Batı’nın doğurduğu toksik yapı üzerine
- Devlet terörizmi
Politik doğruculuğa hizmet eden eufemizmlerin gerçekliği çarpıttığı bu günlerde, şeyleri adıyla anmak önemlidir. Örneğin, korsan tam olarak nedir? Cambridge Sözlüğü’ne göre korsan, “bir gemide seyahat eden ve diğer gemilere soygun amacıyla saldıran kişi”dir. Daha geniş ve mecazi bir anlamda, korsanlığı yalnızca denizlerde gemileri çalmak değil, başkalarına meşru olarak ait olan toprakları da çalmak olarak düşünebiliriz. Peki “çalmak” ne demektir? Yine Cambridge Sözlüğü’ne göre çalmak, “bir şeyi sahibinin izni veya bilgisi olmadan almak ve elinde tutmak”tır. Peki “terörizm” nedir? “Sıradan insanlar arasında korku yaratmak amacıyla, siyasi hedeflere ulaşmak için yapılan şiddet eylemleri veya tehditlerdir” (Cambridge Sözlüğü). Bu tanımların, İsrail Devleti’nin doğrudan ya da dolaylı eylemlerine uyup uymadığını sormak gerekir.
Konuya geçmeden önce, uluslararası kuruluşların, hükümetlerin ve önde gelen Batı medya organlarının, İsrail Devleti’nin son 75 yılda —ve son 20 ayda artan bir yoğunlukla— işlediği vahşeti ne denli çekingen bir şekilde dile getirdiğini not etmek gerekir. Bazı muz cumhuriyetlerine, Rusya’ya, Kuzey Kore’ye ya da benzeri ülkelere karşı medyada yüksek sesle bağırıp çağırabilir, onları sert bir dille eleştirebilirsiniz —hem de İsrail’in sergilediği barbarlık seviyesine ulaşmamış olsalar bile— ama gözbebeğiniz Amerika Birleşik Devletleri’ne karşı bunu yapamazsınız.
Bu çekingenliğin adı “diplomasi”dir. İsrail’in, uluslararası hukuk sözleşmelerinin ve Birleşmiş Milletler kararlarının (kendi öz annesi olan) dışında konumlanmış bir haydut devlet olduğunu biliyoruz. Yine de liderleri kim olduklarını açıkça dile getiremez, çünkü bu, gezegene hükmeden ulusun müttefiki olan bu güçlü devletle diplomatik ilişkilerin sonlanması anlamına gelir. İsrail’le, dolayısıyla Amerika Birleşik Devletleri’yle ters düşmenin ekonomik ve siyasi sonuçları ağır olabilir. Bu durum, İtalya’nın Sicilya adasının mafya tarafından kontrol edildiği dönemdekine benzer: Neredeyse hiç kimse mafya üyelerine isimleriyle hitap etmeye ya da onları eleştirmeye cesaret edemezdi, çünkü misilleme korkusu hakimdi. Dolayısıyla mafyanın işini yapmasına izin vermeli, geri kalanımız da sessiz kalmalıyız; aksi halde Sam Amca (Uncle Sam) bizi suçlayacaktır. İsrail’in yaptıkları sefil olabilir, Amerika Birleşik Devletleri’nin yaptıkları da öyle; ama korkaklık ya da kişisel çıkarlar uğruna sessiz kalan ve başkalarını da olaylara ses çıkarmamaya çağıranlar en az onlar kadar sefildir.
İsrail’in, Filistin meselesindeki “politikalarını” eleştirmekten kaçınmak için sıkça başvurduğu bir diğer taktik de antisemitizm iddiasına sığınmaktır. Mantık kabaca şöyledir: Eğer İsrail’i eleştiriyorsan, dünyadaki Yahudileri eleştiriyorsun demektir; dolayısıyla sen de Hitler gibi bir antisemitistsin ve bu da seni bir Nazi yapar. Bu argüman bana oldukça talihsiz geliyor. Bu, Suudi Arabistan veya İran’daki politikaları eleştirmenin İslam karşıtı olmak, ya da İspanya veya Fransa’daki politikaları eleştirmenin Katolik karşıtı olmak anlamına geldiğini söylemek gibidir. Tüm Yahudiler İsrail’de yaşamıyor ve hepsi de İsrail’in politikalarının kendilerini temsil ettiğini düşünmüyor. Bununla birlikte, İsrail’de yaşayan ya da İsrail’le bağ hisseden Yahudiler için dahi, bu ülke hakkında konuşurken yapılan eleştiriler ne ırksal, ne etnik, ne de dini niteliktedir.
