‘Sök at fazlalıkları,
düzleştir eğrilikleri,
arındırmaya çalış karanlıkları
ve aydınlık yap onları.
Kendi heykelini
yontmayı hiç bırakma.
Ta ki sende,
erdemin tanrısal görkemi
parıldayıp yayılsın’
Plotinos- [Enneades, I, 6: 9]
1204 yılında son haçlı seferi için yola çıkan ordu, İstanbul’a-Konstantinpolis’e gelir. Katolik Latinlerden oluşan ordu, dinlenmek için uğradığı Bizansın ihtişamı ve servetini görünce Kudüs’ten vazgeçip, İstanbul’a yerleşir. Kendilerini misafir eden imparatoru devirip ülkeye el koyar. Ortodoks mezhebini sapkın ilan edip, kiliseleri yağmalar papazları öldürür, rahibelere Ayasofya’da bile tecavüz ederler. Atadıkları yeni kardinalle katolikliği resmi mezhep ilan ederler, Ortodoks kıyafetlerini yasaklayıp Latin serpuşunu mecbur ederler. Rumcayı resmi dil olmaktan çıkartıp Latince’yi resmi dil yaparlar. Binbir çeşit yağma, çapul, cinayet, tecavüz sonunda 1260’lara kadar Bizans, Latin devleti olarak kalır. Bu dönem boyunca Bizans soylularının bir kısmı Latinleşir. Ve haçlılardan daha haçlı olarak kendi mezhepdaşlarına karşı en şedit zulümlerin, aşağılamaların başını çekerler. İskoçyadan, İngiltereden, Fransadan, Almanyadan , İtalyadan gelen barbar sürülerine rahmet okutacak derecede fanatik Katolik olan bu unsurlara halkın bir kısmı da katılır. İznik’e kaçan meşru imparator ise, Bitinya’da yurtlanmış Osman Bey’i keşfederek anlaşma yapar ve ‘Latin serpuşu görmektense, Osmanlı sarığı görmek isteyen’ yerli Ortodoks Rumlar, Osmanlı beyliği saflarında Latin tekfurlarıyla milli mücadeleye girişir. Zamanla çoğu Müslüman olan bu nüfus, 1260’larda kaçıp giden Latin haçlıların yerine parça parça İstanbul’a geri döner. Sonrası, meşru Doğu Roma İmparatoruyla Orhan Bey ve ardıllarının işbirliği içinde Marmara bölgesi ve sonra Balkanlarda Latin kalıntılarının temizlenmesi ile devam eder. Bizim tarihimize gazavet ve fetih olarak geçen bu dönem, Rum tarihçiler için de Roma’nın adım adım Müslümanlaşmasını sağlayan sürecin olağan gelişimi olarak kayda geçmiştir.
1054 yılında scyhizma denilen kiliselerin ayrışması sonrası Ortodoksluk ve Katoliklik artık iki farklı din haline gelmiş, doğu ve Batı Roma’nın 4.yy da ayrışmasını kesinleştiren bu dinsel kopuş sonrası artık bu iki Roma iç savaşına tutuşmuştu. Batı Roma, Osmanlı’yı da işte bu jeopolitik bağlamda Doğu Roma’nın devamı olarak batı Roma’yı yıkmaya gelen yeni askeri güç olarak görmüş, Ortodoks Hristiyanlıkla Osmanlı Müslümanlığını neredeyse aynı din olarak kodlamıştı. Bu nedenle Niğbolu, Kosova, Varna, hatta Belgrad’ın fethi bile Latin işbirlikçisi haçlılara karşı Ortodoks Rumların da Osmanlı saflarında yer aldığı savaşlar olarak tarihe geçmişti. (Timur istilasına karşı da Osmanlı ordusunda da Sırp, Bulgar, Rum askerler aynı nedenle yer almıştı)
Bu haçlı işgali döneminde Latin katoliklerin ortodoks Rumları aşağılamasına karşı bir papazın şu sözleri tarihe geçmiştir:
“Latinlerle aramızda geniş bir uçurum vardır. Bizler birbirinden ayrı kutuplarız. Ortak hiçbir düşüncemiz yoktur. Onlar, kibirli, kendilerini üstün görme hastalığına tutulmuş, bizim davranışlarımızın sadeliğini ve alçakgönüllülüğünü alaya almaktan hoşlanan kişilerdir. Ama biz, onların kibrini ve küstahlığını, onların burnunu havada tutan sümük akıntısı gibi görürüz…” (Bizans’ın Son Yüzyılları (1261-1453) Donald M. Nicol, Tarih Vakfı Yurt Yay.)
