İffet-Ar-Hayâ

Sözlükte “haramdan uzak durmak, helâl ve güzel olmayan söz ve davranışlardan sakınmak” anlamında masdar olan iffet kelimesi, daha çok felsefî mahiyetteki ahlâk kitaplarında ve bunların etkisinde kalan diğer eserlerde insandaki arzu (şehvet) gücünün ılımlı işleyişinden hâsıl olan erdemi ifade etmek üzere kullanılmış ve başta gelen erdemlerden biri kabul edilmiştir.
Haziran 10, 2025
image_print

Yazan: Mustafa Çağırıcı

İffet

Sözlükte “haramdan uzak durmak, helâl ve güzel olmayan söz ve davranışlardan sakınmak” anlamında masdar olan iffet kelimesi, daha çok felsefî mahiyetteki ahlâk kitaplarında ve bunların etkisinde kalan diğer eserlerde insandaki arzu (şehvet) gücünün ılımlı işleyişinden hâsıl olan erdemi ifade etmek üzere kullanılmış ve başta gelen erdemlerden biri kabul edilmiştir. Bu kaynaklardaki iffet tanımlarını “yeme içme ve cinsî arzu konusunda ölçülü olmak, aşırı istekleri bastırıp dinin ve aklın buyruğu altına sokmak suretiyle kazanılan erdem” şeklinde özetlemek mümkündür (meselâ bk. İbn Sînâ, s. 108; Gazzâlî, Mîzânü’l-ʿamel, s. 79; , “ʿİffet” md.). İffetli kimseye afîf denir.

Kur’ân-ı Kerîm’de iffet kelimesi geçmemekle birlikte dört âyette aynı kökten isim ve fiiller yer almıştır. Bakara sûresinde (2/273) mal yardımı yapılmasına en çok lâyık olan yoksulların özellikleri belirtilirken, “Durumları hakkında bilgisi olmayanlar iffetli davranışları sebebiyle onları zengin zanneder” denilmekte ve bu insanların muhtaç olmalarına rağmen yüz suyu dökerek dilenmedikleri bildirilmektedir. Nûr sûresinde (24/32-33), bekâr olup da evlenme vakti gelmiş olanları evlendirmeyi öğütleyen âyetin ardından, “Evlenme imkânı bulamayanlar ise Allah lutfu ile kendilerini yeterli imkâna kavuşturuncaya kadar iffetlerini korusunlar” buyurulmuştur. İffetle ilgili âyetlerin ikisi (el-Bakara 2/273; en-Nisâ 4/6) mal mülk, yeme içme konularında ölçülü ve kanaatkâr olmayı, ikisi de (en-Nûr 24/33, 60) cinsel istekler hususunda ölçülü ve edepli davranmayı ifade etmektedir. Hadislerde hem iffet kelimesine hem de aynı kökten başka kelimelere yer verilerek konu her iki açıdan ele alınmıştır. Meselâ, “Yâ rabbi! Senden hidayet, takvâ ve iffet diliyorum” (, I, 389, 439) şeklinde dua eden Hz. Peygamber, Bakara sûresinin 273. âyetini delil göstererek yardıma en lâyık olan kimselerin iffetlerini korumaya çalışan yoksullar olduğunu bildirmiştir (Buhârî, “Tefsîr”, 2/48; Müslim, “Zekât”, 2). Diğer bir hadiste, “Allah, yoksul olmasına rağmen iffetini korumaya çalışan mümin kulunu sever” denilmiştir (İbn Mâce, “Zühd”, 5). Bir hadiste Hz. Mûsâ’nın, Şuayb’ın yanında ücretli çalıştığı sekiz on yıl boyunca cinsî iffetini koruduğundan övgüyle söz edilir (İbn Mâce, “Rühûn”, 5). Hz. Osman Câhiliye devrinde tiksindiği için, İslâm döneminde de iffetinden dolayı zina etmediğini belirtmiştir (, I, 163).

