İsrail: İleri Karakol mu, Ülke mi?

Sözde medeni dünyanın, özellikle de Amerika Birleşik Devletleri’nin, İsrail’in Gazze’de ve İşgal Altındaki Filistin Toprakları’nda yürüttüğü terör ve barbarlık kampanyası karşısındaki resmi sessizliği tehlikeli bir emsal teşkil etmektedir. Washington, Soykırım Sözleşmesi kapsamındaki yükümlülüklerini yerine getirerek Filistinlileri soykırımdan korumak yerine, bu yükümlülükleri yerine getirenlere savaş açmıştır.
Nisan 9, 2025
image_print

Şu anda içinde yaşadığımız Orwellvari dünyada, uluslararası hukuku savunan ülkeler ve gruplar terörist ya da terör destekçisi olarak etiketlenirken, uluslararası ve insani hukuku pervasızca ihlal ederek tarif edilemez suçlar işleyenler etiketlenmiyor ve cezalandırılmıyor.

Gazze’de son bir buçuk yılda yaşananlar, Amerika Birleşik Devletleri’nin uluslararası hukuku korumaya ne kadar az önem verdiğini açıkça gözler önüne sermiştir. İsrail ise, Amerika Birleşik Devletleri’nin ileri karakolu olarak, uluslararası kuralların ve ahlaki normların dışında, kanunsuz bir şekilde faaliyet göstermeye devam etmektedir. Filistin’de İsrail, cellat olurken, Amerika Birleşik Devletleri etnik temizlik ve soykırımın uygulayıcısı olmuştur.

Hem Biden hem de Trump yönetimleri, İsrail uğruna yasaları çiğnemiştir.

Ancak selefinin uluslararası ve Amerikan yasalarının ihlalini gizlemeye ya da örtbas etmeye çalışmasının aksine, Trump yönetimi her iki yasayı da açıkça ve yüzsüzce ihlal etmektedir.

Amerika Birleşik Devletleri, 1948 tarihli ‘Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ne—diğer adıyla Soykırım Sözleşmesi—imza atmış bir ülke olmasına rağmen, Tel Aviv’in planladığı insani felaket için ölümcül silahlar sağlamaya devam etmektedir. Bu bağlayıcı antlaşma, onaylasalar da onaylamasalar da taraf devletlere “koruma sorumluluğu” yüklemektedir.

Sözleşme, soykırımı tanımlamış ve onu kesin biçimde bir suç olarak kabul etmiştir. Aynı zamanda suç ortaklığını da kriminalize etmiş ve taraf devletlere failleri önlemek ve cezalandırmak için önlemler alma yükümlülüğü getirmiştir.

Yukarıdaki sözleşmeye ek olarak, 1945 tarihli Birleşmiş Milletler Şartı, 1949 Cenevre Sözleşmeleri ve diğer bağlayıcı BM belgeleri; soykırım, etnik temizlik, savaş suçları ve insanlığa karşı işlenen suçlara karşı kolektif bir “koruma sorumluluğu” oluşturmuştur. Bu yükümlülüğün amacı, İkinci Dünya Savaşı sırasında olduğu gibi uluslararası toplumun bir daha hareketsiz kalmamasını güvence altına almaktı.

Tarih, soykırımı sona erdirme yönündeki hem ahlaki hem de hukuki yükümlülüklerini yerine getirmeyen ülkeleri ve yetkilileri sert ve haklı bir şekilde yargılayacaktır. Bu yükümlülükleri yerine getirenleri ise övgüyle anacaktır.

Ne yazık ki hiç kimse, Amerika Birleşik Devletleri’nin Sözleşme’nin I. Maddesi uyarınca “soykırımı önleme ve cezalandırma” yükümlülüklerini sadakatle yerine getiren ülke ve grupları neden hırpalayıp acımasızca cezalandırdığını sormamıştır.

İsrail’in sürmekte olan vahşetini çarpıtan Orwellvari söylemlere karşı koyabilmek için, uluslararası hukuk kapsamındaki ahlaki ve yasal yükümlülüklerine uygun şekilde hareket edenlerin tanınması büyük önem taşımaktadır.