Tarih boyunca galipler benzemeye çalışan, onlarla kendi soydaşlarına, dindaşlarına karşı işbirliği yapıp, onlara kendini ispatlamak için fazladan gavurlaşan sümüklü unsurlar hep var olmuştur. 1. Dünya savaşı sonrası batılılaşan ve gönüllü bir şekilde self kolonizasyon ajanlığına soyunan yerli batıcıların 1204’te başarılamayan bu kültürel-dini işgali, 1920-30’larda kaldığı yerden devam ettirdiği, yani Latinizasyonu Türkleşme kılıfıyla topluma ve devlete giydirdiği yıllarda da aynı hikaye tekrar etmiştir.
Türk kavramını, İslam ve Osmanlı kimliğini kullanmamak ve gayrımüslim köklerini gizlemek için seçip kirleterek kullanan bu yerli gavurlar da aynı haçlılar gibi kendi toplumlarına, dinlerine, dillerine, kılık kıyafetlerine, alfabelerine, takvimlerine düşman olup, hep tiksintiyle bakmış, aşağılamış, hakaretler etmiş ve gavura benzetmek için gaspettikleri devletin dipçiği ve zulümleri yanında, peydahladıkları diğer gavurlarla birlikte okulda, sokakta, işyerlerinde, çarşıda pazarda bile sürekli sümük akıntılarını bulaştırmaya çalışmıştır.
Galiplerle işbirliği ve sonra da onlara şehvetli ajanlaşmanın ikinci örneği, Endülüs’ün işgali ve soykırımı sonrasında özellikle yahudiler örneğinde yaşanmıştı.
Endülüs katliamı sonrası Yahudiler, ‘Müslümanlar ve İslam yüzünden başımıza bu felaket geldi’ sonucu çıkardılar. Çoğu galiplerin safına geçip Hristiyan oldu. Bazısı ateist oldu Yahudiliği de bıraktı. Kaçtıkları ülkelerde dinlere düşmanlığın başını çektiler. Endülüslü Yahudi alim Maimonides/Musa bin Meymun (2. Musa olarak tanımlanır), Yahudilere can karşılığı dinlerini satmanın fetvasını vermişti.
‘Maimonides, dinden dönme konusundaki bir soruya cevaben, kişinin hayatı tehdit altında olduğunda ‘görünüşte’ din değiştirmeye hoşgörüyle yaklaşılması gerektiğini savunmuş, hatta mecbur olmadığı halde ölüme boyun eğenlerin idamlık bir suç işlediğine hükmetmişti’. (Maimonides- Akla inanç, Alberto Manguel, Yapı Kredi Yay.)
Ne var ki, Yahudiler Avrupa’da tutunmak için dinlerini satmakla kalmamış, zamanla en fanatik Hristiyan veya en azılı din düşmanı olmuştu. Yahudiliği ve Hristiyanlığı eleştiren en sert metinler de bütün Ehli Kitaba dönük en kıyıcı düşmanlıklar da Yahudi kökenlilerden gelmişti. 18. yy.’dan sonra gelişen Materyalizm, Pozitivizm, Komünizm gibi heretik ideolojiler, son tahlilde zorla Hristiyan yapılmış pagan kökenlilerin yanında söz konusu Yahudilerin rövanş güdüsünün eseriydi. Ortaçağ Avrupa’sında zorla din değiştirmeye ve kilisenin zulümlerine normal tepki veremeyenlerin torunları, intikamlarını böyle almıştı.