Tüm ülkelerin bu konudaki tutumu net değildir. İsrail lobisinin, malum nedenlerle çok büyük bir güce sahip olduğu Amerika Birleşik Devletleri’nde, vatandaşların anti-Siyonizm ile antisemitizmi birbirinden ayırması zordur. Bu iki kavram kasten birbirine karıştırılmakta ve sıklıkla Yahudi Soykırımı gündeme getirilmektedir. 20. yüzyılda başka etnik katliamlar da yaşanmıştır, ancak hiçbiri bu denli sofistike bir pazarlama kampanyasıyla servis edilmemiştir. Amerika Birleşik Devletleri’nde İsrail konusu gündeme geldiğinde belirli bir gerginlik havası doğar. Birden fazla kez, ABD’de yaşayan ve Avrupa’yı ziyaret eden meslektaşlarımla karşılaştım; bu konu açıldığında, gizli kamera ya da mikrofon varmış gibi tedirgin bir şekilde etraflarına bakınıp, ancak sonra fikirlerini dile getirmeye cesaret edebildiler.
İsrail lobicilerinin birini işaret edip işini kaybettirme gücü iyi bilinir. Dahası, bazı İsrailli şirketler büyük medya kuruluşlarının içeriğini kontrol etmektedir. Örneğin, İspanyol medya organları, Siyonist-terörist devleti eleştirdiklerinde, bu kuruluşları ayakta tutan reklamların çekilmesiyle tehdit edilmektedir. Avrupa düzeyinde ise, lobiciler Brüksel’deki topluluk kararlarında sık sık baskı grupları olarak hareket eder; Avrupa Parlamentosu üyelerine lüks otellerde tüm masrafları karşılanan İsrail gezileri sunarak rüşvet verirler. Bu tür rüşvetler, siyasetçilerin Avrupa Parlamentosu’ndan ayrıldıktan sonra çeşitli pozisyonlara yerleştirildiği bir döner kapı sistemi yaratır. Avrupa Komisyonu, Leadership Network, AJC Transatlantic Institute ve B’nai B’rith gibi İsrail yanlısı baskı gruplarıyla bağlantılı ajanslar tarafından yüz milyonlarca avro döndürülmektedir. Genellikle “Israelgate” olarak adlandırılan bütünüyle kurulmuş bir ağ mevcuttur. Bu güçlü grubun davranışları mafyavari olsa da, bu durum Yahudilerin kendilerini İsrail ya da diğer ülkelerdeki ilgili lobiciler tarafından temsil edilmiş hissettikleri anlamına gelmez.
İsrail Devleti’nin son aylarda gerçekleştirdiği eylemler, kendi tercih ettiği ortağı olan Amerika Birleşik Devletleri’ni bile utandırdı. ABD, İsrail’e sürekli olarak şu mesajı verir gibiydi: “Çok ileri gidiyorsun. Uluslararası arenada benim itibarımı zedeliyorsun.” Ancak bunlar, oğlunun biraz yaramaz olduğunu düşünse de onunla gurur duyan bir babanın hafif azarlarından ibaretti.