Grek felsefesinin İslâm dünyasına girmesi sonucunda geliştirilen ahlâk felsefesinde nefsin nutuk (düşünme), gazap ve şehvet (arzu) olarak sıralanan üç temel psikolojik kapasite ve yeteneğinin itidal ölçüsünde işleyişinden üç fazilet, bunların ve bunlara bağlı diğer faziletlerin uyumlu birliği ve etkinliğinden dördüncü bir fazilet doğduğu kabul edilerek bu dört fazilet çoğunlukla hikmet, şecaat, iffet, adalet şeklinde sıralanır. İlk defa Ya‘kūb b. İshak el-Kindî’nin, Risâle fî ḥudûdi’l-eşyâʾ ve rüsûmihâ adlı felsefe sözlüğünde (Resâʾil, I, 177-179) “insanî erdemler” başlığı altında ele aldığı faziletler bahsi daha sonra filozofların yanında kelâmcı, fıkıhçı, hatta Gazzâlî gibi mutasavvıfların da katkısıyla gelişen ahlâk ilminin en önemli ve geniş kapsamlı konusu haline gelmiştir. Kindî, iffetin hangi psikolojik güç ve yetenekten kaynaklandığını belirtmemişse de “bedenin korunup geliştirilmesi için gerekli olan şeyleri almak, kullanmak ve gerekli olmayanlardan uzak durmak” şeklinde özetlenebilecek olan tarifinden anlaşıldığına göre diğer düşünürler gibi o da iffeti şehvet gücünün dengeli işleyişiyle gerçekleşen bir erdem olarak düşünmüştür. Ahlâk kitaplarında “nefsânî arzulara aşırı düşkünlük” anlamındaki şehvet gücünün ifratına şereh, Fârâbî’nin “lezzet duyarsızlığı” dediği (Fuṣûl müntezeʿa, s. 36) tefritine humûd, dengeli ve ılımlı işleyişine de iffet denilmiştir. Kindî, iffetle ilgili itidalsizliğin ifrat derecesini hırs terimiyle ifade ederek bunun oburluk, cinsel arzulara aşırı düşkünlük ve kıskançlığa, çekişmeye götürecek derecede menfaat düşkünlüğü şeklinde üç çeşidinin olduğunu belirtir (Resâʾil, I, 178-179).

Erdemli insanla nefsine baskı yaparak kendini erdemli davranmaya zorlayan kişi arasında farklılık bulunduğunu düşünen Fârâbî’ye göre iffetli kişi, yeme içme ve cinsel konularda yasanın (sünnet) gerektirdiği kadarıyla yetinip bundan fazlasına istek duymazken nefsine baskı yapan kimse, uygulamada yasanın gerektirdiğiyle yetinmekle birlikte içinde daima daha fazlasına istek duyar (Fuṣûl müntezeʿa, s. 34-35). İffeti, “nefiste yerleşen ve şehvetin insana galebe çalmasını önleyen nitelik” şeklinde tanımlayan Râgıb el-İsfahânî de -muhtemelen Fârâbî’nin yaptığı ayırımdan ilham alarak- âyetlerde geçen “isti‘fâf” kavramını “iffetli olmayı isteme, bir çeşit mümâresede bulunarak, kendine disiplin uygulayarak ruhunda bu erdemi geliştirmeye çalışma” şeklinde açıklamaktadır (el-Müfredât, “ʿaff” md.). Râgıb el-İsfahânî iffetin şehvet gücüyle, bu gücün de hayvanî zevklerle ilgili olduğuna dikkat çekerek iffet erdemine ancak bu tür zevkler karşısında nefsin dizginlenmesiyle ulaşılabileceğini söyler.

İslâm ahlâkçıları, insanın aşırı zevklerden uzak durmasının iffet ve erdem sayılabilmesi için bu tutumun bizzat kendi bilinçli tercihine dayanması ve güçlü bir iradî çaba ile gerçekleştirilmesi gerektiğini belirtirler. Psikolojik veya bedensel bir zafiyetten, âcizlik, korkaklık ve bilgisizlikten yahut başka bir engelden dolayı zevklerini terkeden kişi erdemli sayılmaz. Aynı şekilde ileride daha fazlasını elde etmek için mevcut bir zevkten feragat etmek de erdem değildir (Fârâbî, s. 83; Ebü’l-Hasan el-Âmirî, s. 97; Râgıb el-İsfahânî, ez-Zerîʿa, s. 319; , III, 105). Özellikle Mâverdî, iffet erdemini kişinin onuru ve saygınlığı bakımından da ele alarak iffetli olmayı, nefsi aşağı sıfatlardan arındırmayı ve insanlara muhtaç konuma düşüp onların yardımıyla yaşama zilletinden korunmayı insanın kendi kişiliğine karşı ahlâkî görevleri olarak göstermiştir (Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn, s. 309-321).

