Tarihte bazı imparatorluklar savaş meydanlarında değil, hafızalarda yenilir. Güney Asya’da yüzyıllar boyunca hüküm süren Babür Türk İmparatorluğu, sadece bir hanedanın değil; aynı zamanda çok kültürlü, çok dilli ve çok dinli bir siyasi düzenin sembolüdür. Çin, Osmanlı, Avusturya-Macaristan, Rus ve Alman imparatorlukları 20. yüzyılın başında savaşlar ve devrimlerle çökerken, Babürler daha erken bir tarihte, 1857’de, Britanya sömürgeciliğinin vakur ama acımasız baskısıyla tarihten silindiler. Bu yalnızca bir hükümdarın sürgünü değil; Asya’daki son büyük Müslüman-imparatorluk modelinin çöküşü anlamına geliyordu.
Tıpkı genel İslam dünyasında olduğu gibi, Güney Asya’daki Müslüman tarihini ve Müslüman zihniyetini anlamanın en temel şartı, 17. yüzyıla dek süren büyük bir yükselişi ve ardından gelen sert düşüşü kavrayabilmektir. Babürler döneminde inşa edilen siyasi ve kültürel ihtişam, Müslümanların Hint altkıtasındaki varlığını yalnızca tarihsel değil, kimliksel bir hak olarak da pekiştirmişti. Bu miras, 1947 öncesinde, Güney Asya Müslümanlarının gelecekte Hindu çoğunluklu bir Hindistan’da ikinci sınıf vatandaş olma fikrini reddetmelerine neden oldu. Aynı şekilde, 1947 sonrası Pakistan da sadece bir coğrafi ayrılık değil, bir bilinç ve onur mücadelesinin yansıması olarak kuruldu. Pakistanlılar için Hindistan’la rekabet etmek değil, eşit şartlarda var olmak esastı. Bu nedenle, eşitliğin altındaki her konum, aşağılayıcı bir teslimiyet, tarihî mirasa ihanet olarak algılandı.
Babür İmparatorluğu Tarihi
Hint Alt Kıtası veya günümüzdeki adıyla Güney Asya’da bir zamanlar saraylar, minareler, medreseler ve ilmî merkezlerle şekillenen görkemli bir İslam medeniyeti vardı. Bu medeniyet yalnızca askerî fetihlere değil, aynı zamanda yönetsel adalete, mimari zarafete, felsefî inceliğe ve dinî çoğulculuğa da dayanıyordu. Güney Asya Müslümanlarının tarih bilincini en derin şekilde etkileyen bu imparatorluğun adı Babür İmparatorluğu idi.
13. yüzyıldan itibaren Delhi Sultanlıkları’nın mirasını devralan bu hanedanlık, Emir Timur’un torunu Gazi Zahireddin Muhammed Babür Şah tarafından kurulmuştur. Babür, baba tarafından Timur’a, anne tarafından Cengiz Han’a dayanan bir soydan geliyordu. Hayatını savaşlar, sürgünler, ihanetler ve derin içsel sorgulamalarla örmüş; tüm bu tecrübeleri klasik bir Türk-İslam edebi türü olan Babürnâme’de büyük bir dürüstlük ve edebî zarafetle kaleme almıştır. O, yalnızca cesur bir fatih değil; aynı zamanda alçakgönüllü bir hatıratçı, doğaya hayran bir gözlemci ve kalendermeşrep bir ruh adamıydı.
1500’lü yıllarda Hindistan’da temelleri atılan Hind-Türk İmparatorluğu (Avrupa literatüründeki adıyla “Büyük Moğol İmparatorluğu”), Babür’ün inanç, incelik ve adaletle biçimlendirdiği dünya görüşünü, dinler arası hoşgörü ortamı, özgürlükçü bir yönetim anlayışı ve eşsiz mimari eserlerle gelecek kuşaklara miras bırakmıştır. Bu mimari miras, Delhi, Agra ve Lahor gibi şehirlerde hâlâ taşla yazılmış bir medeniyet hafızası olarak yaşamaktadır.
