İnsanlar Dinden Gerçekte Ne Bekliyor?

Smith, pek çok sosyoloğun dinin “toplumsal faydalar” sağladığını gösterdiğini kabul ediyor, ancak şunu da ekliyor: “bu faydaları sürdürebilmek adına geleneksel dini desteklemeye çalışmak boşuna olur.” Çünkü “kendini bu kadar araçsal gerekçelerle meşrulaştırmaya çalışmak, dini baştan itibaren geçersiz hale getiren nedenlerden biridir.” Bu yüzden bir kez daha: “İnsanları geri ne getirir?” sorusu yanlıştır. Dini kurumlar ve din adamları için daha iyi sorular şunlar olabilir: “Neyi yanlış yaptık?”, “Verdiğimiz zararı nasıl onarabiliriz?” ve “İnsanlar gerçekte ne arıyor?”
Haziran 8, 2025
image_print

Daha İyi Sorular Sorun

2015 yılında yayımlanan The Nones Are Alright adlı kitabım, Amerikalıların örgütlü dinden uzaklaşma sürecini inceliyordu. Birkaç yıl boyunca konferanslara ve kilise konuşmalarına katıldım; insanlar hep aynı soruyu soruyordu: İnsanları nasıl geri getirebiliriz? Bu soruya kimseyi memnun eden bir cevabım olmadı, çünkü ben de onları nasıl geri getireceğimi bilmiyordum. Gemi çoktan limandan ayrılmıştı ama insanlar hâlâ kıyıda bekliyor, onun geri dönmesini umuyordu.

Aradan geçen on yılda, aynı konuda birçok kitap daha yazıldı. Bunlar arasında Tara Isabella Burton’ın popüler kültür odaklı Strange Rites: New Religion for a Godless World adlı eseri ve sosyolog Ryan P. Burge’un grafiklerle dolu The Nones: Where They Came From, Who They Are, and Where They Are Going başlıklı çalışması da var. Bu kitaplar da dini aidiyetin geleceği üzerine benzer sorular soruyor ve benzer sonuçlara ulaşıyor: Din geriliyor, ama inanç ve iman bir şekilde hâlâ varlığını sürdürüyor. Sorun şu ki, insanların inanç ve iman kavramlarını tanımlama biçimi, içinde yaşadığımız kültür kadar bireyselleşmiş durumda. Ve bu uzaklaşmanın asıl nedeni hâlâ tartışmaya açık.

Sosyolog Christian Smith bu konuya mesleki uzmanlığıyla yaklaşıyor. Tezinin temelinde, kitabının alt başlığında da yer alan bir düşünce var: Gerileyen şey Tanrı’ya ya da daha yüce bir varlığa inanma fikri değil, “geleneksel” din anlayışı. “Dinin işlevsizleşmesi” fikrini irdeleyen ve bu sürecin özellikle Y kuşağına odaklanarak Baby Boomer sonrası nesillerle başladığını öne süren Smith, insanların sadece dinden uzaklaşmadığını, dinin bu uzaklaşmaya birçok neden sunduğunu da belirtiyor: “Bir şeyin işlevsiz hale gelmesi, insanların çoğu tarafından artık işe yaramaz, gereksiz ya da başka bir şeyin onu işlev, verim, değer veya ilgi açısından geçtiği düşünülmeye başlandığında gerçekleşir.” Dinin işlevsizleşmesi planlı bir şey değildi; zamanla değişen toplumsal ve kültürel yapıların doğal bir sonucuydu.

Smith, bu durumu birçok iç içe geçmiş nedene bağlıyor. Bunlar arasında kitleler için yükseköğretimin yaygınlaşması, kadınların iş gücüne katılması, evlilik ve ailenin kurumsal yapısının zayıflaması, kitlesel tüketim kültürü ve bireycilik gibi etkenler yer alıyor. Smith’e göre “hiçbir sebep tek başına bu sonucu doğuracak kadar güçlü değildi.” Bunun yerine, bu etkenlerin birbirini beslemesi, genç yetişkinlerin dinden uzaklaşmasına yol açtı.