Ahlâk kitaplarında diğer temel erdemler gibi iffetten doğan tâli derecedeki erdemler de kaydedilmiştir. Meselâ Gazzâlî’nin Mîzânü’l-ʿamel’inde (s. 87; krş. İbn Miskeveyh, s. 41) bu tâli faziletler şöyle sıralanmıştır: Hayâ, mahcubiyet, müsamaha, sabır, cömertlik, işleri güzellikle ölçüp tartma, güler yüzlü ve tatlı dilli olma, kolaylaştırıcı olma, düzenlilik, güzel görünüş, kanaat, ağır başlılık, günahtan çekinme, yardımlaşma, kibarlık. Gazzâlî İḥyâʾü ʿulûmi’d-dîn’de (III, 55) daha kısa ve farklı bir liste de vermiştir.

Başta Kur’ân-ı Kerîm ve hadisler olmak üzere İslâmî kaynaklarda olgun müslüman sayılmak için sadece iman edip dinin bazı formel kurallarını yerine getirmek yeterli görülmemiş; insanın iffet, hayâ, edep, zühd, kanaat gibi faziletlerle donanması ve genellikle din bakımından günah sayılan, aklıselim sahibi insanlarca da ayıp ve kötü kabul edilen tutum ve davranışlardan uzak durmasının gerekliliği de vurgulanmıştır. Fahreddin er-Râzî’nin, “Günahın gizlisinden de açığından da uzak durun” (el-En‘âm 6/120) meâlindeki âyeti açıklarken yer verdiği görüşler (Mefâtîḥu’l-ġayb, XIII, 167-168), İslâm âlimlerinin günahın her türlüsünden kaçınmayı dinde ve ahlâkta kemale ulaşmanın şartı olarak gördüklerine işaret eder. Hz. Peygamber’in, “Her kim ağzına ve cinsel arzularına hâkim olacağına dair bana söz verirse ben de onun cennete girmesine kefil olurum” hadisi (Buhârî, “Ḥudûd”, 19, “Riḳāḳ”, 23; Tirmizî, “Zühd”, 61), iffet erdeminin kapsamını ve İslâm ahlâkındaki önemini ortaya koymaktadır. “Her dinin bir ahlâkı vardır, İslâm’ın ahlâkı da hayâdır” meâlindeki hadis de (İbn Mâce, “Zühd”, 17; , “Ḥüsnü’l-ḫuluḳ”, 9) aynı gerçeği bildirir.

İslâm ahlâkçıları, diğer erdemler gibi iffetin de öncelikle ruhî bir meleke haline getirilmesi gerektiğini kabul ettikleri için insanın yeme içme ve cinsî arzularını disiplin altına alarak ruhunu bu yönde terbiye etmesinin zorunluluğu üzerinde önemle dururlar. Gazzâlî, İḥyâʾü ʿulûmi’d-dîn’in kırk ana konusundan birini (III, 79-107) insanın mânevî ve ahlâkî hayatını yıkıma götüren tehlikelerin en büyüğü olarak gördüğü “mide şehveti” ile “cinsî şehvet”e ayırmıştır. Aynı şekilde iffeti “nefsi hayvanî zevklerden korumak” diye açıklayan Râgıb el-İsfahânî bu erdemi kanaat, zühd, gönül zenginliği, cömertlik gibi erdemlerin esası olarak görür ve iffetten yoksun olmanın bütün güzelliklerden mahrum kalmak demek olduğunu belirtir (ez-Zerîʿa, s. 318). İffet, öncelikle bedenî hazlara ve nefsânî aşırılıklara ilgi duymaktan kurtarılmış bir ruhî yapıya sahip olmaktır; buna “kalbin iffeti” denir. Bundan sonra tam iffete ulaşmak için eli, dili, gözü, kulağı ve genel olarak bütün bedeni ahlâka aykırı davranışlardan uzak tutmak gelir.