Babürlü hükümdarlar, imparatorluk başkentlerini sık sık değiştirmiş ve her biri “gezgin saray” anlayışı çerçevesinde yeni şehirler inşa ettirmiştir. Ekber Şah, Agra yakınlarında Fetihpur Sikri’yi kurarak saltanatının bir bölümünü burada geçirmiştir. Cihangir, merkezi Lahor’a taşımıştır. Şah Cihan, günümüz Delhi’sinin kalbinde yer alan Şahcihanâbâd’ı inşa ettirerek yönetimini buradan sürdürmüştür. Bu şehirler yalnızca idari merkezler değil, aynı zamanda bir medeniyetin sanat, düşünce ve düzen anlayışının mekânsal ifadesi olmuşlardır.
1682 yılında Osmanlı orduları Viyana kapılarına dayanırken, Babürler de Hindistan’ın neredeyse tamamına hâkimdi. Bu iki eşzamanlı imparatorluk, Müslümanların dünya ölçeğinde bir güç olarak kendilerini algılamalarına zemin hazırladı. Ancak 18. yüzyıldan itibaren, Babürlerin siyasi merkezi zayıflamaya başladı. Şah Alem, fiilen sadece Delhi çevresinde hüküm sürebilirken, İngiliz Doğu Hindistan Şirketi Bengal’den başlayarak bölgenin ekonomik ve stratejik damarlarını ele geçirmekteydi.
1857’deki Sipahi Ayaklanması, Babürlerin son halk hareketiyle yeniden sahneye çıktığı bir isyan oldu. Ancak başarısızlıkla sonuçlandı ve son imparator Bahadır Şah Zafar, sürgüne gönderildi. Bu sadece bir taht kaybı değil; bir medeniyet idealinin ve son halifelik iddiasının da çöküşüydü. Müslümanlar için bu, bir dönemin değil, bir varoluş tahayyülünün sona ermesiydi.
Son Haydarabad Nizamı İstanbul’da Hayatını Kaybetti
Babürlerin çöküş süreci 18. yüzyılın ortalarında başlasa da, Haydarabad, Bengal ve Bhopal gibi Müslüman prenslikler, 20. yüzyılın ortalarına kadar kendi siyasi varlıklarını korudu. Haydarabad Nizamlığı bölgede yönetimini uzun süre sürdürmeye devam etti. 1924 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin hilafeti kaldırmasının ardından, son Halife Abdülmecid Efendi, ailesiyle birlikte sınır dışı edildi. Bir süre İsviçre’de yaşayan Halife, daha sonra Fransa’nın Nice şehrine yerleşti. Kızı Prenses Dürrüşehvar Sultan’ı, 1931 yılında, dönemin en zengin adamı olarak bilinen Haydarabad Nizamı Osman Ali Han’ın oğlu Prens Azam Jah ile evlendirdi.
Bu evlilikten doğan Mükerrem Jah, 6 Ekim 1933’te dünyaya geldi. Babası Prens Azam Jah, Haydarabad’ın yedinci Nizamı olan Mir Osman Ali Han’ın oğluydu. Mir Osman Ali Han, Haydarabad’ın 1948 yılında Hindistan Birliği’ne katılmasından önce bölgenin son hükümran Nizamıydı. Saltanatı sırasında, oğlu yerine torunu Mükerrem Jah’ı veliaht ilan etti.
1967’de büyükbabasının vefatıyla Haydarabad Nizamı unvanını alan Mükerrem Jah, bu unvanı 1971 yılında Hindistan devleti tarafından resmen kaldırılana kadar taşıdı. Bu tarihe kadar Haydarabad’da, sembolik de olsa yönetici konumunu sürdürdü. Haydarabad, 1724’ten itibaren Asaf Jahî Hanedanı tarafından yönetilen, Hindistan’ın en zengin ve en büyük bağımsız prensliği idi. “Nizam” unvanı, bu hanedanın hükümdarlarına aitti ve bölgedeki siyasi-iktisadi ağırlık uzun süre devam etti.