Osmanlının yıkılışı sonrası Selanik Yahudileri de aynı sonucu çıkarmış ve İslam yüzünden Osmanlının geri kalıp yıkıldığını savunmuşlardı. Millî Mücadelede İttihatçıların Anadolu’da örgütlemesiyle Müslüman halkın kurduğu Cumhuriyeti çeşitli entrika ve suikastlerle ele geçirince Osmanlıyı yıkan işgalcileri değil, İslamı suçlayarak bu sefer Arap ve İslam düşmanlığı yaptılar. Bugün de bu tutumlarını devam ettiriyorlar. Çünkü Osmanlı’ya sığındıktan bir süre sonra nankörlük edince tehditle Müslüman görünmüş olan Sabetay Sevi’nin izinde çift dinli, çift kimlikli bir karakter edinmişlerdi. ‘Müslümanım’ dememek için ‘Türküm’ demeyi şiar edinmiş, bu takiye kimlikle gasp ettikleri Cumhuriyetin imkanlarını takiyeci ‘Türk’ kimliğini asıl Türklere ve diğer Müslüman halka dayatmaya hasretmişlerdi.
20.yy. boyunca işte bu ajandalarıyla, doğal/sahici Müslüman Türk kimliğinin içini, ‘ne mutlu Türküm diyene’ maskesiyle boşaltıp Müslüman halkı gavura benzetmeye çalışmışlardı.
Diğer yandan, 1. Dünya savaşı öncesindeki suçlarını asla kabul etmeyen taşra Ermeniliğinin bakiyelerini ve Dersim katliamıyla devşirip kapıya bağladıkları bazı Alevi unsurları da kamalistleştirip suçlu gördükleri İslam düşmanlığında birleştirerek yanlarına çekip, toplumu İslamsızlaştırmaya uğraşmışlardı.
Benzer bir operasyonu aynı sopa-havuç taktikleriyle Kürtlere de uygulayıp, Kürtlüğü İslamdan arındırarak kavmiyetçi-seküler bir kimliği özendiren kirli savaşı daima körüklediler. (Bütün bu devşirme gavurların kürt sorunu kod adlı kirli savaşın bitişi karşısında siyonizmle senkron bir şekilde panikleyip aynı cephede toplanarak bozmaya çalışması tesadüf değildir.)
Sonuçta, Endülüs sonrası Avrupa’ya kaçan soydaşları gibi, Osmanlı Yahudileri de kendi güvenlikleri için dinlerini satmakla kalmayıp, Batıya şirin görünme adına, İslam kimliğine düşmanlığı Batıya rüşvet olarak sunmuşlardır. Çağdaşçılık-Laikçilik-Türk/Kürt/Arap Milliyetçiliği-Kamalizm, esasen Batıya sunulan, galip ve güçlülere yaltanlanan bu rüşvetin adıdır. Bertrand Russell’in dediği gibi; “İdealizm olarak algılanan çoğu şey, kılık değiştirmiş nefret ya da kılık değiştirmiş güç sevgisidir.”
Bu gayrimüslim ekalliyet, her fırsatı sadece bu rüşvetin malzemesi yapmaktadır. Ne var ki, Batıdaki rüşvetçi Yahudiler ve yardakçı Hindular gibi, bütün gönüllü kulluk çabalarına rağmen Aryan faşizminin kendilerine bile hala tiksinerek baktığının farkında bile değiller.
Müslümanlar ise çoğunluk olmanın özgüveni içinde, saflıkla aptallık arasında bir yerde dinlerini savunma pozisyonundadır. Bu kesimler içinde de batıya yaranmaya, bu dönmelere benzemeye, uzlaşmaya veya şirin görünmeye çalışan kayda değer Anadolu yerlisi oluşmuştur. Bu davranış ve karakter özelliğini ya genetik bir soyaçekime ya da bireysel bir aşağılık kompleksinin güçlüler karşısındaki köle davranışı olarak okunması mümkündür. Zaferde ganimete konan, yenilgide ise pişmanlık ve itirafçılığa yatkın bir tür olarak bu düşkün Yahudi karakteri, birçok Müslüman topluluk ve bireye de sirayet etmiştir. Bu bir tür ters evrimdir ve Âdem olma çabasını bırakıp, yeniden beşer seviyesine düşme, taklitçi bir maymuna dönüşme çabasıdır. Dönmelik, bazıları için trajik bir mecburiyettir ama bazıları için de düşkünlüğün kapısıdır.
