İsrail’in Gazze’ye karşı sürdürdüğü savaş çocuklara karşı yapılan bir savaştır
Gazze’deki çocuklar sadece savaşın rastgele kurbanları değiller; genellikle doğrudan hedef alınıyorlar.
Kasım ayında, İsrail’in Gazze’deki soykırımının üzerinden bir yılı aşkın bir süre geçmişken, Gazze merkezli Kriz Yönetimi Toplum Eğitim Merkezi tarafından yayımlanan bir rapor korkunç bir istatistik ortaya koydu: “Zor durumdaki Filistin bölgesinde yaşayan çocukların neredeyse tamamı ölümlerinin yakın olduğuna inanıyor ve neredeyse yarısı ölmek istiyor.”
Engelli, yaralı ya da yalnız kalan çocukları olan ailelerle yapılan bir anketten elde edilen bu istatistiklerin bu kadar karanlık olması şaşırtıcı değildir. Uluslararası Af Örgütü’nün yakın tarihli raporu krizin boyutlarını net bir şekilde ortaya koyuyor: “İsrail’in eylemleri … Gazze halkını çöküşün eşiğine getirdi. İsrail’in acımasız askeri saldırıları, 7 Ekim 2024’e kadar 13.300’ü çocuk olmak üzere 42.000’den fazla Filistinlinin ölümüne ve 97.000’den fazlasının yaralanmasına neden oldu; bunların birçoğu doğrudan ya da kasıtlı olarak ayrım gözetmeyen saldırılardı ve genellikle çok kuşaklı ailelerin tamamını yok etti.”
Kadınlar ve çocukları orantısız şekilde etkileyen bu tarifsiz acılar, ahlaki bir utanç, siyasi bir travma ve en üst düzeyde militarist bir zulmü temsil etmektedir. Hayatların, kurumların ve temel insani altyapının yok edilmesi, bir halkın imhasını aşarak gelecek nesillere ve ortak insanlığımızın dokusuna yönelik bir saldırıya dönüşmektedir. Soykırımcı söylem, düşünülemez olanı, en savunmasızlara — çocuklara — karşı yürütülen ayrım gözetmeyen bir savaşı meşrulaştırır ve insanlıktan çıkarır.
İsrail’in Filistinli gençlere karşı yürüttüğü savaş, soykırımsaldır; yalnızca çocukları aç bırakmak, sakat bırakmak ve akıl almaz şekilde öldürmekle sınırlı değildir. Bu savaş, aynı zamanda bu gençlerin değerli, insan olarak var olmaları ve umut dolu bir yaşam sürebilmeleri için gerekli her türlü anlamlı kavrama yönelik amansız bir saldırıdır. İsrail, onların onurlarını ellerinden alarak, onları dünyanın gözünde görünmez ve değersiz hale getiriyor; sanki hayatları harcanabilir, hayalleri ise önemsizmiş gibi davranıyor.
Bu yoğun şiddet, “çocuk kıyımı” olarak adlandırılabilecek bir olguyu temsil eder: çocukların kasıtlı veya sistematik olarak yok edilmesi. Bu ister doğrudan şiddet yoluyla ister ihmal sonucu, isterse onları benzersiz bir şekilde savunmasız bırakan savaş ve baskı koşulları nedeniyle olsun, bir kolektif başarısızlığın travmatik tezahürüdür. Gazze’de, çocukların sürekli bombardımanlar, yerinden edilmeler ve yoksunluklarla karşı karşıya kaldığı bir ortamda, çocuk kıyımı yalnızca bir şiddet eylemi değil, aynı zamanda bir ahlaki çöküştür: geleceklerin, hayallerin ve bütün bir neslin silinmesi. Bu, yalnızca çocuklara değil, insanlığa karşı işlenmiş bir suçtur ve ardında hiçbir kelimenin dolduramayacağı ve hiçbir adaletin tamir edemeyeceği bir boşluk bırakmaktadır.