Dünyanın en zengin adamlarından biri olarak anılan Mükerrem Jah, sahip olduğu büyük mülklerle bir süre Avustralya’ya yerleşti. Ancak zamanla mal varlığının önemli bir kısmını boşanma davaları ve ekonomik sorunlar nedeniyle kaybetti. Yaşadığı sağlık problemleri sonrası, annesi Dürrüşehvar Sultan’ın memleketi olan Türkiye’ye taşındı ve İstanbul’a yerleşti. Ocak 2023’te, uzun süredir gözlerden uzak yaşadığı İstanbul’da hayatını kaybeden Mükerrem Jah, hem Osmanlı halifesinin torunu, hem de Haydarabad’ın son Nizamı olarak tarihe geçti. Cenazesi, özel bir uçakla Haydarabad’a götürüldü ve Asaf Jahî hanedanına mensup hükümdar dedelerinin yanına, devlet töreniyle defnedildi.
Sömürgeleşme ve Hatıraların Dağılması
Babür İmparatorluğu’nun çöküşüyle birlikte Güney Asya’daki Türk-İslam kimliği yalnızca siyasi olarak değil, zihinsel ve kültürel düzlemde de parçalandı. İmparatorluğun mirası, hâkim bir siyasi yapı olmaktan çıkarak, tarihî bir hatıraya dönüştü. Bu kırılma, sadece yönetim gücünün kaybı değil; bir medeniyet tahayyülünün sessizce yıkılışıydı.
İngiltere, yaklaşık iki yüzyıl süren sömürge yönetiminin ardından 1947’de Hindistan’dan çekilirken, geride ihtilaflı sınırlar, bölünmüş halklar ve derin kimlik yaraları bıraktı.
Yeni kurulan ulus-devletler—Hindistan ve Pakistan—Babürlerin bıraktığı miras üzerinde hem siyasi hem kültürel üstünlük mücadelesine giriştiler. Ancak Babür mirası, bu güç mücadelesinden çok daha öte, çokkültürlü ve çokdilli bir birlikte yaşama idealinin tarihsel modeliydi.
İmparatorluğun yıkılmasıyla birlikte Müslümanlar, Hindistan’da yalnızca bir inanç topluluğu değil; siyasal meşruiyetini yitirmiş, geçmişin hatıralarına tutunan bir miras halkına dönüştüler. İkbal Ahund bu ruh hâlini şu sözlerle özetler:“Pakistanlı Müslüman, kendisini bir Müslüman imparatorluğun varisi olarak görür; fatihlerin ve hükümdarların soyundan geldiğine inanır. Bu nedenle, Pakistan’ın toplumsal ruhunda—halk seviyesinde dahi—militarist bir damar bulunur.”
Bu tarihsel psikoloji, Pakistan devletinin kuruluşundan itibaren askerî refleksler ve eşitlik arayışı üzerine inşa edilmesine zemin hazırladı. Hindistan’ın karşısında yalnızca bir siyasi yapı değil, tarihsel onuru ve kimliği korumaya çalışan bir kolektif bilinç oluştu.
1947’deki bölünme, Müslümanlar için hem kaçınılmaz hem de derin bir travma idi. Bu ayrılık yalnızca toprakları değil, hafızaları ve tahayyülleri de ikiye böldü. Babürler döneminde inşa edilmiş olan şehirler, medreseler, türbeler ve anıtlar—Delhi, Agra, Lahor gibi merkezler—bugünkü Hindistan sınırları içinde kaldı. Pakistan halkı ise bu medeniyet birikimini, Atlantis’e uzak kıyılardan bakan bir halkın özlemiyle yaşamaya başladı.
Bu bölünme iki büyük trajedi doğurdu:
1. Kitlesel şiddet, göç ve milyonlarca insanın hayatını kaybetmesi
2. Hindistan ve Pakistan arasında kalıcı düşmanlık ve yapısal güvensizlik
Modi, Babür İmparatorluğu’nun İzlerini Silmeye Çalışıyor
Babür İmparatorluğu, günümüz Hindistan’ında hem popüler tartışmaların merkezinde yer almakta hem de farklı alanlarda yapılan akademik araştırmalarda tarihsel mirasıyla ele alınmaktadır. Ancak bu miras, Hindistan ve Pakistan devletleri ile halkları tarafından oldukça farklı şekillerde yorumlanmaktadır. Pakistan, Babürler’i Müslüman-Türk-İslam medeniyetinin parlak bir temsilcisi olarak görüp sahiplenirken; Hindistan’da, özellikle son yıllarda yükselişe geçen anti-İslamcı ve Hindu milliyetçisi siyasi söylemler, Babürler’e karşı açık bir olumsuzluk üretmektedir.