Güçlü ulusların cezasızlıkla hareket ettiği bir dünyada, bazıları soykırımı sona erdirmek için harekete geçti: Yemen’de Ensarullah (diğer adıyla Husiler); Lübnan’da Hizbullah; İran İslam Cumhuriyeti ve Güney Afrika.

Direnişe karşı verilen mücadele, bu yapıların kimliklerinin merkezini oluşturmuş ve onları Filistin direniş hareketleriyle dayanışma içinde birleştirmiştir. Uluslararası ve insani hukukların emirlerini yerine getirmek adına büyük bedeller ödemişlerdir.

Amerika Birleşik Devletleri ise İsrail’e karşı mücadele eden ve ona muhalefet eden her ülke ya da grubu terörist olarak tanımlamaktadır.

Yemen’deki Ensarullah

İsrail’in Gazze’ye yönelik işgali ve insani ablukasına karşılık olarak, Ensarullah 31 Ekim 2023 tarihinde Gazze savaşına dahil oldu. Kızıldeniz ve Aden Körfezi’nde İsrail’le bağlantılı ticari ve askeri gemilere füze ve insansız hava aracı saldırıları başlattı. Bu saldırılar, 19 Ocak 2025’te ateşkes anlaşmasının yürürlüğe girmesiyle durduruldu. Ancak İsrail, Mart ayının ortasında ateşkesi ihlal ederek soykırım kampanyasını ve Gazze’ye yönelik gıda ve ilaç ablukasını yeniden başlatınca, Ensarullah saldırılarına devam etti.

Ensarullah’ın İnsani Yardım Operasyonları Koordinasyon Merkezi şu açıklamayı yaptı: “[Ensarullah ordusu] tarafından gerçekleştirilen eylemlerin… mazlum Filistin halkına karşı duyulan derin bir dini, insani ve ahlaki sorumluluk duygusundan kaynaklandığının ve işgalci İsrail varlığına Gazze Şeridi’ndeki geçişleri yeniden açması, gıda ve tıbbi malzeme dahil olmak üzere yardım girişine izin vermesi için baskı yapmayı amaçladığının anlaşılmasını umuyoruz.”

ABD’nin büyük medya kuruluşları, Ensarullah’ı aşağılayıcı bir şekilde Tahran’ın bölgesel bir vekili olarak çerçeveledi. Ancak Yemen’in Filistin ile olan tarihsel dayanışmasını haberleştirmekte başarısız oldular.

Örneğin, 1947 yılında Yemenli temsilciler Birleşmiş Milletler’de Filistin’in bölünmesine karşı çıkmış ve 1973 Ekim Savaşı sırasında Bab el-Mendeb Boğazı, İsrail’e yakıt taşıyan gemilere kapatılmıştı. Ayrıca, Yemen Cumhuriyeti 1990’daki birleşmenin ardından, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün ABD tarafından diplomatik olarak tanınması için baskı yapmış ve Filistinli mültecilere kendi vatandaşlarına tanıdığı hak ve kaynakları sağlamıştır.

Lübnan’daki Hizbullah

Yemen’deki Ensarullah gibi Hizbullah da Amerika Birleşik Devletleri ve Batı tarafından bir terör örgütü olarak resmedilmiştir. Oysa gerçekte Hizbullah, İsrail’in yayılmacılığına ve saldırganlığına karşı Lübnan’ı ve Filistinlileri savunmaya adanmış, ulusal bir siyasi parti ve askeri güçtür.

1982 yılında İsrail’in Lübnan’a yönelik işgali ve kuşatması, direnişi tetikledi. Hizbullah, varlığını resmen 1985 yılında yayımladığı “Lübnan’daki ve Dünyadaki Mazlumlara Açık Mektup” ile duyurdu. Bu mektupta, İsrailli işgalcileri Lübnan’dan, Filistin’den ve Kudüs’ten çıkarmayı amaçladıklarını ilan ettiler. 2009 yılında manifestoları, çok mezhepli Lübnan devleti içinde çalışma taahhütlerini yansıtacak şekilde revize edildi.

