bu hasta Hristiyan Siyonist vizyonla da uyuşuyor.

Joan Scott:
Aslında, tam da senin dediğin noktayı Kaplan şöyle özetliyor:
“İsrail’le özdeşleşmek, gerçekte Yahudilerle özdeşleşmek anlamına gelmiyordu; ne Amerika’daki ne de İsrail’deki Yahudilerle. (Kaplan burada, bazı Evanjelistlerin ‘Yahudilerin seküler hatta ateist ruha teslim olduğunu, parlak zekâların çoğu kez zararlı felsefelere yöneldiğini’ söylediğini aktarıyor.) Yahudiler Siyon’a döndükten sonra, İsa’yı reddetme günahından arınmaları için ikinci bir şansları olacaktı.”

Ama ardından Kaplan asıl noktayı koyuyor, ki senin de değindiğin şey bu:
“Tıpkı Tanrı’nın Yahudilere verdiği vaadi İsrail aracılığıyla yerine getirmesi gibi, Amerika da Hristiyanlar için vaat edilmiş toprak olabilir.”
Ve burada Jimmy Swaggart’tan bir alıntı yapıyor:
“Amerika, İsrail’le ruhsal bir göbek bağıyla bağlıdır,” diyor Swaggart. “Yahudi-Hristiyan kavramı ta İbrahim’e ve Tanrı’nın ona verdiği söze kadar uzanır. Yahudi halkı Yahudiliği temsil eder, Amerikan halkı ise Hristiyanlığı. Swaggart’a göre Amerikan halkı, beyaz Evanjelik Hristiyanlardan oluşuyordu. İsrail ise tek başına Yahudiliği ve Yahudileri temsil ediyordu.”

İşte senin de bahsettiğin bağlantı tam olarak bu.

Chris Hedges:
Kaplan’ın da belirttiği gibi, Amerika İncil’de geçmez. Yani Amerikalıları “seçilmiş halk” olarak tanımlayacak doğrudan bir kutsal metin yoktur. Bu yüzden İsrail’le özdeşleşmek, bu boşluğu kapatma yolu haline geliyor.

Joan Scott:
Evet.

Chris Hedges:
Son olarak… Thomas Friedman’ı yerden yere vurduğu bölümü özellikle sevdim. Büyük bir keyifle okudum.

Joan Scott:
Evet, ben de o kısmı gerçekten çok beğendim.

Chris Hedges:
Aynı zamanda David K. Shipler’ın Arap ve Yahudi adlı kitabını ve Friedman’ın Beyrut’tan Kudüs’e adlı kitabını eleştiriyor. Bu yazarları, “sahte eşdeğerlik” anlatısı kurdukları için açıkça eleştiriyor. Şu paragrafı okumak istiyorum:

“Bu eşdeğerlik anlatısı, Filistinlilerin temsil mücadelesinde ahlaki üstünlüğü elde etmesini engelleyen ve Amerika’yla kurulan güçlü benzetmelere dayanan bir yapıya sahiptir. İntifada’nın başlarında İsrail ordusu protestoculara gerçek mermilerle müdahale ettiğinde, Friedman televizyon izleyicilerine şiddeti nasıl değerlendirmeleri gerektiğini anlattı. İzledikleri sahneler 1960 Birmingham’ına ya da 1968 Berkeley’ine değil, 1861’deki Bull Run Savaşı’na benziyordu. ‘Filistinlilere karşı plastik mermi kullanmak, Kuzey’in Güney’e karşı plastik mermi kullanmayı düşünmesi kadar imkânsız olurdu,’ diye yazdı.
Sivil haklar benzetmesi, Filistinlileri şiddet uygulayan polis güçlerine karşı eşit haklar için savaşan siyah Amerikalılara benzetir. Buna karşılık iç savaş benzetmesi, birbirine denk iki askeri gücün eşit zarar verebileceği izlenimini verir.”

Bu gerçekten çok önemli. Shipler da aynısını yapıyor, Friedman da. Ve neredeyse tüm “liberal” yorumcular da. Netanyahu’nun dostu olmasa da Friedman da buna dâhil. Ama Kaplan bu yaklaşımı hiç kabul etmiyor. Bu sahte eşdeğerlik meselesiyle bitirelim.

Joan Scott:
Evet, o bölümde dediğin gibi Kaplan şöyle diyor: “İç savaş benzetmesi, iki denk askeri gücün birbirine eşit zarar verebileceği izlenimini verir.” Bu da şu anda Gazze savaşı nasıl sunuluyorsa aynen öyle. Sanki Hamas ile İsrail eşitmiş gibi. Oysa gerçekte bir yanda nükleer silahlara sahip bir askeri dev güç var, öte yanda ona karşı direniş gösteren çok daha zayıf bir Filistinli yapı.