Modern Hindistan, bugün Hindutva ideolojisinin etkisi altında oldukça tehlikeli bir dönemeçten geçmektedir. Bu hareketin en güçlü destekçileri, Rashtriya Swayamsevak Sangh (RSS) ve Vishwa Hindu Parishad (VHP) adlı aşırı milliyetçi örgütlerdir. Görevdeki hükümet ise Başbakan Narendra Modi’nin liderliğindeki Bharatiya Janata Partisi (BJP) tarafından yönetilmekte ve bu hükümet, RSS ilkeleri doğrultusunda ülkeyi seküler-demokratik rotasından uzaklaştırmaktadır. Modi, kendisini “Hindistan Hindularındır” anlayışıyla şekillendiren bu yapının bir ürünü olmaktan gurur duyduğunu defalarca dile getirmiştir.
Bu ideolojik duruş, yalnızca yönetim biçimini değil, aynı zamanda tarihî hafızayı da dönüştürmeyi hedeflemektedir. Babürlü tarihî şahsiyetlerin, şehirlerin ve yapıtların Hindu milliyetçiliği doğrultusunda yeniden adlandırılması ya da silinmesi, bu sürecin en çarpıcı örneklerindendir.
Örneğin, Cihangir’in mirza iken yönettiği Allahabad şehri, 2018 yılında Modi yönetimi ve Müslüman karşıtlığıyla bilinen Uttar Pradeş Başbakanı Yogi Adityanath’ın girişimiyle haritalardan silinmiş; yerine “Prayagraj” adı getirilmiştir. Resmî açıklamada, bu adın Hindu kutsal metinlerine dayandığı ve şehrin esas adının Prayagraj olduğu, “Allahabad” isminin sonradan verildiği ileri sürülse de, bu iddiaların tarihî dayanağı bulunmamaktadır.
Aşırılıkçı Hindular, Aralık 1992’de Babür İmparatorluğu döneminde inşa edilen Babri Camii’ni yıktı. Bu eylem, yalnızca bir ibadet yerinin yıkımı değil, aynı zamanda Güney Asya’daki Müslüman hafızaya ve Babür mirasına doğrudan bir saldırıydı. Olayın ardından ülke genelinde patlak veren şiddetli ayaklanmalarda yaklaşık 2 bin kişi hayatını kaybetti.
1528 yılında, Babür Devleti’nin kurucusu Babür Şah’ın sağlığında, onun komutanlarından Mir Baki tarafından Ayodhya kentinde inşa ettirilen Babri Camii, yüzyıllar boyunca Hindistan’daki Müslüman varlığının sembollerinden biri olmuştu. Ancak bu tarihî yapı, Hindutva ideolojisinin hedefi hâline getirildi ve 1992’de radikal gruplar tarafından yıkıldı.
Bu sürecin sembolik zirvesi ise, Hindistan Başbakanı Narendra Modi’nin, Ocak 2024’te Babri Camii’nin yıkıldığı alanda, Hindu tanrısı Ram adına inşa edilen bir tapınağı resmî törenle açması oldu. Bu açılış, sadece bir tapınak inşası değil; Müslüman tarihî hafızasının üzerine yeni bir kimlik kazıma girişimi olarak yorumlandı.
Bugün Hindistan’da inşa edilen tarihsel anlatı, yalnızca Babürleri değil, onlardan önce gelen tüm Müslüman hükümdarları yağmacı ve baskıcı “yabancılar” olarak nitelemekte; bu yaklaşım da tarih eğitimi ve müfredatlara doğrudan yansımaktadır. İlköğretim ve lise düzeyinde verilen tarih derslerinden Babürlülerin çıkarılması yönünde talepler yükselmiş, bazı üniversitelerde tarihî veriler ideolojik filtrelerden geçirilerek değiştirilmiştir.