Smith’in analizine göre, 1990’lar dinin gerileme hikayesinde bir dönüm noktasıydı. Benim gibi X kuşağı mensupları için—çalışma hayatına yeni girdiğimiz o dönemde—Baby Boomer kuşağının olağan karşıladığı toplumsal imkanlar gözümüzün önünde yok oluyordu. Kalıcı kariyerler, ulaşılabilir ev sahibi olma fırsatları ve hayat boyu aynı toplulukta kalma ayrıcalığı artık mümkün görünmüyordu. Bu durum, birçok X kuşağı bireyinde dine dair faydalar konusunda bir kuşku yarattı. Üstelik din adamlarının cinsel istismar skandallarının ana akım medyada ilk kez yer bulması, dine olan ilgideki düşüşü daha da hızlandırdı. Bu istikrarsızlık, Y kuşağında daha da arttı; bugün benim Z kuşağı öğrencilerim, Berkeley’den lisans diploması almış olsalar bile, güvenli bir işe veya kalıcı bir eve sahip olmanın garanti olmadığının acı biçimde farkında.

Din, topluluk sayesinde varlık bulur. Ancak Smith’in işaret ettiği yapısal nedenlerin yanı sıra pandemi ve 2024 başkanlık seçiminin son etkileri düşünüldüğünde, günümüzde çoğu genç Amerikalı için topluluk gerçek anlamda erişilebilir değil. On yıl önce görüştüğüm kişilerin bahsettiği sorunlar hâlâ geçerliliğini koruyor. Geçimini sağlamak için hafta sonları DoorDash teslimatı yapmak zorunda olan birinin bir kiliseye katılıp oraya yerleşmesi kolay değil. İklim değişikliği ve küresel siyasi tablo, pek çok genç yetişkinin, kiliselerin eğitmek için can attığı çocukları dünyaya getirme konusunda tereddüt yaşamasına neden oldu. Din adamlarının karıştığı istismar skandalları, tam da Baby Boomer sonrası nesillerin yetişkinliğe adım attığı döneme denk geldi. Tüm bu faktörler, toplumsal cinsiyet ve cinsellik konusundaki değişen fikirlere karşı duyulan direnişle birleşince, birçok insan için örgütlü dine katılmanın anlamlı olup olmadığını sorgulamak kaçınılmaz hale geldi.

Zaman ve kaynak kıtlığı yeni bir mesele değil. Smith’in ifadesiyle, “herhangi bir dini yaşamda çok fazla geçişlilik ve girip çıkma hali yaşanması normaldir.” Bir yerde kalıcı olmak bir ayrıcalıktır; bu ayrıcalığa sahip olanlar için ise “sürüklenmenin” aslında kalıcılıktan daha yaygın olduğunu anlamak zor olabilir.

Kültür dalgalar halinde ilerler ve 90’larda başlayan bu uzaklaşma eğiliminin ortaya çıktığı dönemle bugünün kültürü arasında birçok ortak yön var. 90’ların sanatında nihilizm ve bireycilik yaygındı. İnternetin yükselişiyle birlikte insanlar, dinin uzun süredir bağlı olduğu yüz yüze topluluklarda daha az vakit geçirmeye başlamıştı. Bugün Z kuşağı için durum yine benzer. Ancak Smith’in özellikle altını çizdiği temel mesele, tüketim kültürünün insanların dinle kurduğu ilişkiyi ne kadar derinden dönüştürdüğüdür. “Tüketimciliğin hikayeleri genç Amerikalıların değerlerini, arzularını ve kimliklerini ne kadar çok şekillendirdiyse,” diye yazıyor Smith, “geleneksel dini anlatılar da o kadar yabancı ve uyumsuz hissettirmeye başladı.”