Chris Hedges:
Evet, yalnızca hafif silahlarla donatılmış bir asimetrik direniş gücü. Kaplan ayrıca şunu da vurguluyor: Friedman gibi yazarlar İsrail’in şiddetini aklamak için her zaman David Hartman’a başvururlar. Hartman New York Times’ta neredeyse her hafta alıntılanırdı; “Keşke onları vurmak zorunda kalmasaydık” şeklinde bir iç hesaplaşma taklidiyle.

Joan Scott:
Evet, Friedman şöyle der: İsrail’in gazabının acımasız kayıtlarını kabul eder, örneğin kırılan kaburgalar, kollar, bacaklar. Ama okurlarının, “topraklarını başkalarından aldıkları” için asla tam olarak evlerinde hissedemeyen İsrailli askerlerin korkularını da anlamalarını ister.

Chris Hedges:
Kaplan ayrıca şöyle yazıyor: “İki tarafın da insani eşdeğerde olduğu yönündeki bu simetrik kurgu, siyasi güç ilişkileriyle yapılandırılmamıştır.” Bu çok önemli. Shipler ve Friedman gibi liberaller, Edward Said’in ‘mağdurun bakış açısıyla Siyonizm’ yaklaşımını reddetmiş olurlar. Bunun yerine, Filistinlileri İsrail’in anlatısına bağımlı hale gelen şekliyle dâhil ederler. Ve bu yaklaşım, ne yazık ki hiç değişmedi.

Joan Scott:
Evet, kesinlikle öyle. Bu kitap, tam da günümüz için yazılmış bir kitap.

Chris Hedges:
Evet, çok zekice yazılmış bir kitap. Ve gerçekten iyi kaleme alınmış. Tüm akademisyenleri kötülemek istemem ama keşke daha fazla akademisyen bu kadar anlaşılır yazsa. Ortadoğu hakkında çok kitap okudum ama bu kitap beni gerçekten düşünmeye sevk etti. Kültürel çalışmalar çerçevesinden çatışmaya yaklaşan bir kitap daha önce hiç okumadım.

Joan Scott:
Evet. Ve işin güzel tarafı, kitaplar yazarları öldükten sonra da yaşamaya devam eder. Bu kitap, Amy Kaplan’a gerçek bir saygı duruşu. Artık bizimle olmasa da bize düşünsel olarak hâlâ çok şey katıyor.

Chris Hedges:
Evet, gerçekten çok çok iyi bir kitap. Teşekkür ederim Joan. Amy Kaplan’ın Our American Israel adlı kitabını konuştuk. Programı hazırlayan Diego [Ramos], Thomas [Hedges], Sofia [Menemenlis] ve Max [Jones]’a teşekkür ederim. Beni ChrisHedges.Substack.com adresinden takip edebilirsiniz.

 

*CHRIS HEDGES’TEN SCHEERPOST OKUYUCULARINA NOT:
Artık ScheerPost için haftalık köşe yazılarımı yazmaya ve haftalık televizyon programımı üretmeye devam etmemin tek yolu, sizin desteğinizdir. Bağımsız gazeteciliğin üzerine duvarlar ürkütücü bir hızla kapanıyor; Demokrat Parti elitleri de dahil olmak üzere seçkinler, giderek artan ölçüde sansür talep ediyor.

ScheerPost’u kısıtlı bir bütçeyle yürüten Bob Scheer ve ben, bağımsız ve dürüst gazeteciliğe olan bağlılığımızdan asla ödün vermeyeceğiz. ScheerPost’u hiçbir zaman ücretli yapmayacak, abonelik ücreti talep etmeyecek, verilerinizi satmayacak veya reklam kabul etmeyeceğiz.

Lütfen, eğer mümkünse, chrishedges.substack.com adresinden kaydolun ki, ScheerPost’ta artık her pazartesi yayınladığım köşe yazılarımı ve haftalık televizyon programım The Chris Hedges Report’u üretmeye devam edebileyim.

Sunucu:
Chris Hedges
Yapımcı:
Max Jones
Giriş:
Diego Ramos
Ekip:
Diego Ramos, Sofia Menemenlis ve Thomas Hedges
Transkript:
Diego Ramos

Kaynak: https://scheerpost.com/2025/05/28/the-shared-mythological-history-of-israel-and-the-us-w-joan-scott-the-chris-hedges-report/

 

SOSYAL MEDYA