ABD’de, çocuk kıyımı daha gizli bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Sağcı politikacılar, neoliberal eğitimciler ve gerici milyarder bağışçı sınıfı tarafından yönlendirilen ifade özgürlüğünün sansürlenmesi ve bastırılması, gençlerin hayal güçlerini ve eleştirel kapasitelerini boğmayı ve daha adil bir gelecek tasavvur etme yeteneklerini aşındırmayı amaçlamaktadır.
Gazze’de ise çocuk kıyımı açık ve yıkıcı bir biçim almaktadır. Oradaki şiddet çocukları öldürüyor, sakat bırakıyor, hayat kurtaran tıbbi tedaviden mahrum bırakıyor ve bazen uzuvlarını, bazen de geleceklerini ellerinden alıyor. Bu dehşetin boyutları şaşırtıcıdır ve yalnızca ABD gibi ülkelerin sessizliği veya doğrudan desteği ile kıyaslanabilir; bu sessizlik ya da destek, bu kitlesel vahşeti körükleyen kayıtsızlık ve aktif suç ortaklığı anlamına gelmektedir.
Trump yönetimi altında hem ABD’de hem de Gazze’de bu tür çocuk kıyımının yoğunlaşması muhtemeldir.
Çocuklara yönelik savaş
Ekim ayında, son bir yıl boyunca Gazze Şeridi’nde gönüllü olarak çalışan yaklaşık 100 ABD’li sağlık çalışanı, Başkan Joe Biden ve Başkan Yardımcısı Kamala Harris’e bir mektup gönderdi. Mektupta şu ifadeler yer aldı: “Hepimiz, acil durum, yoğun bakım veya cerrahi bir ortamda, başından ya da göğsünden vurulan çocukları düzenli ya da günlük olarak tedavi ettik. Gazze genelinde küçük çocukların bir yıl boyunca bu denli yaygın bir şekilde vurulmasının, tesadüf olması ya da İsrail’in en üst düzey sivil ve askeri yetkilileri tarafından bilinmemesi mümkün değildir.”
Başka bir ifadeyle, bu çocukların birçoğu, İsrailli keskin nişancılar ve diğer askerler tarafından bilerek öldürülmüştür.
Bu şiddet yalnızca bedenlere yönelik bir saldırı değil, aynı zamanda ruha yönelik bir saldırıdır. Filistinlilerin tam anlamıyla insan olarak görülme, geleceklerini destekleyen bir topluma ait olma ve şiddetin yerine samimiyet ve şefkatin hâkim olduğu bir dünyada yaşama haklarını inkâr etmektedir. Bu tür bir zalimlik, yalnızca bir halka karşı işlenmiş bir suç değil; aynı zamanda ortak insan varoluşumuzun özüne açılmış bir yaradır.
Çocuk kıyımının yüzü, bir mülteci kampındaki çadırda diri diri yanan genç Sha’ban al-Dalou’nun görüntüleriyle tüm dünyanın gözü önüne serildi. Bu mülteci kampı, İsrail hava saldırısına uğramıştı. The Guardian’da yazan Zak Witus, gördüklerini şu şekilde aktarıyor:
“Videoya tıkladım ve gördüklerime inanamadım: alev alev yanan bir cehennem, çığlıklar içinde koşuşturan insanlar ve alevlerin ortasında kıvranan, çatırdayan bir beden; yardım için uzanmış, hala seruma bağlı bir kol. Videoyu paylaşmak için ertesi sabahı bekledim; olay, saygın haber kaynakları tarafından doğrulanana kadar. Görüntüler gerçek olamayacak kadar dehşet vericiydi — sanki bir filmden çıkmış gibiydiler — ama gerçekti: İsrail’in hava saldırısı, Gazze’nin orta kesiminde, Deyr el-Balah şehrindeki El-Aksa Şehitleri Hastanesi yakınlarına isabet etmiş ve en az dört kişinin ölümüne neden olmuştu.”
Diri diri yanarken görüntülenen adam mı? Adı Sha’ban al-Dalou, 19 yaşında bir yazılım mühendisliği öğrencisiydi.