Ahlâk kitaplarında iffetin bir tür özgürlük kaynağı olduğu belirtilir. Çünkü özgür olmak isteyen kişinin öncelikle tutkularının baskısından kurtulması gerekir. Râgıb el-İsfahânî, “En alçaltıcı kölelik şehvet köleliğidir” derken (a.g.e., s. 319) İbn Miskeveyh, iffet erdemini kazanmış insanın tutkularına kul olmaktan kurtulup özgürleşeceğini belirtir (Tehẕîbü’l-aḫlâḳ, s. 40). Gazzâlî de insandaki mevki tutkusu üzerine yaptığı tahlilleri sırasında aynı görüşü daha ayrıntılı olarak ifade eder (İḥyâʾ, III, 284).

BİBLİYOGRAFYA

, “ʿaff” md.

, “ʿaff” md.

a.mlf., eẕ-Ẕerîʿa ilâ mekârimi’ş-şerîʿa (nşr. Ebü’l-Yezîd el-Acemî), Kahire 1405/1985, s. 312, 318-319.

, “ʿaff” md.

, “ʿİffet” md.

, “ʿaff” md.

, II, 1010.

, “ʿaff” md.

, “ʿaff” md.

, “Ḥüsnü’l-ḫuluḳ”, 9.

, I, 163, 389, 439; III, 4.

Buhârî, “Riḳāḳ”, 20, 23, “Zekât”, 18, 50, “Tefsîr”, 2/48, “Ḥudûd”, 19.

Müslim, “Zekât”, 2, 124.

Tirmizî, “Zühd”, 61.

İbn Mâce, “Zühd”, 5, 17, “Rühûn”, 5.

, s. 177-179.

Fârâbî, Fuṣûl müntezeʿa fî ʿilmi’l-aḫlâḳ (nşr., Fevzî Mitrî Neccâr), Beyrut 1986, s. 34-36, 83.

Ebü’l-Hasan el-Âmirî, el-Emed ʿale’l-ebed (nşr. E. K. Rowson), Beyrut 1979, s. 97.

, s. 37-42, 47.

İbn Sînâ, Tisʿu resâʾil, İstanbul 1298, s. 106-110.

Mâverdî, Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn, Beyrut 1978, s. 309-321.

Gazzâlî, Mîzânü’l-ʿamel (nşr. M. Mustafa Ebü’l-Alâ), Kahire, ts. (Mektebetü’l-Cündî), s. 79-81, 87.

a.mlf., İḥyâʾ, III, 54-55, 79-107, 284.

, XIII, 167-168.

Abdurrahman Bedevî, el-Aḫlâḳu’n-naẓariyye, Küveyt 1975, s. 181-183.

Abdurrahman Hasan Hebenneka el-Meydânî, el-Aḫlâḳu’l-İslâmiyye ve üsüsühâ, Beyrut 1399/1979, II, 561-565.

Hayâ

Sözlükte “utanma, çekinme; tövbe, vazgeçiş” vb. anlamlara gelen hayâ kelimesi, ahlâk terimi olarak “nefsin çirkin davranışlardan rahatsız olup onları terketmesi” (, “ḥyy” md.; , “el-ḥayâʾ” md.); “kötü bir işin yapılmasından veya iyi bir işin terkedilmesinden dolayı insanın yüzünü kızartan sıkıntı” (Kādî İyâz, I, 152) gibi değişik şekillerde açıklanmıştır. Arapça’da “kınama, yergi; onur kırıcı tutum ve davranış” mânalarına gelen âr kelimesi de (, “ʿayr” md.; , “ʿayr” md.) Türkçe’de genellikle hayânın eş anlamlısı olarak kullanılmaktadır.

Kur’ân-ı Kerîm’de üç âyette hayâ kelimesinin türevleri geçmektedir. Kasas sûresinde, Hz. Şuayb’ın kızlarından birinin Hz. Mûsâ ile utanarak konuştuğu (28/25); Ahzâb sûresinde, bazı müslümanların Resûl-i Ekrem’i uygunsuz zamanlarda rahatsız ettikleri, fakat onun hayâsından dolayı bu rahatsızlığını ifade edemediği, ancak Allah’ın gerçeği bildirmekten hayâ etmeyeceği (33/53) belirtilmekte; başka bir âyette ise müşriklerin Kur’an’da arı, karınca, sinek gibi küçük yaratıkların örnek olarak gösterilmesinin fesahatle bağdaşmadığı yolundaki iddialarına karşı, “Şüphesiz Allah -gerçeği açıklamak için- sivri sineği ve onun da ötesinde bir varlığı misal getirmekten hayâ duymaz” şeklinde cevap verilmektedir (el-Bakara 2/26). İslâm âlimleri, bu âyeti ve aynı yöndeki hadisleri (bk. , “ḥyy” md.) delil göstererek hayâ kavramının Allah hakkında kullanılabileceğini, ancak bu durumda kelimenin beşerî duyguları ifade eden “utanma, sıkılma” gibi anlamlarda değil “kötü ve çirkin bir işi yapmayı zâtına lâyık görmeme, daima iyi olanı yapma” şeklinde anlaşılması gerektiğini belirtmişlerdir (meselâ bk. , “ḥyy” md.; Zemahşerî, I, 263; Fahreddin er-Râzî, II, 132). A‘râf sûresinin 26. âyetinde geçen “libâsü’t-takvâ” sözü de hemen bütün müfessirlerce insanın yaratılıştan sahip olduğu, onun ruhunu bezeyip ahlâkını koruyan hayâ şeklinde yorumlanmıştır.