Yenilginin sonuçları: Dönme dinsizliği ve münafık dincilik
12.yy. Haçlı istilası, 13. yy. Moğol istilası, 16. yy. Endülüs soykırımı, 20. yy. başındaki Balkan-Kafkas soykırımı, son yüzyıldaki -Bosna-Çeçenistan-Doğu Türkistan-Arakan katliamları ve en son Suriyede Rus-İran destekli Nusayri zulmü ve Filistin de siyonistlerin son Gazze soykırımı ve sürgünü, bu dinselliğin içeriğini şekillendirmiş, bir yandan güce tapan, düzenci, gelenekçi bir karakter, öte yandan bunun zıddı İslam düşmanı ve gavur kayırıcı iki karakter üretmiştir. Her katliam, yenilgi, sürgün sonrası içe kapanıp katılaşan ve gelişmeye kendini kapatan yobaz dinsellik türü ile, galiplere teslim olup onlara kulluk yarışına giren Yahudi taklidi İslamofobi türü, bu coğrafyanın adeta kaderi olmuştur. Bu yenilgiyi içselleştirmiş olan kök neden değişmeden bu sonuç değişmez. Zulüm, ölüm ve katliamların yarattığı bu karakter, soyunun kuruyacağına dair büyüleyici bir korku üretir ve sonuçta birey ve toplulukları her sonuca hazır hale getirir; Dinini ver canını kurtar!. Sonuç aynıdır; Gönüllü kulluk, ev zenciliği, efendiye yaltaklanma, galiplere öykünme, kendinden tiksinme davranışları, İnsan türünün düşebileceği en aşağılık mertebe olarak coğrafyamızda maalesef ana akım karakter olmaya devam etmektedir.
Bu karakteri bozulmuş unsurlar artık kendi kazançlarını, menfaatlerini, şöhretlerini geçmişteki gibi yüksek İslam uygarlığı veya yakın geçmişteki başarılı İslami hareketlerde değil, onu yok etmeye çalışan Haçlı güç odaklarında, onların yaşam tarzında, onların kibirli projelerinde buldukları için hevesle koşup kapılarına dizilir, illetlerine kavuşup zillet içinde yaşamaya çalışırlar.
Öte yandan ahlaksız, erdemsiz, amaçsız, süfli yaşam tarzlarını özgürce sürdürmek dışında hiçbir derdi olmayan kökten gavur bazı unsurlar da, İslam’ı bu sözde özgürlüklerine engel, rahatsız edici bir set olarak görmekte ve düşmanlık etmektedir. Bu kitleler, İslam’ı çağrıştıran her olguya, kavrama, görüntüye akıl dışı bir düşmanlık göstermekte, Osmanlı veya Arap kelimesine bile, sadece İslam’ı çağrıştırdığı için alerji duymaktadır. Aynı kesimler, akıl, bilim, çağdaşlık, ilericilik gibi, kendilerini İslam’ın-dinin dışında bir meşruiyetle ifade etmeye yarayan bu ‘put’ kavramları üstenci bir tavırla kullanır, oysa bunların içeriğinden de gerçeğinden de bihaberdirler. Çünkü bütün dertleri Yahudiler gibi, Batıya şirin görünmek, Batıdan el alıp imtiyazlı efendiler olarak halkı yönetmek, karşılığında ulufe alıp ahlaksızca yaşamaktır.
Başına gelen her kötülüğü asıl faillerden değil, birlikte yaşadığı Müslümanlardan bilen ve o asıl faillere tetikçi olmayı kendi varlık ve bekasının sigortası sayan her topluluk, aslında tam da bu nedenle varlık ve bekasını biteviye riske etmektedir. Her olumsuzluğu İslam’a fatura çıkarmak için fırsat gören bu İslamofobi’nin en hain ve nankör türünün mucidi, Endülüs ve Selanik Yahudileridir. Yahudilerin çıkardığı bu yanlış ders, -ki tarihleri bu aptallıklarla doludur- Osmanlı bakiyesi dini- mezhebi ve etnik unsurlarının kaderi olmamalıdır.