Sha’ban al-Dalou’nun öldürülmesi münferit bir eylem değildir; bu, bir imha savaşının parçasıdır. Nasıl bir ulus, yok etme politikası güden haydut bir devlet olan İsrail’i desteklemeye devam edebilir? ABD, bu cezasızlıkla yürütülen soykırım savaşını tamamen bilmesine rağmen, nasıl olur da buna karşı harekete geçmez? Bu sadece bir vahşet savaşı değil; aynı zamanda kendilerini demokrasiyle övüp, Filistinli kadın ve çocukların toplu katliamını ve yok edilmesini kınamayı ya da engellemeyi reddederek suç ortağı olmaya devam eden Batı Avrupa ülkeleri için ağır bir suçlamadır.
Faşizmin kötülüğü yalnızca sistematik şiddet eylemlerinde değil; bunu mümkün kılan, meşrulaştıran ve bundan çıkar sağlayanların sessizliğinde de yatmaktadır. Birleşik Krallık merkezli Silahlı Şiddet Karşıtı Eylem grubunun yöneticisi Iain Overton, durumu şöyle özetliyor: “Dünyanın Gazze’deki çocukları korumadaki başarısızlığı, devasa bir ahlaki çöküştür. Bu çocukların seslerinin duyulmasını ve geleceklerinin korunmasını sağlamak için kesin ve şefkatli bir şekilde harekete geçmeliyiz.”
Parlamento üyesi Jeremy Corbyn ise daha ileri giderek şunları belirtiyor: “İsrail’e silah tedarik eden herkesin elleri kana bulaşmıştır — ve dünya onları asla affetmeyecektir.”
Tüm bu suç ortakları arasında eli en fazla kana bulaşmış olan Biden yönetimidir. Biden’ın başkanlığı sona ererken ve Başbakan Benjamin Netanyahu Uluslararası Adalet Divanı tarafından savaş suçlusu ilan edilmişken bile, Biden, ABD’nin İsrail’in savaş suçlarına ortaklığını sona erdirmeyi reddetmektedir. Jeffrey D. Sachs’ın belirttiği gibi, Biden “ABD ordusunu ve federal bütçesini Netanyahu’nun felaket savaşlarına teslim etti … bu savaşlar Amerikan halkı için mutlak bir felaket olmuştur, ABD Hazinesini trilyonlarca dolar zarara uğratmış, Amerika’nın dünya üzerindeki itibarını zedelemiş, ABD’yi soykırım politikalarına ortak etmiş ve dünyayı Üçüncü Dünya Savaşı’na daha da yaklaştırmıştır.”
Gazze bir uyarıdır
Filistin halkının yok edilmesi ve çocuklarına karşı yürütülen soykırım savaşı yalnızca bir ölüm kampanyası değildir; bu, tarihe, mirasa ve hafızaya yönelik hesaplanmış bir saldırıdır. Bir nesli sistematik şekilde silmekte ve bir zamanlar yaşamların, hayallerin ve geleceğin umutlarının filizlendiği bir boşluk bırakmaktadır. Bu saldırı, derin bir zalimlikle hareket eden ve her türlü ahlak, adalet ve özgürlük anlayışını yok eden otoriter bir devlet tarafından işlenmektedir; geride yalnızca dizginsiz bir zalimliğin ıssızlığını bırakmaktadır.
James Baldwin bir keresinde şöyle yazmıştı: “Dünyanın her yerinde, her bir çocuk bizimdir ve bunu fark edemeyen birinin ahlaktan da yoksun olabileceğinden şüpheleniyorum.” Bugün bu tür ahlaksızlık her yerde; gücü hak ile karıştıranlar tarafından bir silah haline getirilmiş, gücün bir göstergesi olmuştur.