Bu arada ABD, kimsenin İsrail’i durdurmaya cesaret edememesi için koruyucu rolünü oynamaktadır — ya da öyle sanılmaktadır (ileride sürprizler olabilir). ABD’nin, ortağını savunmak adına üstlendiği bu rol acınasıdır. 7 Ekim 2023’teki Hamas terör saldırılarının ardından bölgeye iki uçak gemisi ve başka savaş gemileri sevk etti. Elbette bu hamle, ne gemisi ne de savaş uçağı olan Gazze’deki Hamas’la yüzleşmek için gerekli değildi. Uçak gemileri bölgeye, Gazze’deki Filistinlileri ezmek için değil (İsrail ordusu bunu yardıma ihtiyaç duymadan yapabilecek güçte), dış ülkelerin —başta İran olmak üzere— İsrail’in soykırım niteliğindeki eylemlerine karşı savaş ilan etmeye cesaret edememesi için konuşlandırıldı. Amerika’nın mesajı şuydu: “Onları dövün. Ben arkanızdayım.”
Elbette, 7 Ekim’de kendi topraklarında saldırı gerçekleştiren teröristleri adalete teslim etmek İsrail için makul bir taleptir. Ancak böylesi bir kampanyanın “savaş” olarak adlandırılması, yalnızca teröristleri değil sivilleri de ayrım gözetmeden öldürmeye yönelik bir tür kendine izin verme anlamına gelmektedir. Bu durum 20 aydır devam ediyor. Bu bir savaş değildir, çünkü karşı karşıya gelen iki düşman ülkenin orduları yoktur ve İsrail, karşı tarafı özgür bir devlet olarak dahi tanımamaktadır. Bu bir iç savaş da değildir.
Burada Eski Ahit’in Tanrısı’na özgü intikam ruhu hüküm sürmektedir; buna, İsrail tarafından yeniden yorumlanmış mutlak misilleme yasası eşlik etmektedir: “Benim her bir gözüm için senin yüz gözün, benim her bir dişim için senin yüz dişin.” Amaç, dünyaya bir İsrailliyi öldürmenin —haklı bir gerekçesi olsa bile— çok pahalıya mal olduğunu ve yüz Filistinli çocuğun hayatının, seçilmiş halk oldukları için, bir İsrailli çocuğun hayatından daha az değerli olduğunu göstermektir.
İsrail, işlediği korkunç katliamları sık sık şu şekilde mazur göstermeye çalışır: Hedef Hamas’ı yok etmektir ama araya aptal siviller girmektedir. Gerçekte ise sivillerin saklanacak hiçbir yeri yoktur, çünkü nereye giderlerse gitsinler onları yıkım ve ölüm karşılamaktadır. İsrail güçlerine göre —ya da onların iddiasına göre— her hastanenin, ambulansın, mülteci kampının, okulun, kilisenin ya da herhangi bir dinin tapınağının arkasında bir terörist saklanıyor olabilir. Bu nedenle, birkaç teröristi yakalamak adına binlerce sivilin öldürülmesi değer görülmektedir. Bu kadar büyük bir İsrail askeri gücü, bu kadar çok “nokta atışı operasyon” övünmesi —ama sonuç olarak yaptıkları tek şey, kimi vurduklarına aldırmadan sağa sola bombalar yağdırmak ve ateş etmektir. Bir benzetme yapmak gerekirse, bu, İspanya’daki ETA terörizmi sırasında teröristleri saklandıkları yerlerden çıkarmak için tüm Bask Bölgesi’ni bombalamaya; bombalama, kuşatma, açlık, hastalık gibi yollarla on binlerce, hatta yüz binlerce vatandaşı öldürmeye denk gelir.
Bir teröristi veya onun siyasi müttefikini öldürmek için komşu ülkeleri bombalamak ya da üçüncü tarafların konsolosluklarını hedef almak mantıklı değildir. ETA üyesi Fransa’ya kaçtığında, İspanya’nın Fransa’yı bombaladığını bir düşünün — Fransa’nın tepkisi ne olurdu? Ancak İsrail’in kibrinin sınırı yoktur; bu ülke, tüm diplomatik iade anlaşmalarını hiçe sayabileceğine ve komşu ülkeleri istediği gibi bombalayabileceğine inanmakta ve buna rağmen hâlâ bu savaşın nasıl tırmanabildiğine şaşırmaktadır.