Hadislerde hayâ kelimesiyle birlikte çeşitli türevleri de geçmektedir. Buna göre, “Hayâ bütünüyle hayırdır” (, IV, 426, 427; Müslim, “Îmân”, 61); “Hayâ sadece iyilik getirir” (Buhârî, “Edeb”, 77; Müslim, “Îmân”, 60); “Dört haslet peygamberlerin sünnetindendir: Hayâ, güzel koku sürünmek, misvak kullanmak ve evlenmek” (, V, 421; Tirmizî, “Nikâḥ”, 1). Kendisinin de yüksek bir hayâ duygusu taşıdığı (Buhârî, “Tefsîr”, 33/8), evinde edebiyle oturan bir genç kızdan daha hayâlı olduğu (Buhârî, “Edeb”, 73, 77; Müslim, “Feżâʾil”, 67) bildirilen Resûl-i Ekrem, aynı fazilete sahip olmasından dolayı Hz. Osman’a özel bir değer vermiş; kendisini ziyarete gelen Ebû Bekir ve Ömer’i rahat bir vaziyette karşıladığı halde Osman geldiğinde hemen derlenip toparlanmış; bunun sebebi sorulduğunda ise, “Meleklerin bile hayâ ettiği insandan benim hayâ etmemem doğru olmaz” demiştir (, I, 71; VI, 62, 155, 288; Müslim, “Feżâʾilü’ṣ-ṣaḥâbe”, 26). Hemen bütün ilgili kaynaklarda yer alan, “Hayâ imandandır” anlamındaki hadis (Buhârî, “Îmân”, 16; “Edeb”, 77; Müslim, “Îmân”, 57-59) İslâm toplumlarında bir özdeyiş haline gelmiştir. Bilhassa, “Her dinin bir ahlâkı vardır; İslâm’ın ahlâkı da hayâdır” meâlindeki hadis (İbn Mâce, “Zühd”, 17; , “Ḥüsnü’l-ḫulḳ”, 9), hayânın müslümanların en belirleyici ahlâkî nitelikleri ve değer ölçüleri arasında yer almasına vesile olmuştur. “Eğer utanmıyorsan istediğini yapabilirsin” hadisi de (Buhârî, “Enbiyâʾ”, 54, “Edeb”, 78; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 6) tarih boyunca İslâm toplumlarının ahlâk zihniyeti ve terbiyesinin karakterini belirleyen bir etki doğurmuştur. Kaynaklarda bu hadis iki şekilde yorumlanmış olup İbnü’l-Esîr bunları şöyle açıklar: a) Ayıplanmaktan kaygı duymuyor, utanmıyorsan artık seni kötülükten alıkoyacak bir güç kalmamış demektir; içinden ne geçiyorsa yapabilirsin. Buna göre hadis bir tenkit ve tehdit anlamı taşımakta, hayânın kötülükten alıkoyan ahlâkî işlevinin önemine işaret etmektedir. b) Hayâ duygusunu kaybetmediğinden, yapacağın işin doğruluğundan ve utanılacak bir şey olmadığından emin isen bu ölçüler içinde dilediğini yapabilirsin. Bu yoruma göre hadiste utanç duyulmayan işlerin iyi ve yapılabilir olduğuna dair bir işaret ve izin vardır (en-Nihâye, “ḥyy” md.). Mâverdî bu ikinci yorumu, “kelâmın mânalarını anlamaktan âciz olanların vehmi” sayarak birinci görüşü tercih eder (Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn, s. 241).