Hizbullah, Filistinlilerle dayanışma içinde, 7 Ekim’de gerçekleşen El-Aksa Tufanı operasyonundan bir gün sonra Siyonist rejime karşı bir saldırı kampanyası başlattı. Güney Lübnan’da bir cephe açarak işgal altındaki Şebaa Çiftlikleri bölgesindeki İsrail güçlerini bombalamaya başladılar. Tel Aviv, Filistinlilere yönelik soykırımı sona erdirene dek Hizbullah saldırılarını durdurmayı reddetti. Kısa süreli ateşkes sırasında çatışmalara ara verdiler.

İsrail, direnişi bastırabileceğine inanarak 2024 yılında aralarında halk tarafından sevilen genel sekreter Seyyid Hasan Nasrallah’ın da bulunduğu birçok Hizbullah liderine suikast düzenledi.

Direniş kavramı, Hizbullah’ın yol gösterici ideolojisi olmuştur. Müslüman dünyadaki imajı; 2000 ve 2006 yıllarında İsrailli işgalcilere karşı yürüttüğü silahlı mücadeleyle Lübnan topraklarını özgürleştirme örneği, Filistin’in kurtuluşuna verdiği koşulsuz destek ve ABD-İsrail bölgesel hegemonyasına karşı duruşuyla pekiştirilmiştir.

1979 İran Devrimi’nin fikir ve idealleri, İran’ın başından beri desteklediği Hizbullah’ın gelişiminde belirleyici rol oynamıştır.

İran İslam Cumhuriyeti

İran, 1979’dan bu yana ABD-İsrail hegemonyasına karşı direniş kültürü ve Filistin halkının kendi kaderini tayin etme hakkına olan bağlılığı ile tanınır hale gelmiştir. Direniş, dış politikasının merkezinde yer almıştır. İran İslam Cumhuriyeti’nin Aralık 1979 tarihli Anayasası’nın 152. Maddesi bu durumu şu şekilde beyan etmektedir:

“İran İslam Cumhuriyeti’nin dış politikası, her türlü tahakkümün reddedilmesi—hem uygulayan hem de boyun eğen olarak—ülkenin bağımsızlığının korunması… tüm Müslümanların haklarının savunulması, hegemonyacı süper güçlerle tarafsızlık ve savaşmayan tüm devletlerle karşılıklı barışçıl ilişkilerin sürdürülmesi üzerine kuruludur.”

Ayrıca, İran’ın diğer ulusların iç işlerine karışmaktan kaçınacağını belirten 154. Madde, ülkenin “mustaz’afların [ezilenlerin], dünyanın her köşesindeki mustekbirun [zalimler] karşısındaki haklı mücadelelerine” verdiği desteği vurgulamaktadır.

İran, İsrail’in Filistin’i yasa dışı işgaline karşı çıkmak adına uluslararası hukuk çerçevesindeki sorumluluklarını yerine getirmektedir. Bu da, monarşiden İslam Cumhuriyeti’ne geçişinden bu yana ABD yönetimleriyle karşı karşıya gelmesine ve ağır ekonomik yaptırımlara maruz kalmasına neden olmuştur.

Güney Afrika Cumhuriyeti

Güney Afrika, 29 Aralık 2023 tarihinde, Gazze Şeridi’ndeki Filistinlilere karşı soykırım yapmakla İsrail’i suçlayarak, Birleşmiş Milletler’in yargı organı olan Uluslararası Adalet Divanı’nda (UAD) İsrail’e karşı dava açılması için başvuruda bulundu. Bu davayı, BM Soykırım Sözleşmesi’ne imza atmış bir ülke olarak “soykırımı önleme yükümlülüğü”ne dayanarak açtı.

“Güney Afrika – İsrail” davasında, Güney Afrika Yüksek Mahkemesi avukatları, “Gazze’yi yok etme niyetinin devletin en üst kademelerinde beslendiğini” savundu.

UAD, 26 Ocak 2024 tarihinde, İsrail’in soykırım eylemlerini önlemek, bu tür eylemleri gerçekleştirenleri cezalandırmak ve insani yardım ile temel hizmetlerin sağlanmasını mümkün kılmak için tüm önlemleri almasını emretmesine rağmen, İsrail mahkemenin hukuken bağlayıcı kararına hiçbir zaman uymadı.

Güney Afrika, ilk başvurusunun ardından, Filistinliler için ek acil koruma talep eden üç dilekçe daha UAD’ye sundu ve 13 ülke destek beyanında bulundu.