Yıllar boyu İslamofik zehirlerini ‘siyasal İslamcı, köktendinci, gerici, mürteci, dinci, yobaz’ gibi küfürlerle kusan kökten Yahudi dönmelerin etkisi altında gavurlaşan Moğol artığı veya Yahudi-Rum dönmesi, Türkçü maskeli faşistlerden sonra şimdilerde Ermeni-Süryani-Yezidi dönmesi siyasal Alevici ve siyasal Kürtçüler de aynı haçlı dalga boyuna kapılmış görünmektedir ve kendi halklarını nasıl bir tuzağa sürüklediklerinin farkında bile değillerdir. Can karşılığı dinlerini satanlara benzer şekilde, sözde çağdaşlaşma karşılığı veya etnik kimlik karşılığı dinlerini satanların da elde edeceği en ideal sonuç, küresel şeytanların gönüllü kapı kulluğudur.
Her fırsatta İslama ve İslamcılığa kin kusan bu unsurlar, Ortadoğuyu bataklığa çeviren İngiliz Fransız rus emperyalizminden birine yaslanarak kusmaları da tesadüf değildir. Kendilerine bu gavur işgalcilerden birer hami-mandater seçip onlara kölemenlik yaparken, onların işledikleri suçları ve onların kendilerine işlettikleri suç ve zulümleri asla görmezler. 20. Yüzyıl boyunca bütün dünyada ve bütün Ortadoğu’da kan döken, bozgunculuk çıkaran, kardeşi kardeşe düşman edip etnik-mezhebi-ideolojik iç savaşlar çıkartan, askeri darbelerle kendi halkını işkencelerden geçiren generaller peydahlayan kamalizm, Baasçılık, Nasırcılık, her çeşit milliyetçilik, solculuk sosyalizm ve Siyonizm türlerinden bahsetmeyip sanki her olumsuz gelişmeden İslam ve İslamcılar sorumluymuş gibi propaganda yapılılır. Bu ideolojilerin döktükleri kan, tarihte dökülen tüm kanlara bedeldir. Halkları tahrip edip ülkeleri bölüp parçalayan insanları bir birine düşman eden asıl fitne dinleri bunlardır. Tarihte de haçlı veya Moğol işbirlikçisi dincilikler, yani rafızi batıni haşhaşi Nusayri durzi, ezidi, ermeni sırp bulgar yunan vb işbirlikçiler bölgedeki dirlik ve düzeni bozan her melanetin sorumlusudur. Bizatihi İslamın, İslam adına- İslam için -İslam dolayısı ile bu işgal ve fitne hareketlerine direniş dışında, haksız yere döktüğü kan sadece siyasi taht kavgaları veya yine siyasi arkaplanlı saçma mezhep kavgalarındaki müslüman kanıdır. Bunun dışında kim sırf farklı din inanç etnik köken veya ideolojisinden dolayı İslamdan, Müslümanlardan tek bir fiske yedim diyorsa, yalan söylüyordur. Aksine müslümanların egemen olduğu bütün çağlarda, İrandan Orta Asyaya Endülüsten Ortadoğu ve Balkanlara kadar her yerde gayrı müslimler tarihlerinin en huzurlu ve güvenli çağlarını yaşamıştır. Bu, bugün de böyledir. Ama gayrı müslimlerin güçlü olduğu her zaman ve her yer Müslümanlar için de başka inançlar için de cehennem olmuştur.
Heyhat, İslama ve İslamcılığa küfretmenin şehveti, sadece kanında, geninde, soyunda bozukluk olanların değil, galiplere yaltaklanan nankörlerin de motivasyonudur. Soğuk savaş boyunca batının hedefe koyup şeytanlaştırdığı komünizm heyulasına havlamaya alışkın bazı soy faşist veya sağcı unsurların bugün yine aynı batılıların ve siyonistlerin hedefe koyup şeytanlaştırdığı İslamcılığa havlaması, hala aynı gladio tezgahında göreve devam ettiklerinin göstergesidir.