Gazze’de, bu zalimlik en karanlık gerçekliğini ortaya koymaktadır: Çocuklar yalnızca harcanabilir olarak görülmüyor, aynı zamanda kasıtlı olarak hedef alınıyorlar. Ölümleri, daha derin bir niyetin ürpertici bir sembolü haline geliyor. Burada, gençliğe karşı küresel savaş en grotesk sonucuna ulaşıyor. Filistinli çocukların cesetleri, Gazze’nin yıkıntıları arasında korkunç bir uyarı niteliğinde duruyor — yalnızca savaşçıların ve militanların değil, Filistinli bir geleceğin ihtimalinin bile yok edilmesi gerektiğine dair bir mesaj taşıyor.
Gazze’de yaşananlar, yalnızca tekil bir vahşet değildir; bu, dünyayı sömürgeleştiren sinsi faşizmin bir ön izlemesidir. En savunmasız olanların bilerek hedef alınması, çocukları umudun taşıyıcıları değil, üstünlükçü bir fetih vizyonunun önündeki engeller olarak gören ürkütücü bir güç hesabını ortaya koymaktadır. Onların yok edilmesi yalnızca yaşamlarını değil, aynı zamanda halklarının hafızasını ve direncini de silmekte; böylece Filistin fikrini tamamen unutturmaya çalışmaktadır.
Bu çağın acı dersi şudur: Dünyanın dört bir yanında farklı biçimlerde yürütülen gençliğe karşı savaş, Gazze’de son noktasına ulaşmıştır. Eğer bu anın gerekliliklerini yerine getiremezsek; çocukluğun kutsallığını ve insan haklarının evrenselliğini savunamazsak, insan olmanın ne demek olduğunu ve radikal bir demokrasiye dair idealleri, vaatleri ve umutları kaybetme riskiyle karşı karşıya kalırız.
Nasıl direneceğiz
Direniş, faşist tehdidin gerçek doğasını — demokrasiye, adalete ve insan onuruna yönelik sistematik ve planlı bir saldırı olduğunu — açığa çıkarmakla başlamalıdır. Bu yalnızca hukukun üstünlüğünü savunma meselesi değildir; baskıya karşı koymak ve kitlesel direnişi harekete geçirmek için kolektif tutkuların ve sivil cesaretin seferber edilmesini gerektirir. Adalet için mücadele, ancak bugün ABD’yi saran adaletsizliğin açıkça tanınmasıyla başlayabilir. Bu hem siyasi hem de pedagojik bir zorunluluktur.
Direnişin anlamlı ve kalıcı olabilmesi için, insanlar bu ihlallerin yalnızca kendi yaşamlarını nasıl şekillendirdiğini değil, aynı zamanda komşularını nasıl yaraladığını ve daha geniş sosyal dokuyu nasıl aşındırdığını da anlamalıdır. Bu anlayış, dayanışmayı teşvik eder ve ortak bir amaç ile karşılıklı hesap verebilirlik üzerine kurulu bir direnişin temelini oluşturur.
Direniş, yalnızca karşı koyma eylemlerini değil, aynı zamanda dayanışmayı teşvik edebilecek ve direniş kültürünü sürdürebilecek yeni bir dil, yeni bir hayal gücü ve yeni kurumlar oluşturmayı gerektirir. Eğitim kıyımı ve çocuk kıyımının birbiriyle iç içe geçmiş krizleri, yalnızca politika ve ahlakta bir çöküşü değil, aynı zamanda fikirlerin ve eleştirel bilincin başarısızlığını da temsil etmektedir.
Gerekli olan, fikirler üzerinde süren bir mücadeledir — kitlesel direnişin temeli olarak radikal hayal gücü ve farkındalık için bir savaştır. Büyük ekonomik ve siyasi eşitsizlikler yalnızca adlandırılıp ele alınmamalı, aynı zamanda sistematik şekilde ortadan kaldırılmalıdır. Riskler göz ardı edilemeyecek kadar büyüktür: Demokrasinin kendisi, marjinalleştirilmiş bireylerin hayatları, gençlerin geleceği ve gezegenin varlığı tehlikededir.
Kaynak: https://truthout.org/articles/israels-war-on-gaza-is-a-war-on-children/