1948’de İsrail’in kuruluşuyla başlayan Nekbe (Büyük Felaket), Filistin halkı açısından yalnızca bir tarihsel trajedi değil, aynı zamanda günümüze dek süren bir sömürgecilik ve etnik temizlik sürecidir. Filistinliler için bu süreç hem fiziki olarak yurtlarından sürülme hem de kimliklerinin sistematik biçimde silinmesiyle karakterize edilmiştir. İsrail’in Gazze’ye yönelik 7 Ekim 2023’ten beri devam eden soykırımı, bu tarihsel yıkımın daha güncellenmiş, dijitalleştirilmiş ve ağırlaştırılmış bir versiyonudur. Nitekim birçok açıdan İsrail’in 7 Ekim’den beri Gazze’de icra ettiği soykırım 48 Nekbesi’ne benzemektedir. Dahası bugün Gazze’de yaşananlar, yalnızca askeri operasyon değil; aynı zamanda bir halkın topluca cezalandırılması, hafızasının yok edilmesi ve geleceğinin gasbedilmesi olarak görülebilir. Ancak 1948’den farklı olarak bugün, Filistin halkı hem silahlı direnişle hem de sivil ve dijital direniş biçimleriyle bu etnik temizlik projesine direniş göstermektedir. Dolayısıyla Gazze’deki insani krizin İsrail tarafından bilinçli olarak üretildiği ve bu planlara karşı gelişen Filistin direnişinin kendine has bir karakter, yapı ve etkin araçlara sahip olduğu ifade edilebilir.
Gazze’deki İnsani Kriz
48’deki Nekbe sürecine benzer şekilde Gazze’deki insani kriz İsrail tarafından sistematik biçimde hayata geçiriliyor. Nitekim İsrail’in Gazze’ye uyguladığı abluka ve sivilleri hedef alan soykırım ve saldırılar, bir dizi veriye dayanarak insani krizin planlı ve sistematik olarak üretildiğini göstermektedir. Birleşmiş Milletler İnsani Yardım Koordinasyon Ofisi (OCHA) verilerine göre, Gazze’deki 36 hastaneden 32’si ya tamamen yıkılmış ya da işlevini yitirmiştir. Bu yalnızca sağlık hizmetlerinin felce uğratılması değil, aynı zamanda bir halkın yaşama hakkına doğrudan saldırı olarak görülebilir. UNICEF ise Gazze’deki okul ve üniversitelerin %80’inin kullanılamaz hale geldiğini ve 100’den fazla akademisyenin kasten öldürüldüğünü bildirmiştir. Bu da gösteriyor ki saldırılar yalnızca askeri hedeflere değil, sistematik biçimde sağlık, eğitim ve sosyal altyapıya yöneliktir.
Gazze nüfusunun %96’sı şu anda gıda kıtlığına maruz kalmakta ve Dünya Sağlık Örgütü, onlarca çocuğun açlıktan hayatını kaybettiğini doğrulamıştır. Bu koşullar altında insani yardımların engellenmesi, doğrudan doğruya “bir toplumu açlıkla terbiye etme” politikasına dönüşmüştür. Netanyahu hükümetinin Gazze halkının “gönüllü göç” ile başka ülkelere gönderilmesi gerektiğini savunması, bu insani krizin arkasındaki niyeti açıkça ortaya koymaktadır. Bu politika, 1948’deki zorla göç ettirme ve mülksüzleştirme pratiklerinin günümüzde yeniden üretildiğini göstermektedir. Ancak bu kez, izlenen yöntemler daha sofistike, daha teknolojik ve daha küresel ölçekte meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. İsrail’in bu politikası, yerinden etmeyi hem fiziksel hem de sembolik bir silme aracı olarak kullanmakta; sadece Gazze halkını yerinden etmekle kalmayıp, onların kimliğini, tarihini ve hafızasını da yok etmeye çalışmaktadır. Bu noktada Gazze, yalnızca bir coğrafi alan değil, bir soykırım laboratuvarına dönüşmüştür. Refah’tan Cebaliye’ye kadar sivil kampların bombalanması, kasıtlı kıtlık uygulamaları, çocuk ve kadın ölümleri ile hastanelere dönük saldırılar bu yapısal yok edişin parçalarıdır. Gazze’nin fiziki olarak yıkılması, eşzamanlı olarak bir halkın hafızasının silinmesi anlamına gelmektedir.