İsrail’in Lübnan, Suriye, Irak, Yemen, Batı Şeria, Gazze ve İran’la “dostluk” kurma girişimleri, elinde makineli tüfek tutan tehlikeli ve gergin bir deliyi andırmaktadır. Bazıları İsrail’in kendini savunma ve güvenliğini koruma hakkı olduğunu ileri sürebilir. Bu askeri eylemlerin meşruiyetine dair bir tartışma başlatmadan bile, İsrail’in yöntemlerinin asgari bir insanlık duygusu taşıyan ve onur kurallarına bağlı bir ordudan çok, kana susamış terörist komandoların yöntemlerine benzediğini belirtmek gerekir. Terörizmle mücadele ederken terörist gibi davranması gerçekten sarsıcıdır. Örneğin, Lübnan’da binlerce asker ve sivilin çağrı cihazlarını ve telsizlerini havaya uçurmak gibi operasyonlar, uluslararası terörizmin ustalarının —İkiz Kuleler saldırısı da dahil olmak üzere— yöntemlerinden hiçbir şekilde aşağı kalmaz. Gazze, Lübnan ve diğer bölgelerde savunmasız sivillere yönelik sürekli ve aralıksız bombardımanlar da tüm zamanların en büyük savaş suçlularının kullandığı yöntemlerden geri değildir.
İsrail bir savaş yürütmüyor; devlet terörizmi uyguluyor ve Ortadoğu’da patronun kim olduğunu göstermeye çalışıyor. İsrail hükümeti aksi yönde ne söylerse söylesin, görünüşe göre asıl amaç mümkün olan en büyük zararı vermek. Bu bağlamda “terörizm fakirlerin savaşıdır, savaş ise zenginlerin terörizmidir” sözü tamamen anlam kazanıyor. Elbette 7 Ekim’deki Hamas terör saldırıları kınanacak ve asla haklı gösterilemeyecek eylemlerdir; ancak Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri António Guterres’in de vurguladığı gibi, “Hamas saldırısı birdenbire ortaya çıkmadı.” Başka bir deyişle, İsrail son zamanlarda hedef hâline gelmesine neden olacak bir şey yapmış olmalı —her ne kadar bu saldırıyı haklı kılmasa da. Bu açıklama İsrail’i rahatsız etmiş görünüyor; diplomatik şantaj mekanizması Guterres’ten istifa ve özür talep etti. Ancak gerçek şu ki, Guterres artık “sözde suçlar” adına susturulamayacak kadar gerçek bir gerçeği dile getirmiştir.
İsrail’in son onyıllarda Filistinlilere verdiği mesaj kabaca şudur: “Topraklarınızı yavaş yavaş çalacağız ve sizi oradan süreceğiz. Sakin olun — kendinizi savunmaya kalkmayın, yoksa bu toprakları ya soykırımla ya da zorla toplu göç yoluyla alırız.” Bu yalnızca Gazze’de değil, son aylardaki ayaklanmalardan faydalanılarak yerleşimcilerin toprak çalmaya devam ettiği Batı Şeria’da da yaşanıyor. Konuya dair 2024 yapımı No Other Land (Filistin-Norveç) adlı belgesel film, bu durumu gözler önüne seriyor ve 2025 Oscar En İyi Belgesel Film Ödülü’nü kazandı. Bu arada, 24 Mart 2025’te, filmin yönetmenlerinden Hamdan Ballal, Batı Şeria’daki Masafer Yatta köyündeki evinde coplar, bıçaklar ve en az bir saldırı tüfeğiyle silahlanmış İsrailli yerleşimciler tarafından saldırıya uğradı. Saldırıdan sonra ambulansa götürülen Ballal, henüz kanlar içindeyken İsrail askerleri tarafından tutuklandı. Ertesi gün, bir askeri üste bütün gece elleri bağlı tutulduktan ve yerde iki asker tarafından dövüldükten sonra serbest bırakıldı.
