İslamabad’daki generaller—her zamanki gibi kolalı üniformaları ve abartılı bir özgüven duygusuyla arzı endam ederken—bir kez daha Tel Aviv’e kaçamak bakışlar atıyor. Hırsları mı? Küresel onay mabedine biraz daha yaklaşmak, Siyonist gücün koridorlarına erişmek ve belki de giderek daha işlemsel hale gelen dünya düzeninde saygın oyuncular olarak tanınmak. “Stratejik derinlik” takıntısıyla bilinen bir kadro için diplomatik seyirleri çoğu zaman bir stratejiden ziyade bir yalvarış görüntüsü veriyor.
Bu yalnızca bir merak ya da angajman meselesi değil. Daha derin bir patolojiyi yansıtıyor: Pakistan’ın askeri ve bürokratik elitlerini uzun süredir tanımlayan fırsatçılık, güvensizlik ve postkolonyal taklitçiliğin bir bileşimi. İsrail’le normalleşmeye yönelik bu itki, demokratik müzakerelere ya da ulusal çıkarlara dayanmıyor. Klimalı konferans salonlarında, Batılı düşünce kuruluşlarının çevrelerinde ve Körfez başkentlerinde gizlice yürütülen arka kanal görüşmelerinde yukarıdan aşağıya inşa edilen bir projedir—sıradan Pakistanlıların yaşanmış deneyimlerinden ve ahlaki sezgilerinden fersah fersah uzakta.
Bu tutku yeni değil. 2019–2020 yıllarında, Pakistan medyasının bazı kesimleri—ülkedeki adaletsizlik, yoksulluk ya da devlet baskısı gibi meselelerde sürekli ağırkanlı davranan—bir anda İsrail teknolojisine, tarımına ve “ortak demokratik değerlere” övgüler dizmeye başladı. Sanki Herzliya Dağı’ndan görünmez bir editör eli inmiş gibiydi. Olağan şüpheliler—emekli subaylar, neoliberal yorumcular ve kentli STK çalışanları—normalleşmenin yalnızca arzu edilir değil, kaçınılmaz olduğunu ilan etmek üzere bir araya geldiler.
Arka planda ise İbrahim Anlaşmaları, Washington ve Tel Aviv tarafından dikkatlice sahneye konuluyordu; diplomatik atılımlar olarak lanse edilirken Arap otokrasileri gülümseyen fotoğraflar vermeye doğru dürtülüyor, ikna ediliyor ya da zorlanıyordu. Ancak bu oyunun en değerli taşı—gerçek jeostratejik ödül—her zaman Pakistan’dı: nükleer silahlara sahip, Müslüman çoğunluklu ve sürekli olarak Batı’nın onayına aç bir elit tarafından yönetilen bir ülke.
Bu karışıma Pakistan’ın ulusal güvenlik kurumu da kendi tercihi olan araç setiyle dahil oldu: zorlama, manipülasyon ve giderek daha fazla liberal dostu bir kelime dağarcığı. Derin biçimde Filistin yanlısı bir kamuoyuna normalleşmeyi satmak, basit bir reelpolitik hesabından fazlasını gerektiriyordu. Bir anlatı makyajına ihtiyaç vardı. Burada devreye küresel sermaye ve ahlaki görecelilik diline hâkim kentli liberal entelijansiya girdi—teslimiyeti “pragmatizm” olarak yeniden markalaştırmakla görevlendirilmişlerdi. Muhalefet artık ilkeli bir duruş olarak değil; gerici, anti-Semitik ya da küreselleşme karşıtı bir pozisyon olarak yeniden tanımlandı.
Bu sadece samimiyetsizlik değil—toplumsal hafızaya hakaretti.
Çünkü Pakistan halkı unutmamıştı. Gazze’yi, Cenin’i ya da Şeyh Cerrah’ı unutmamışlardı. Enkaz altında kalan çocukları, yerleşimciler tarafından yakılan zeytinlikleri ve on yıllardır Filistinlilerin yaşamını boğan o boğucu kuşatmayı hatırlıyorlardı. Hiçbir siber girişim ya da tuzdan arındırma tesisi, apartheid (ırkçı ayrımcılık) ve işgalin gerçekliğini aklayamazdı.
Dolayısıyla, devlet normalleşmeyi moderniteye giden bir yol olarak yeniden markalaştırmaya çalıştığında, halk blöfü gördü.