Edebî-ahlâkî mahiyetteki eserlerin gözde konularından birini de hayâ erdemi oluşturmuş, bu eserlerde âyetler ve hadisler yanında ünlü şairler, edipler ve hakîmlerden ilgi çekici örnekler verilerek hayânın önemi anlatılmıştır (meselâ bk. İbn Kuteybe, I, 279-280; İbn Abdürabbih, II, 413-415; İbn Abdülber, I, 589-593). Mâverdî, geleneksel İslâm ahlâkının en önemli kaynaklarından olan Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn adlı eserinde, Arap İslâm kültüründe büyük yeri olan mürüvvetin “açıktan yapıldığında hayâ duyulan bir işi gizli olarak da yapmamak” şeklindeki bir tanımını aktardıktan sonra kötü olabileceğinden şüphe edilen şeylerden ancak hayâ sayesinde uzak kalınabileceğini belirtir (s. 315). İnsanlardaki iyilik ve kötülüğün bazı alâmetleri bulunduğunu kaydeden Mâverdî iyilik alâmetlerini ar ve hayâ, kötülük alâmetlerini de arsızlık ve hayâsızlık şeklinde gösterir. Hayânın ahlâkı koruma işlevini de şöyle ifade eder: “Hayâdan mahrum olmuş insanı artık kötülükten alıkoyacak, haramdan uzaklaştıracak bir engel kalmaz; bu kişi dilediğini yapar, istediği gibi yaşar” (a.g.e., s. 241).

Bazı felsefî eserler, hayânın iffet erdeminden doğan tâli bir fazilet olduğunu belirtmekle yetinirken (meselâ bk. İbn Miskeveyh, s. 41) tasavvuf literatüründe bu fazilete büyük önem verilmiştir. Ebû Süleyman ed-Dârânî, insanların genellikle dört sebepten dolayı iyi işler yaptıklarını belirterek bunları havf, recâ, tâzim ve hayâ şeklinde sıraladıktan sonra en üstün amelin hayânın tesiriyle yapılan amel olduğunu ifade eder. Çünkü bu şekilde davranan kişi her durumda Allah’ın kendisini gördüğünü bilir (Sühreverdî, V, 244). İlk mutasavvıflardan Hâris el-Muhâsibî, “kalbin sereserpe hareket etmekten sakınıp çekinmesi”, “Allah’ın hoşlanmadığı her türlü kötü huydan arınmak” (el-Veṣâyâ, s. 316), “temiz tabiatın iyilere de kötülere de faydası olan bir işlevi” (er-Riʿâye li-ḥuḳūḳıllâh, s. 280, 281) şeklinde tarif ettiği hayânın riya ile karışma tehlikesi üzerinde önemle durmuş, bu titizlik daha sonraki mutasavvıflarca da sürdürülmüştür (meselâ bk. Gazzâlî, III, 320-321).

Kaynaklarda, hayânın Allah’tan utanma ve insanlardan utanma şeklinde iki çeşidinden söz edilir; bazı eserlerde buna bir de insanın kendi kişiliğinden hayâ etmesi eklenir (, “el-ḥayâʾ” md.; İbn Hibbân, s. 56; Mâverdî, s. 242). Cürcânî bunlardan ilkini psikolojik (nefsânî), ikincisini de imânî hayâ diye anar. “Allah’tan hakkıyla hayâ ediniz” buyruğu ile başlayan bir hadiste bunun için insanın duyu organlarını, aklını ve bedenini günahlardan koruması, âhireti isteyerek dünyanın geçici zinetlerini terketmesi gerektiği ifade edilir (, I, 387; Tirmizî, “Ḳıyâmet”, 24). Daha çok tasavvufta Allah’tan hayâ konusu özel bir ehemmiyet taşır. Hâce Abdullah el-Herevî, seçkinler zümresi dediği tasavvuf ehlince takip edilen yolun ilk mertebelerinden saydığı bu anlamdaki hayânın üç derecesinden bahseder: Kulun Allah tarafından görülmekte olduğu bilincinden kaynaklanan hayâ, Allah’a yakınlık halindeki tefekkürden doğan hayâ, hazret makamını müşahededen doğan hayâ. İlk merhalede kul mücâhedenin meşakkatine katlanmayı, belâlardan şikâyet etmemeyi öğrenir; ikinci merhalede sevgide sebat gösterir, Hak ile ünsiyet kurup halktan ilişkiyi keser; üçüncü merhalede ise hayâ ile heybet birleşir, Allah ile kul arasında ayrılık ortadan kalkar (Beaurecueil, s. 242-243).