İsrail ordusu, son aylarda terörle mücadele bahanesiyle Batı Şeria’ya da girmiş, gittiği her yerde kaos yaratmış ve birçok Filistinli vatandaşı evlerini terk etmeye zorlamıştır; bu sırada İsrail onların topraklarını işgal etmiş (ve çalmıştır). Bu, “Büyük İsrail” hayali kuran dini fanatiklerin işine yarayan ezici bir mantıktır. Bu arada, uluslararası toplumda kınamalar artmakta; “BM kararlarına uymama” ve “savaş suçları” gibi ifadeler sık sık dile getirilmektedir — ama bu sözlerin hepsi kısa sürede unutulmaktadır. Bunun ötesinde, Avrupa ülkeleri bir kez daha Amerika Birleşik Devletleri’nin uysal köpeği rolünü oynamaktadır.
Trump yönetimi de, Beyaz Saray’ın önceki sakinlerinin izlediği çizgiyi sürdürerek, Filistinlilerin topraklarından kovulmasına ve Gazze’nin Batılılar için bir turizm bölgesine dönüştürülmesine destek verme niyetini açıkça ifade etmektedir. Bu iğrenç ve çürümüş bir medeniyettir. Önce İsrail, Gazze halkını bombalıyor, evlerini yıkıyor, katliamlar, kıtlık, önlenebilir hastalıklar vb. yoluyla on binlerce masum insanın canını alıyor. Ardından, hayatta kalanlara şu anlama gelen sözler söylüyorlar: “Burası cehennem. Size bir iyilik yapacağız; artık eviniz olmadığından sizi sürgüne zorlayacağız ve dünyanın dört bir yanına dağıtacağız ki bir vatanınız ve halk olarak birliğiniz kalmasın.”
İsrail’in işlediği vahşetlerin, halkın aslında reddettiği yollara ülkeyi sürükleyen bazı satraplara atfedilebileceği düşünülebilir. Ancak durum pek de böyle görünmüyor. Birincisi, hükümetleri seçimle iş başına gelmiştir ve İsraillilerin hatırı sayılır bir kesimi tarafından desteklenmektedir (elbette İsrail’de bu katliam politikalarını reddeden birçok düzgün insan da vardır). İkincisi, Gazze’deki katliamlara karşı ülkede herhangi bir kitlesel protesto hareketi ortaya çıkmamıştır. İlginç olan, altı rehinenin öldürüldüğü haberini aldıktan sonra İsraillilerin sokaklara çıkıp hükümetlerini protesto etmesi ve Gazze’de ateşkes çağrısı yapmasıdır. Ancak bu protestoların gerekçeleri arasında, İsrail ordusu tarafından katledilen on binlerce Filistinli sivil yoktu. Görünüşe göre İsrailliler yalnızca kendi zengin yurttaşlarını önemsiyor. Onlarca hastane, okul ve kilisenin bombalanması; terörle hiçbir ilgisi olmayan binlerce, on binlerce Filistinlinin gömülmesi; kuşatma, hastalık vb. sebeplerle yaşanan kıtlık karşısında ruhları sızlamıyor.
Benim ülkem İspanya, bence haklı olarak, İsrail’e yönelik eleştirilerini artırarak ve Filistin Devleti’ni tanıyarak Avrupa Birliği’nin ötesine geçmiştir; her ne kadar bu tutum, suçlu İsrail Devleti ile dostluğu sürdürmeye ve denge kurmaya çalışarak sergilense de. En azından İspanya’da yaygın bir kanaat şudur: Filistin lehine İsrail’i eleştirmek solcu olmakla eşdeğerdir — ve tersi de geçerlidir. Bu durum, farklı siyasi partilerin seçmenlerinin genellikle liderlerinin açıklamalarını destekleme eğiliminde olmalarıyla daha da pekiştirilmektedir. Oysa adalet ne sağın ne de solun tekelindedir; siyaseti, daha az zulmün olduğu bir dünya için bir araç olarak gören herkes için evrenseldir. Üstelik bu mesele, neoliberal ya da sosyalist ekonomik sistemler hakkındaki tartışmalardan ayrışmaktadır. Filistin davasını en çok sahiplenenler sol partiler olmuştur. Bununla birlikte, sağ kanadın önemli bir kısmının Hristiyan etik anlayışından beslendiğini ve Filistin’de olanlara kayıtsız kalamayacak insani değerlere sahip olduğunu da unutmamak gerekir.