Bu uyumsuzluk farklı şekillerde ortaya çıkıyor ama hepsi, uzun zamandır içselleştirilen şu düşünceye geri dönüyor: Ne satın alırsak, oyuz. Bu düşünce ne kadar sorunlu olursa olsun, bir gerçeği de kabul etmemiz gerekiyor: Target sadece tek bir marka kâğıt havlu satmıyor ve Amazon, insanların istediklerini hızlıca bulabilmesini sağladığı için milyarlarca dolar kazanıyor. Buna karşılık, dinin sunduğu tatmin soyut ve zaman alıcı. The Nones Are Alright için görüştüğüm kişiler, dinin onları oldukları yerde karşılayamadığını düşünüyordu. Kiliseler öylece içeri girip sohbete başlayabileceğiniz yerler değil; bazen bu olasılığa karşı açıkça düşmanca bile olabiliyorlar. Kiliseler, her zaman insanların istediklerini veya ihtiyaç duyduklarını sağlayamaz ya da onların kimliklerini inşa etmelerine yardımcı olamaz. Tüketimcilik ise her yerdedir.

Tüketim kültürünün bizi şekillendirme biçiminden hoşlanmasak da, hiç kimse bu kültürün kendi kimliğine hiçbir katkısı olmadığını inandırıcı şekilde gösteremez. Papa Francis bu yılın başlarında hastanedeyken, Vatikan onun durumunu sosyal medya aracılığıyla duyurdu. Sosyal medya doğası gereği bir tüketim alanıdır—ürünlerin, bilgilerin, mizahın, capslerin ve bazen de haberlerin tüketildiği bir yer. Ama aynı zamanda, sosyal medya çoktandır insanların kimliğini şekillendiren ilgi alanlarını keşfettiği bir mecra haline geldi. Kiliseler sosyal medyayı kullandığında ise çoğu zaman çıtayı çok yükseğe koyuyormuş gibi görünürler; dinden bir anlam çıkarabilmek için sanki aziz olmaya niyetli olmanız gerekiyormuş gibi bir izlenim yaratırlar.

Bir de öğrencilerimin “cringe” olarak nitelendirdiği dini içerik sorunu var: TikTok’ta Kendrick Lamar’ın “Not Like Us” şarkısıyla dans eden rahipler (şarkının “sertifikalı sapık” gibi bir hakaret içerdiğini görmezden gelerek); Evangelist gençlik papazlarının 500 dolarlık koleksiyon Nike ayakkabılarıyla poz verdiği PreachersNSneakers Instagram hesabı; insanlara günah çıkarabileceğini iddia eden yapay zekayla yaratılmış Fr. Justin adında bir rahip figürü barındıran Catholic Answers hesabı; komplo teorisyeni ve cinsel istismar suçlamaları bulunan Russell Brand’in yüzü olduğu Hallow dua uygulaması… Eğer din buysa, insanların neden sırtını döndüğünü anlamak zor değil. Katolik rahip eksikliği bunun sadece bir örneği; kapanan kilise sayısı ve eski boyutlarının çok küçük bir kısmına inmiş mezhepler de birer başka örnek.

Üyelik kaybı sadece kiliselerle sınırlı değil. Smith, “Amerikalıların son yarım yüzyılda neredeyse her büyük toplumsal kuruma olan güvenini giderek kaybettiğini” hatırlatıyor. Politikacıların ve şirket liderlerinin iki yüzlülüğü ve açgözlülüğü ne kadar barizse, dinin içindeki iki yüzlülük ve açgözlülük de o kadar bariz. Katolik Kilisesi, Güneyli Baptistler Birliği ve neredeyse her mezhep ya da inanç grubundaki skandallar, giderek daha fazla insanı dinden uzaklaştırdı—ve bu, oldukça geçerli nedenlere dayanıyordu. Ahlaki saflık vadeden ancak istismar ve hırsızlık sunan bir kurum, bir insanın zamanına ve bağlılığına layık görünmeyebilir.