Ama bunların görev gereği yeni talimata uygun refleksleri bir yana, aynı soğuk savaş yıllarında şeytanlaştırılmış komünist-solcu eskilerinin de bugün aynı odakların yeni şeytan olarak gösterdiği İslamcılığa, üstelik kendilerine daima el uzatmış, sırtlarındaki devlet sopasını kaldırmış ve asla organize bir düşmanlık içerisine girmemiş İslamcılara, gladio siyonistleriyle aynı dalga boyunda kin ve husumet kusması da ayrı bir nankörlük türüdür. Cihatçı selefi, dinci, yobaz, gerici vb. Siyonist literatürle saldırdıkları İslamcıların Filistin de, Suriye’de, Irak’ta yürüttüğü soylu direnişleri bile aşağılamak için bahaneler arayan veya her durumda aralarındaki mezhepçi kriptoların özel kin ve husummetlerini devralıp sürdüren bu sözde solculuğun da bu milletin ruh kökünde neden bir türlü yer etmediği, neden maya tutmadığı böylece netleşmiştir. ‘ihanete gece müthiş bir gerekçedir’ ve İslama ihanet şeytana kulluğun dışavurmudur.
Yunus Emre, ‘Sarrafların katında kaide şöyledir; “Kadrin bilmez kişiye, ‘Cevher’ gösterilmez!.” demiştir ve maalesef atalarımız geçmişte, biz de bugün bünyelerine yüz gömlek fazla gelen insanlara İbrahimi-İslami cevheri cömertçe sunma aymazlığını gösterip, nankörlükleri karşısında öfkeleniyoruz.
Batılı aryan faşistlerinin döve döve terbiye edip kapısına bağladığı, lazım olunca önünü açıp vitrine koyup kullandığı, gerekince tekrar döveceği ezik Yahudi kaderini taklit ve tekrar etmeye çalışan her topluluk ve bireyin akıbeti, Yahudilerden farklı olmayacaktır; düşkün, zavallı, zalim ve şirret köleler. Çünkü, ‘Bir şarlatana, üzerinizde kullanabileceği gücü verdiğinizde onu asla geri alamazsınız.’ (Carl Sagan). Yahudilik bu yüzden artık Musevilikten kopmuş ve Aryan-Evanjelik şarlatanların gönüllü kulu ve tetikçisi olmuş kötü bir örnektir.
Yol Ayrımında ‘İslamcı’ kalabilmek
İnsanlığı terbiye edip Âdem kılan, aklını, ruhunu, yeteneklerini, amacını öğreten, yani medenileştiren İbrahimi devrimin son temsili olarak İslam’ı beğenmeyen, sevmeyen, inanmayan herkesin istediği gibi pagan, putperest, animist, nihilist olma hakkı vardır ve bu hiç kimseyi ilgilendirmez. Nihayetinde, “Toplumlar dinden bütünüyle vazgeçtiklerinde değil, artık bilhassa onun tarafından uyarılmadıklarında sekülerleşir.” (Terry Eagleton, Tanrı’nın Ölümü ve Kültür).
Bu anlamda insanların dinselliği, doğal tercihler ve kültürel alışkanlıklar olduğu sürece saygı görmelidir. Öte yandan Din-dinler, birey ve toplumun hiçbir sorusuna-sorununa anlamlı bir cevap vermediği her durumda, bazı insanların dine mesafe koymaları veya farklı inanç-inançsızlık tercihi yapmaları ise bir özgürlük ve hak meselesidir.
Hatta bazan bozulmuş-çürümüş, egemen sınıfların uyuşturucu istismar vasıtasına dönmüş din ve dinselliğin de bu özgürlükçü tepkiyle ve mesafeli tavırla aslını, özünü hatırlamaya ihtiyacı vardır. Nitekim birçok Nebi-Resul, zaten bu sapmayı tekrar sırat-ı müstakimle düzeltmek ve bunun için kadim İbrahimi-put kırıcı yolu ihya ve tecdit için gelmiştir. El hak, bugün de böyle bir müdahaleye ihtiyaç vardır ki, Namık Kemal-Cemaleddin Afgani-Mehmet Akif Ersoy-Ali Şeriati çizgisindeki gerçek devrimci-özgürlükçü İslamcılık, zaten 19. Ve 20. yüzyılın bu amaca matuf ihya ve tecdit akımıydı. Yani İslamcılık için asıl mesele kurumsal-tarihsel dini dogmalarla insanlara hükmetmek değil, Eşrefi mahlukat olmanın, hayatın her noktasında insan haysiyetinin savunmanın, adalet, hukuk ve hürriyetin davasıydı.