- Batı’nın Ahlaki Çöküşünün Simgesi Olarak İsrail
Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nin tarihi, ahlaki, adil ya da evrensel iyiliği savunan olarak adlandırılamayacak uluslararası eylemlerle doludur. Örneğin, 19. yüzyılda İngiliz uyuşturucu kartellerinin, Çin’in uyuşturucunun serbestçe ithal edilmesine izin vermemesi üzerine bu ülkeye dayattığı Afyon Savaşları’nı düşünün. Ancak, İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden ve Birleşmiş Milletler ile benzeri kuruluşların kurulmasından bu yana, tarafsız adalete dayalı kurallarla işleyen bir uluslararası düzeni savunduğunu iddia eden safça bir retorik sergilenmektedir. Bu kuralların gerçekten tarafsız ya da evrensel olduğuna inanmak zordur, ancak dünyanın birçok “parmak emen” vatandaşı buna inanmıştır. Şimdiye dek, “uluslararası hukuk” ve “insan hakları” gibi sloganlar, dünyanın hangi yöne gitmesi gerektiğini belirlemiştir. Ancak görünen o ki işler gelecekte bu şekilde devam etmeyecek.
Henüz çok yakın bir geçmişte (ve hâlâ sona ermiş değilken), Batı dünyası, Ukrayna’nın işgali nedeniyle tam anlamıyla bir Rusya fobisi (Russophobia) histerisi içine girmişti. Rus ordusunun bir yılda öldürdüğü sivil sayısı (ya da 2014 ile 2021 yılları arasında Ukrayna ordusunun Donbass bölgesinde yol açtığı ve Rusya’nın işgali sonrasında da süren sivil kayıplar) İsrail’in yalnızca bir ayda neden olduğu kayıplara denk gelmektedir. Bu durum, Rusya’ya karşı uzun bir abluka zincirini tetikledi: yurtdışındaki varlıklarının ve vatandaşlarının malvarlıklarının yağmalanması, büyükelçilik çalışanlarının sınır dışı edilmesi, çeşitli yaptırımlar (savaşa katılmamış olmasına rağmen Rusya’nın müttefiki olduğu için Belarus’a da uygulanan yaptırımlar) ve Ukrayna’ya silah ve para sevkiyatları. Ayrıca, Rusya uluslararası spor, sanat ve bilim etkinliklerinden de dışlanmıştır.
Uluslararası kınama ve adalet arayışına dayanan aynı mantık izlendiğinde, aynı yaptırımların İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri’ne de uygulanması gerekir — hatta daha da ağır biçimde, zira İsrail’in saldırıları Rusya’nınkilerden daha ölümcül olmuştur. Onlara yönelik yaptırımlar nerede? Yurtdışındaki malvarlıklarının yağmalanması, diplomatik personelin sınır dışı edilmesi nerede? Filistin’e, işgalci orduya ve yerleşimcilere karşı kendini savunabilmesi için gönderilen silahlar nerede? Avrupa ordularının ya da Birleşmiş Milletler şemsiyesi altındaki güçlerin, tahammül edilemez hale gelen bu duruma karşı İsrail’le doğrudan yüzleşmek üzere verdiği destek nerede? Avrupa ve Batı dünyası, Rusya’nın bu etkinliklerden men edilmesine rağmen, İsrail’in 2024 ve 2025 yıllarındaki siyasi-müzikal Eurovision festivaline veya 2024 Paris Olimpiyat Oyunları’na katılmasına nasıl utanmazlıkla izin verebiliyor?