Ancak Smith’in açıkladığı ve birçok verinin de gösterdiği gibi, bu durum insanların maneviyat ya da inanç arayışında olmadıkları anlamına gelmiyor. Dindeki düşüş, sekülerleşme “kazandığı” için değil, “sekülerlikten çok dine benzeyen kültürel alternatiflerin ortaya çıkması” nedeniyle yaşandı. Bu kültürel seçenekler, Baby Boomer sonrası nesillere geleneksel dinden daha cazip geldi. Kıyı eyaletleri bu değişimi uzun süredir gözlemliyordu: her kiliseye karşı on yoga stüdyosu, yasal psikedelikler ve esrar, farkındalık uygulamalarının ve “wellness” akımının yayılması, ve Presbiteryenliği değil ama Budizm ya da Wicca’yı keşfetmek isteyen insanlar. Kiliseler bu dönüşümden sıkça şikayet ediyor ama bunun neden olduğunu pek sormuyorlar.

Smith’in ve bu olguları inceleyen çoğumuzun vardığı sonuç şu: dinin düşüşü durmayacak. Ancak dini topluluklarda hâlâ inatçı bir inkâr kültürü varlığını sürdürüyor. Geleneksel dinin olası bir yeniden yükselişine dair her veri kırıntısı internette coşkuyla karşılanıyor—örneğin pandemi kapanmaları sırasında çevrim içi kilise katılımındaki artış gibi. Ama kapanmalar sona erdiğinde, sıralar yine boş kaldı.

“İnsanları geri ne getirir?” sorusu; her Hristiyan mezhebinde yaşanan yaygın istismar skandallarından sonra, Covid’in birbirimize karşı ne kadar az şefkat taşıdığımızı ortaya koymasından sonra, Trump 2.0 felaketinin yaşandığı bir dönemde ve kiliseler kendi düşüşlerini kabullenmeyi reddederken hâlâ “sadece programa uysalar, o eski görkemli günlere geri döneriz” diye ısrar ettiklerinde—yanlış bir sorudur. Bir zamanlar insanların kilise sıralarında neden kuyruk oluşturduğunu anlamak için, o sıralarda yer almazsanız dışlanacağınızı bilmenin yeterli olduğunu hatırlamak gerek. Manevi disiplin adına insanları hizaya sokmak için utanç duygusuna başvurmak zorunda olduğumuza inanmak istemiyoruz, ama anne babalarımızın ve büyüklerimizin yaşadığı gerçeklik buydu. Geleneksel dini ayakta tutmak uğruna, gerçekten buna geri mi dönmek istiyoruz?

Smith, pek çok sosyoloğun dinin “toplumsal faydalar” sağladığını gösterdiğini kabul ediyor, ancak şunu da ekliyor: “bu faydaları sürdürebilmek adına geleneksel dini desteklemeye çalışmak boşuna olur.” Çünkü “kendini bu kadar araçsal gerekçelerle meşrulaştırmaya çalışmak, dini baştan itibaren geçersiz hale getiren nedenlerden biridir.” Bu yüzden bir kez daha: “İnsanları geri ne getirir?” sorusu yanlıştır. Dini kurumlar ve din adamları için daha iyi sorular şunlar olabilir: “Neyi yanlış yaptık?”, “Verdiğimiz zararı nasıl onarabiliriz?” ve “İnsanlar gerçekte ne arıyor?” Çünkü Smith’in kitabının da gösterdiği gibi, insanlar Tanrı’yı, aşkınlığı, ruhu ya da topluluğu aramaktan hiç vazgeçmedi. Sadece artık bunları kiliselerde bulamıyorlar.

Kaynak: https://www.commonwealmagazine.org/ask-better-questions

SOSYAL MEDYA