Ve Rawalpindi’deki komutanları hayal kırıklığına uğratacak şekilde, Başbakan İmran Han bu oyunu oynamayı reddetti. Ordunun sessiz onayıyla iktidara getirilmiş olmasına rağmen, Han İsrail meselesinde nadir rastlanan bir özerklik sergiledi. Filistin topraklarının işgalini ve ezilenleri desteklemenin ahlaki zorunluluğunu gerekçe göstererek normalleşmeyi tekrar tekrar ve açık biçimde reddetti.
Han, Siyonizm’e ya da Batılı emperyal yapılara dair kapsamlı bir eleştiri dile getirmemiş olabilir; ancak bir kırmızı çizgiyi gördüğünde bunu tanıdı. Onun yönetimi altında Pakistan ilkeli bir duruş sergiledi: Filistinliler kuşatma altındayken ve devletsiz kalmaya devam ettikçe İsrail’in tanınması söz konusu olamazdı. İlişkilere çıkar gözüyle bakılan bir diplomasi çağında, böyle bir duruş yalnızca ender değil, aynı zamanda radikaldi.
Bu elbette yalnızca İslamabad’daki elitleri rahatsız etmekle kalmadı. Büyük ihtimalle Washington’u, Tel Aviv’i, Riyad’ı ve Abu Dabi’yi de huzursuz etti—ki Pakistan’ın askeri liderliği bu aktörlerle sessizce “yeniden hizalanma” ve “ortak çıkarlar” konularını araştırmaktaydı.
Sonrasında yaşananlar, siyasi bir tasfiye operasyonunun bütün izlerini taşıyordu. Han görevden alındı, tutuklandı ve pek çok yerli ve yabancı gözlemcinin “kanguru mahkemelerine” benzettiği bir dizi davada yargılandı. Şu anda, genellikle şiddet suçlularına ayrılan yüksek güvenlikli bir hapishanede çürümeye terk edilmiş durumda. Resmi anlatı, onun düşüşünü hukuki ihlallere ve siyasi huzursuzluklara bağlıyor. Ancak satır aralarını okumayı bilen herkes için, özellikle Siyonist-Batı ekseninden gelen uluslararası baskının hayaleti göz ardı edilemeyecek kadar belirgin.
Elbette bu, ordunun Filistin davasına ilk ihaneti değildi. Bu şüpheli onur, 1970 yılında Ürdün’deki Kara Eylül (Black September) sırasında Filistin direnişinin bastırılmasına katılan General Ziya-ül Hak’a aittir. O dönem nispeten tanınmayan bir subay olan Ziya, FKÖ’nün ezilmesi için Haşimi monarşisine yardım etmiş, binlerce kişinin ölümüne neden olmuştur. Daha sonra kendisini İslamlaştırma pelerinine bürüyen bu adam, bir zamanlar Arap otokratlarının emriyle kendi Müslüman kardeşlerinin katledilmesinde suç ortağıydı.
Bu olay bir istisna değil; bir emsaldir. Pakistan’ın askeri eliti uzun zaman önce Faustvari bir pazarlık yaptı: Körfez monarklarının ve Batılı patronların çıkarlarına hizmet etme karşılığında dolar, prestij ve iç hesap verebilirlikten bağışıklık. Bu denklemde Filistinlilerin çektiği acılar hep harcanabilir olarak kaldı.
Ve şimdi hızlıca Gazze konulu son İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) zirvesine gelelim. Canlı yayınlanan bir soykırım karşısında, Pakistan’ın ahlaki bir netlik sergilemesi beklenebilirdi. Ancak İslamabad heyeti zirveye sanki teknik bir seminermiş gibi yaklaştı. Öne çıkan “başarıları” neydi? İsrailli yetkilileri savaş suçlarından sorumlu tutacak maddelerin metinden çıkarılması için sessizce lobi yapmak. Pakistan diplomasisinin standartlarına göre bile bu, son derece düşük bir seviyeydi.
İsrail bunu fark etti. Tel Aviv kaynaklı medya haberleri, Pakistan’ın perde arkasındaki çabalarını kutladı. İşlemsel politikalarla dolu bir odada İslamabad, ahlaki belirsizlikte hepsini geride bırakmaya kararlı görünüyordu.
Bu sırada Pakistan halkı ise Filistin’le dayanışma içinde nöbetler düzenliyor, bağış kampanyaları organize ediyor ve yürüyüşler yapıyordu. Karaçi sokaklarından Hayber tepelerine kadar ahlaki netlik yalnızca canlı değildi—gittikçe güçleniyordu. Ve cezaevi hücresinden, İmran Han kız kardeşi aracılığıyla bir açıklama yayımladı: başta Pakistan ve Türkiye olmak üzere, Müslüman çoğunluklu ülkeleri Gazze ve Batı Şeria için koruma güçleri oluşturmaya çağırdı. Hatta sözde “uluslararası toplum”un nadiren uyguladığı uluslararası insancıl hukuk normlarına atıfta bulunarak, Gazze üzerinde bir uçuşa yasak bölge önerdi.