“Uluslararası hukuk” gibi kavramların ardındaki gerçekle yüzleşmemiz gerekiyor. Ortada açık bir çifte standart var. Amerika Birleşik Devletleri ve müttefikleri, hiçbir sonuçla karşılaşmaksızın katliamlar gerçekleştirebilir, ülkeleri işgal edebilir, meşru hükümetleri devirebilir, darbeleri destekleyebilir, terörist grupları silahlandırabilir ve yasaları çiğneyebilir. Öte yandan, ABD hegemoniyasını —çok daha sınırlı ölçüde bile olsa— tehdit eden ülkeler, yeryüzünün şeytanı ilan edilir. ABD müttefiki ülkelerin birçok saf vatandaşı da bu efendi oyununa ayak uydurur. NATO yanlısı medya anlatısını tüketirler; NATO, Amerika Birleşik Devletleri’nin tek güç olarak kalmasını sağlamak ve çok kutuplu yeni bir küresel düzenin ortaya çıkmasını engellemek amacıyla hizmet ederken, bu insanlar insan haklarını savunduklarını sanırlar.
Asıl soru şu: Batı (zengin ya da artık zengin olmayan bir milyar insan), kendi ahlaki ilkelerini tüm gezegene bağlayıcı kurallar olarak dayatmak için dünyaya nasıl bir yüz gösterecek? Bu soruya, son on yıllarda yaşananlardan çok daha vahim olan İsrail’deki gelişmeler dikkate alınarak yanıt verilmelidir. Aynı zamanda bir yanda Amerika Birleşik Devletleri’nin verdiği destek, diğer yanda Avrupa Birliği’nin düşük profilli tutumu göz önünde bulundurularak da ele alınmalıdır. Buna, bazı Avrupa hükümetlerinin, Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından savaş suçları ve insanlığa karşı suçlardan aranan Netanyahu’nun olası bir ziyaret öncesinde tutuklanmasını reddetmesi de dahildir.
Dahası, gezegenin geri kalanındaki 7 milyar insanı, kurallara dayalı adil bir düzenin var olduğuna ve buranın güçlü olanın istediğini aldığı bir orman ya da Vahşi Batı olmadığını nasıl ikna edeceğiz? Öyle bir gelecek öngörüyoruz ki, Batı’nın söylemleri artık ikna gücünü yitirecek; iyi diplomatlara sahip olmak değil, iyi silahlara sahip olmak daha önemli hale gelecek.
Amerika Birleşik Devletleri’ni cezalandıramayız, çünkü şu anda dünyayı o yönetiyor —her ne kadar süresi tükeniyor olsa da. İsrail ise uluslararası kınamaları ya da sokaklara çıkıp güç istismarlarını protesto eden sivil grupları umursamıyor. Ne istiyorsa yapmaya devam edecek. İsrail’i durdurmanın tek yolu diplomasi ya da hukukla değil, silah gücüyle olur.
Batılı güçlerin yarattığı o toksik canavar olan İsrail, bugün sözde medeni bir ülkenin vahşi ve sapkın yüzünü temsil etmektedir. Onun yöneticileri, kendilerini dokunulmaz sanmakta; yeraltı dünyasının ve Alkol Yasağı döneminin Chicago’sundaki gangsterler gibi davranmaktadır. Ancak başka milletlere düşmanlık eden hiçbir güç sonsuza kadar var olamaz. Siyonistler, hem kendi halklarının hem de diğer ülkelerin tarihine dönüp bakmalıdır. İsrail sonunda denk bir karşılıkla yüzleşecektir. Tüm komşularını düşman eden bir ülke uzun süre varlığını sürdüremez. İsrail’in haksız yere öldürdüğü her masum Filistinli, İsrail’e ağır bir bedel olarak dönecektir. İsrail kendi eylemleri yüzünden uzun ömürlü olamayacak olsa da, Batı’dan geriye kalanların da aynı bataklığa sürüklenmemesi büyük önem taşımaktadır.
*(Yazar tarafından İspanyolca “Israel, Estado pirata-terrorista” başlıklı versiyondan çevrilmiştir, 9 Nisan 2025)
Kaynak: https://znetwork.org/znetarticle/israel-a-pirate-terrorist-state/