Felsefe kültüründen de yararlanarak hayâ konusunda psikolojik ve ahlâkî tahliller yapan Gazzâlî’ye göre çocukta temyiz melekesinin ilk alâmetlerinden biri hayâ duygusunun belirmesidir. Çocuğun mahcubiyet duyup bazı fiilleri terketmesi onda akıl ışığının parlamaya başladığının göstergesidir. Böylece çocuk, kendi muhakemesiyle bazı şeyleri çirkin görmeye ve onları yapmaktan çekinmeye başlar. Gazzâlî, bu noktadan itibaren çocuğun eğitimiyle ilgilenmenin önemini belirterek bu eğitime yemek ve sofra âdâbıyla başlanmasını tavsiye eder (İḥyâʾ, III, 72). Mâverdî çocukta gözlenen hayâyı, onun tabiatındaki samimiyetten kaynaklanması sebebiyle büyüklerin riya ihtimali taşıyan hayâsından daha değerli sayar (Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn, s. 342). Hayâ ile akıl arasında ilişki kurma ve böylece hayâyı sadece bir duygu değil aynı zamanda bir düşünme ve muhakeme ürünü olarak değerlendirme temayülü Gazzâlî’den başka âlimlerde de görülür (meselâ bk. İbn Hibbân, s. 56, 58). Bu durum, İslâmî düşüncede aklın hem bir zihnî aydınlanma hem de ahlâkî aydınlanma aracı olarak düşünülmesinden kaynaklanır.

BİBLİYOGRAFYA, “ḥyy” md.

a.mlf., eẕ-Ẕerîʿa ilâ mekârimi’ş-şerîʿa, Kahire 1405/1985, s. 288-290.

, “ḥyy” md.

, “ʿayr” md.

, “el-ḥayâʾ” md.

, “ʿayr” md.

, “ḥyy” md.

, “ḥyy” md.

, “Ḥüsnü’l-ḫulḳ”, 9.

, I, 71, 387; IV, 426, 427; V, 421; VI, 62, 155, 288.

Buhârî, “Îmân”, 16, “Tefsîr”, 33/8, “Enbiyâʾ”, 54, “Edeb”, 73, 77, 78.

Müslim, “Îmân”, 57-61, “Feżâʾil”, 67, “Feżâʾilü’ṣ-ṣaḥâbe”, 26.

İbn Mâce, “Zühd”, 17.

Ebû Dâvûd, “Edeb”, 6.

Tirmizî, “Nikâḥ”, 1, “Ḳıyâmet”, 24.

, I, 279-281.

Hâris el-Muhâsibî, er-Riʿâye li-ḥuḳūḳıllâh (nşr. Abdülkādir Ahmed Atâ), Beyrut 1405/1985, s. 279-283.

a.mlf., el-Veṣâyâ, Beyrut 1406/1986, s. 316.

İbn Hibbân, Ravżatü’l-ʿuḳalâʾ ve nüzhetü’l-fużalâʾ, Beyrut 1397/1977, s. 56-59.

, II, 413-415.

, I, 589-593.

İbn Miskeveyh, Tehẕîbü’l-aḫlâḳ, Beyrut 1398, s. 41.

Mâverdî, Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn, Beyrut 1978, s. 240-244, 315, 338, 342.

, I, 263.

, I, 152-154.

, I, 5, 75, 137, 162-163; III, 11-12, 55, 72, 152-153, 320-321.

, II, 132.

Sühreverdî, ʿAvârifü’l-maʿârif ( içinde), V, 244.

S. de Laugier de Beaurecueil, Khwādja ‘Abdullāh Anṣārī (396-481 H./1006-1089): Mystique Hanbalite, Beyrouth, ts. (Imprimerie Catholique), s. 242-243.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1997 yılında İstanbul’da basılan 16. cildinde, 554-555 numaralı sayfalarda yer almıştır. Matbu nüshayı pdf dosyası olarak indirmek için tıklayınız.

SOSYAL MEDYA