Bugün maalesef Kurumsal-geleneksel dinsellik güç derdine düşmüştür ve böylece haysiyet davasının zahmetli çözümlerinin peşine düşmekten vazgeçmiştir. Bu tür dinsellik, peygamberlerin atalar dini sefaletini yıkan, insanı özgürleştirip medenileştiren devrimci ahlakının mensubu olmak yerine, Hz. Muhammed’i bile Mekke’yi fethetmek için uğraşan, zavallıyken güçlü ve kudretli olmaya çalışan; ‘Allah’ destekli jeopolitik bir planın kutsanmış lideri gibi algılayıp İslam’ı böyle bir dine dönüştürmeyi tercih etmiştir. Bu tavırlarıyla, insanları dinden, Allahtan soğutan Müslüman kılıklı münafıklar olmayı seçmişlerdir. Bunlar islamcıların da eleştirdiği unsurlardır ve maalesef bugün bu dincilik türünü eleştirenler islamcıları da aynı torbaya sokup yargılamaktadır. Oysa İslamcılık bu münafık dinciliklerden beridir. Hatta tek antitezi ve alternatifidir.
Ama, tüm bu sapmalara rağmen, hiçbir bahane, hiçbir argüman, bu bozulmayı da bahane ederek, bin yıldır hem insanlığa/medeniyete hem de özel olarak İslam’a ve İslam topraklarına vahşet kusan, kendi düşkünlüğünü tüm dünyaya bulaştırmaya çalışan, insanlıktan çaldığı yeteneklerle elde ettiği silahları, insanlığı sömürmeye, soymaya, dejenere etmeye ve olmazsa yok etmeye harcayan şeytani güçlerin kapı kulluğunu yapmayı meşrulaştırmaz.
Dünyaya kirli camdan bakanlar sadece olumsuz, gri, soğuk ve kirli görür. İslam’a ve Müslümanlara batılıların gözlerine taktığı kirli gözlükten bakanlar asla iflah olmayacak bir zehirlenmişlik içindeler. Solculuk, Atatürkçülük, Türk ve Kürt milliyetçiliği, laikçilik, sekülercilik, çağdaşcılık, sözde cumhuriyetçilik vb. gözlüklerle bakıp başta kendi geçmişine, toplumuna, İslam’a küfreden bu yerli ‘gavur’ sürüleri, insanlığın aştığı, ilkel-pagan saçmalıklarını veya batılı sözde çağdaş-seküler zorbalıkları çeşitli haklı-meşru-süslü mazeretlerle savunuyorlar. Birey ve toplumu işte bu şekilde zehirleyen her fikir, akım, örgüt, parti, devlet, cemaat, birey; ırkı, dini, mezhebi ne olursa olsun, affedilmez bir delalet içindedir.
Hiçbir zulüm, haksızlık, acı, bu derin tarihsel ihanete ve nankörlüğe mazeret olamaz. Bu toprakların bin yıllık ana diyalektiği olan İslam ve anti İslam savaşında safını düşmandan yana seçen hiç kimse iflah olmamıştır.
Bu sapkınların bireysel düşkünlükleriyle kime kapı kulu olacaklarının hiçbir önemi yoktur. Ama bu sefaletleriyle çobanlığına soyundukları Türk-Kürt-Arap-Arnavut-Çerkez-Gürcü-Alevi vb. Müslüman halklarımızın sırtından inmelerini sağlamak şarttır.
Sonra da bu düşkünleri asla affetmeyip cezalandıracak bir seleksiyon ve bunu yapacak yeni bir iradenin inşası milletimizin hedefi olmalıdır.