Bu münferit bir açıklama değildi. Han daha önce de benzer çağrılarda bulunmuştu, ancak bu kez çok daha derin bir yankı uyandırdı. Neden mi? Çünkü bu çağrı, giderek yükselen bir halk hissiyatıyla örtüşüyordu: Pakistan ordusunun bir gün gazetecileri, öğrenci birliklerini ve siyasi aktivistleri bastırmak yerine, gerçek baskı mağdurlarını savunmayı düşünebileceği umudu.
Bu ayrışma artık daha derin bir ulusal çelişkiye dönüşmüş durumda.
Bir tarafta ordu, feodal elitler ve onların liberal sözcüleri var—Tel Aviv ve Washington’u memnun etmeyi stratejik bir zorunluluk olarak görenler. İsrail bombaları hastaneleri yerle bir ederken bile, yorumcuları, İsrail bombaları hastaneleri yerle bir ederken bile, normalleşmeyi ekonomik ve modernist söylemlerle cilalıyor. Entelektüelleri, çocuklar enkaz altında kalırken dahi “temkinli olun” diyor.
Diğer tarafta ise halk var: acımasız propagandaya rağmen ahlaki temellerini koruyan bir halk. Irk ayrımını reddediyorlar. Soykırıma karşı çıkıyorlar. Ve giderek artan biçimde eylem talep ediyorlar—yalnızca sembolik jestler değil, anlamlı bir direniş.
Filistin’i savunmak için gönüllü bir ordu çağrısı bazılarına ütopyacı gelebilir. Ancak bu çağrılar, Pakistan’ın güvenlik kurumuna yönelik artan bir hayal kırıklığını yansıtıyor. Artık soru şu değil: Ordu neden Gazze konusunda sessiz? Asıl soru: Neden dış politikada ya da içeride halkın iradesi dışında her şeye hizmet etmeye devam ediyor?
Çünkü mesele yalnızca Filistin değil. Mesele, Pakistan dış politikasının ruhu. Bu ruh hâlâ Batı başkentlerinde yazılıp Tel Aviv’de mi düzeltilmeye devam edecek? Yoksa nihayet kendi halkının etik pusulasını mı yansıtacak?
Söz konusu olan değerler—adalet, dayanışma, haysiyet, direniş—soyut kavramlar değildir. Her ne kadar tutarsız bir şekilde sahiplenilmiş olsa da bunlar Pakistan’ın kuruluş anlatısının bir parçasıdır. Ve halkın büyük çoğunluğu için hâlâ tartışmaya açık değildir.
Tarih yargılayacak. Ve o gün geldiğinde, bir soykırım yaşanırken boş duranlara—ya da suç ortağı olanlara—nazik davranmayacaktır. Ordu ulusal anlatı üzerinde hâlâ hakimiyet kuruyor olabilir; ancak anlatılar kaygan şeylerdir. Çatlaklardan sızarlar, dijital ortamda dolaşırlar ve giderek güç kazanırlar.
Kampüslerde, camilerde ve sosyal medya platformlarında yeni bir kuşak tehlikeli sorular sormaya başladı: Dış politikamız neden emperyal çıkarlara hizmet etmek zorunda? Medyamız neden işgalle ilgili gerçeği söylemeye alerjik? Ve neden ordu, dünya yanarken hâlâ elit ayrıcalıkları korumaya devam ediyor?
Cevaplar rahatsız edici . Ama zorunlu.
Bırakalım generaller Siyonist güce kur yapmaya devam etsin. Bırakın seçkinler teknoloji ortaklıkları ve Ben-Gurion’a doğrudan uçuşlar hayal etsin. Ama şunu bilmeliler: Halk onlarla birlikte değil. İnsanlar izliyor. Hatırlıyorlar. Ve artık sessiz değiller.
Eğer bu gerçeklik Rawalpindi’yi rahatsız ediyorsa, öyle olsun. Hesap verebilirlik rahatsızlıkla başlar. Ve Pakistan, nihayet, her ikisine de doğru yol alıyor olabilir.
Kaynak: https://www.middleeastmonitor.com/20250421-the-generals-of-islamabad-and-their-zionist-daydream/