Güney Afrika ayrıca, Amerika Birleşik Devletleri’nin baskısına da boyun eğmeyi reddetti. Mevcut yönetimin mali yardımları kesme de dahil olmak üzere yaptığı tehditlere rağmen, Dışişleri Bakanı Ronald Lamola, Güney Afrika’nın hukukun üstünlüğüne olan ilkeli bağlılığını ve UAD nezdindeki davasını geri çekmeme kararını vurguladı.

Sonuç

İronik bir şekilde, ABD üniversite kampüslerinde Gazze’deki soykırıma karşı çıkan protestocular hükümet tarafından kaçırılıp yasadışı şekilde gözaltına alınırken, Amerikan Başkanı, uluslararası hukuku hiçe sayarak, hakkında savaş suçlarından dolayı iddianame hazırlanmış olan İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’yu Beyaz Saray’da ağırlamakta, tutuklamak yerine onu karşılamaktadır.

Savaş suçlularını soruşturma ve yargılama yükümlülüğü, teamül niteliğindeki uluslararası hukuk kapsamında kesin biçimde tesis edilmiştir. Bu yükümlülük çok sayıda antlaşmada, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu tarafından kabul edilen çok sayıda kararda yer almakta ve BM Güvenlik Konseyi tarafından çeşitli vesilelerle yeniden teyit edilmektedir. Ayrıca, Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) Statüsü’nün önsözünde de “her devletin uluslararası suçlardan sorumlu olanlar üzerinde cezai yargı yetkisini kullanma görevi” teyit edilmiştir.

UCM’ye taraf olmayan Amerika Birleşik Devletleri gibi devletler dahi, yalnızca Güvenlik Konseyi tarafından havale edilen davalarda değil, aynı zamanda 1949 Cenevre Sözleşmeleri kapsamında devletlerin uluslararası insancıl hukuka “saygı göstermesi ve saygı gösterilmesini sağlaması” gerektiği yönündeki hükümler doğrultusunda da mahkemeyle iş birliği yapmakla yükümlüdür.

Filistinli direniş hareketlerinin eylemleriyle ilgili olarak şunu da belirtmek gerekir ki, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, ezilen halkların kendi kaderlerini tayin etme ve bağımsızlıklarını elde etme aracı olarak silahlı direnişin meşruiyetini tanıyan çok sayıda karar kabul etmiştir.

Sözde medeni dünyanın, özellikle de Amerika Birleşik Devletleri’nin, İsrail’in Gazze’de ve İşgal Altındaki Filistin Toprakları’nda yürüttüğü terör ve barbarlık kampanyası karşısındaki resmi sessizliği tehlikeli bir emsal teşkil etmektedir. Washington, Soykırım Sözleşmesi kapsamındaki yükümlülüklerini yerine getirerek Filistinlileri soykırımdan korumak yerine, bu yükümlülükleri yerine getirenlere savaş açmıştır.

Amerika Birleşik Devletleri, talihsiz bir şekilde, yasa ve ahlaka uygun bir ülke maskesi takan Siyonist ileri karakoluna büyük yatırımlar yapmıştır. İsrail’in yazılı bir anayasası yoktur ve tanımlanmış sınırları da bulunmamaktadır; bu nedenle uluslararası sözleşmelerin kurallarının ve yasalarının dışında yaşamıştır.

Sömürgeci bir yapı olarak, İsrail’in liderleri Filistin’deki üstünlükçü hedeflerini tamamlayabilmek için uluslararası ve insani hukukların dışında hareket etmeleri gerektiğini biliyorlardı. Ve hiçbir engelle karşılaşmadan, seksen yılı aşkın süredir bunu yapmaktadırlar.

Gazze’nin kaderi, yalnızca Filistinliler için değil, aynı zamanda Siyonist İsrailliler ve Amerikalılar için de geleceği belirlemektedir. En önemlisi de şu soruyu gündeme getirmektedir: Yeni uluslararası düzen “gücün haklı sayıldığı” mı olacak, yoksa “hakkın haklı sayıldığı” bir düzen mi?

 

Kaynak: https://www.counterpunch.org/2025/04/09/israel-outpost-or-country/

SOSYAL MEDYA