Direnişin Dönüşümü
1948’deki Nekbe sürecinde Filistin halkı büyük ölçüde uluslararası kamuoyu ve bölgesel desteğin yetersizliği nedeniyle kitlesel göçe zorlandı. Bugün ise Gazze halkı, ağır koşullara rağmen toprağını terk etmeyi reddederek tarihsel bir farklılık sergilemektedir. Filistinliler artık yalnızca mağdur değil; aynı zamanda aktif özne konumundadırlar. Bu farkı yaratan temel unsurların başında hem silahlı direnişin kurumsallaşması hem de sivil direnişin küresel boyutta görünürlük kazanması gelmektedir.
Hamas ve diğer silahlı grupların Gazze’nin savunmasında oynadığı rol, askeri anlamda direnişin sürekliliğini sağlamaktadır. İsrail’in hava, kara ve denizden uyguladığı yoğun saldırılara karşın, Gazze içinde organize olmuş bir savunma kapasitesi bulunmaktadır. Bu askeri direniş, aynı zamanda sivil direnişi de moral olarak beslemektedir. Öte yandan, dijital aktivizm ve medya aracılığıyla Gazze’de yaşananlar dünyanın dört bir yanına taşınmakta, kamuoyunun baskı üretmesine katkı sağlamaktadır. İsrail’in 1948’teki soykırımı sonrası oluşan Nekbe’den farklı olarak, bu yeni Nekbe süreci artık gizli saklı yürütülmemekte; aksine yüksek çözünürlükte, canlı yayınlarla tüm dünyaya servis edilmektedir. Bu görünürlük, direnişin en etkili araçlarından birine dönüşmüştür. Bugün her çocuğun mezarı, her bombalanan okul, her yakılan kamp artık sadece Gazze’ye ait bir trajedi değil, küresel vicdana yöneltilmiş bir çağrı olarak görülmüş, dünyanın muhtelif ülkelerinde İsrail soykırımı halklar tarafından eleştirilmiş ve Filistin’e destek yürüyüşleri başlamıştır.
Öte yandan, Nekbe geçmişte kalmış bir tarihsel olay değil, süregelen sömürgeci aktörlerin ürettiği yapısal bir kriz olarak görülebilir. Bu anlamda Gazze halkı bu Batı ürünü krize karşı yalnızca fiziki olarak değil, aynı zamanda sembolik düzeyde de direnmektedir. Bu direnç, evlerinden çıkmamakla, kamplarını terk etmemekle, Filistinli olma kimliğini korumakla ve şehitlerin isimlerini unutmamakla gösterilmektedir. Direniş bu anlamda yalnızca silahla değil, hafızayla, anlatıyla ve sembolle sürdürülmektedir. Her çadır bir okul, her mezar bir belge, her taş bir manifesto haline gelmiştir.
İsrail’in Krizi
İsrail, Gazze’de hayata geçirmeye çalışıp şuana kadar başarısız olduğu Gazze Nekbesi girişimi ve soykırımı, “ulusal güvenlik” veya “terörle mücadele” çerçevesine oturtarak meşrulaştırma gayreti içerisindedir. Ancak uluslararası alanda bu anlatının geçerliliği ciddi ölçüde zayıflamaktadır. Güney Afrika, İrlanda ve İspanya gibi ülkelerin İsrail’e karşı uluslararası ceza mekanizmalarının çalıştırılması yönünde attığı adımlar, bu meşruiyet kaybının somut göstergesidir. Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve eski Savunma Bakanı Yoav Gallant hakkında çıkardığı tutuklama emri İsrail istisnacılığının sonunu getirmiş, UCM’deki savaş suçları ve insanlığa karşı suçlarla yargılanma süreci, Siyonist işgalin artık diplomatik zeminlerde de sorgulandığını ortaya koymaktadır.