İnsanlığa ve bütün insani değerlere savaş açmış küresel şeytanların bir türlü çözemediği, yenemediği, yok edip kendine benzetemediği İslam’a ve Müslüman halklara, ayrıştırıcı etnik ve mezhebi fitnelerle gavurlaşma mobbingi yapanlara karşı mücadele varoluşsal bir zorunluluktur.
Hiç kimse unutmasın, tarihin itici motoru da halkları terbiye edip insanlaştıran da Ehli Kitap dinidir. Bu dinin son temsili olan İslam yoksa, Türk, Kürt, Arap ve diğer hiçbir halk için onurlu bir varoluş, parlak bir gelecek umudu olmayacaktır. Buna Hristiyan dünya da dahildir. İslam, anglo-sakson-Yahudi maskeli aryan faşizminin çürüttüğü Hristiyan halkların da son sığınağı olacak kale burcudur.
İslam’ın sırtına binmiş Yahudi özentili Türkçü, Kürtçü, Kamalist ve diğer Haçlı ideolojilerine tapan düşkün kapıkulları ile, Allah diyerek güce-paraya tapan münafık dincilik türlerinin ayıklanması ve tüm dünyada yüreği Sednaya hapishanesindeki zulümlere ve Gazze’deki katliamlara karşı aynı öfkeyle atan insanların tek bir safta toplanması, 21. yüzyılın en önemli teorik ve pratik çabası olmalıdır.
Yol ayrımlarında hanif-Müslüman kalabilmek, yani islamcılık, bir dinsellik tercihi değil, herşeye rağmen Adem kalabilme ve haysiyetini koruma tercihidir.
Bütün enerjisini İslamı ve İslamcılığı yok etmeye harcayanlar, Enver Paşa’nın fedaisi İzzettin El Kassam’ın mirasçısı Kassam Tugaylarının Siyonist işgalcilere tek başına kök söktürdüğü gibi, tıpkı tüm dünyanın gözü önünde İran ve Rus şeytanlarının desteğiyle 13 yıl boyunca Suriye halkını katleden, süren, işkencelerle cehennem yaşatan alçak bir haçlı kalıntısı mezhepçi rejimi bir haftada devirip, Hz. Peygamber’in ordusunun Medine’ye girişi gibi, eman vererek, izzetle, suhuletle, zarifçe, düşmana benzemeden fetheden Suriye’nin devrimci İslamcıları gibi, tıpkı Bosna’da, Çeçenistan’da, Mısır’da, onurlu ve soylu direnişlerle zalimlere meydan okuduğu gibi, tıpkı Türkiye’de kan dökmeden tarihin en sivil demokratik değişim ve dönüşümünü sağladığı ve kirli etnik savaşını bitirdiği gibi, yakında bir çok başka sürprizlerle karşılacaklarını unutmasın.
İslamcılığı bitirmek ne sizin ne siyonistlerin ne Amerikanın Rusyanın İngilterenin Fransanın haddi değil. İşte bunu anlamadan kahrınızdan öleceksiniz. Ama ölene kadar da tam bitti-bitirdik derken beklenmedik sürprizlerle karşılaşıp sisifos gibi yine başa sararak kin ve düşmanlığınızda debelenip duracaksınız.
İslamcılığın bitişi için bekleyin, acele etmeyin bence..İslamcılığı doğuran ana nedenler yok olduğunda, yani sizi de peydahlayan emperyalist güçler tamamen yenildiğinde İslamcılığa gerek kalmayacağı için zaten bitecektir. Ama o zamanda size, sizin o kibirli küstahlığınıza, o nankörlüğünüze, alçak işbirlikçiliğinize, o nihilist boş beleş karakterinize de gerek kalmamış olacak. Yani bitmesini arzuladığınız şey, aslında kendinizsiniz ve bunu bile anlamayacak kadar altinsan düşkünlüğü içindesiniz. Haydi o sümüğünüzü de toplayıp gidin ve kullukta yarıştığınız pisliklerin çıfıt çarşısında oynayın artık. bu bizim davamız, bizim derdimiz, bizim savaşımız. Sizi ilgilendiren birşey yok. İslamdan Müslümanlardan İslamcılardan uzak durun…