Bu süreçte en çarpıcı gelişmelerden biri, İsrail’in uyguladığı savaş politikalarının artık İsrail içinden dahi eleştirilmesidir. İsrail’in eski generallerinden Yair Golan’ın ya da eski Başbakan Ehud Olmert’in, Gazze saldırılarını “etnik temizlik” olarak tanımlaması, bu iç eleştirinin ne denli güçlü olduğunu göstermektedir. Öte yandan, ABD ve Avrupa’da Filistin yanlısı protestoların üniversitelerden sokaklara kadar yayılması, İsrail’in küresel yalnızlığını artırmaktadır. Dahası Trump’ın İsrail’i bypass edip Hamas ile görüşerek ABD vatandaşı olan bir esiri Gazze’den çıkarması, Suriye’de Türkiye’nin de aktif rolü ile Şara liderliğindeki yönetime yaptırımları kaldırarak fırsat vermesi, Umman arabuluculuğu ile İran ile müzakereleri ciddi boyutta ilerletmesi Trump döneminde Beyaz Saray’ın Tel Aviv ile arasının açılacağına dair ibareler olarak görülmüştür.
Direnişin sürekliliği de İsrail’in krizlerini derinleşmesini sağlayan ve bu süreçte belirleyici bir rol oynayan önemli bir dinamik haline gelmiştir. Gazze’deki direniş gruplarının dağılmaması, işgal ordusunun yaşadığı zayiat, altyapı harcamalarının artması ve psikolojik üstünlüğün kaybı, İsrail’in Gazze işgalini sürdürülemez hale getirmektedir. İsrail’in “Gideon Planı” gibi projeleri ile Gazze’yi tamamen boşaltma hedefi, Filistinlilerin kararlı duruşu sayesinde gerçekleşememektedir. Bu başarısızlık, yalnızca askeri anlamda değil, aynı zamanda sembolik anlamda da İsrail’in hegemonik anlatısını çökertmektedir. Artık dünya, Filistinlilerin bir halk olarak sistemli biçimde silinmeye çalışıldığını daha net görmekte ve bu durum, işgalin ahlaki temellerini sarsmaktadır.
Sonuç olarak İsrail’in hayata geçirmeye çalıştığı Gazze Nekbesi, 1948’de başlayan ve bugün farklı biçimlerde devam eden bir etnik temizlik sürecinin yeni aşamasıdır. Ancak bu kez farklı olan şey, Filistin halkının teslimiyeti reddetmesi, sivil ve silahlı direnişin kurumsallaşmış olması ve uluslararası dayanışmanın giderek güçlenmesidir. İsrail’in Gazze’yi yaşanmaz hale getirme ve kitlesel göçle etnik boşaltım uygulama stratejisi, bu direniş sayesinde akamete uğramaktadır. Gazze’de her bombalanan ev, her yok edilen okul, her aç bırakılan çocuk bir soykırımın parçası olabilir; fakat aynı zamanda bir halkın yok olmama kararlılığının da belgesidir. Bu direniş, yalnızca İsrail’in askeri planlarını değil, aynı zamanda onun ahlaki ve siyasal meşruiyetini de çökertmeyi de hedeflemektedir. Dolayısıyla Nekbe’nin bitmesi, yalnızca İsrail’in işgal politikalarını sonlandırmasıyla değil, aynı zamanda Filistin halkının tarihsel haklarının tanınması ve korunmasıyla mümkün olabilir.