Oysa ki Babürler tarafından inşa edilen kaleler, camiler, türbeler ve saraylar bugün hâlâ Hindistan’ın dört bir yanında kültürel ve sosyal birer hafıza mekânı olarak ayakta durmaktadır. Bu tarihî mirası silme girişimi, yalnızca Babürler’e değil, Hindistan’daki Müslüman nüfusun varoluşuna karşı da bir tehdit niteliği taşımaktadır.
Avrupa’da imparatorlukların çöküşü sonrasında kurulan ulus-devletlerin yaşadığı istikrarsızlık—örneğin Çekoslovakya ve Yugoslavya’da etnik çatışmalar—Hint Alt Kıtası için de geçerlidir.
Milliyetçiliğin dili, bir yandan siyasi meşruiyet sağlarken, diğer yandan toplumsal çatışmaları kalıcılaştırmıştır. Hindistan’daki Müslümanlar “yabancı”laştırılmış, tıpkı Sudeten Almanlarının Almanya’ya katılma arzusu gibi, Cammu Keşmir’deki Müslümanlar da Pakistan’la birleşme talepleri nedeniyle sürekli bir iç ve dış güvenlik krizinin parçası hâline getirilmiştir.
Bir Medeniyetin Yası
Hasıl-ı kelâm, bugün hâlâ süren Hindistan-Pakistan gerginliğinin arka planında, yalnızca sömürgeciliğin dayattığı yapay sınırlar değil, aynı zamanda bir medeniyetin yitimine duyulan derin bir yas vardır. Bu gerilim, ne sadece sınır ihtilaflarıyla ne de terör eylemleriyle tam anlamıyla açıklanabilir. Aslında bu çatışma, bir imparatorluğun ardında bıraktığı hatıralarla, onun yerini alan ulus-devletlerin güvensizlik duygusu arasında sıkışmış, tarihsel ve ruhsal boyutları olan karmaşık bir bilinç hâlidir.
Babür İmparatorluğu, Güney Asya’da çok kültürlü, çok dilli ve çok dinli bir siyasî tahayyülün son büyük temsilcisiydi. Onların yıkılışı, yalnızca Hindistan’ın değil, bütün Asya’nın tarihsel hafızasında derin bir yarık açtı. Geriye kalan miras; camiler, saraylar, şiirler, mezarlar ve çoktan unutulmaya yüz tutmuş birlikte yaşama kültürüdür.
Fakat bu medeniyetin mirası, günümüz milliyetçi siyasetlerinin gölgesinde silinmeye çalışılırken, Güney Asya halkları, bu kültürel ve zihinsel parçalanmanın acısını taşımaya devam etmektedir. Bugün Hindistan, Pakistan ve Bangladeş gibi ülkeler hâlâ bu büyük mirasın gölgesinde; daha doğrusu, onun yokluğunda kendilerini yeniden tanımlamaya çalışmaktadır.
Ve belki de hâlâ içimizde bir yerlerde, Babürlerin inşa ettiği o zarif ve çoğulcu medeniyet tahayyülünün yankısı sürmektedir: Dinler arası barış, sanatla örülmüş siyaset ve zarafetle kurulan bir ortak hayat… Kim bilir, belki bir gün bu yankı yeniden güçlü bir sese dönüşür o coğrafyada…
Babürlerin çöküşüyle başlayan parçalanmışlık hâli, aslında hâlâ kapanmamış bir ayrılık duygusudur. Ve bu duygunun iyileşmesi, ne sınır güvenliğiyle ne de nükleer caydırıcılıkla mümkündür. Bu yarayı saracak olan; ortak tarihî hakikatin kabulü, karşılıklı kültürel empati ve medeniyet mirasının birlikte sahiplenilmesidir.
Zira medeniyetler, yalnızca kurulduğu yerde değil; hatırlandığı yerde de yaşar.
Oysa Babür İmparatorluğu’nun bıraktığı miras, yalnızca geçmişin nostaljik bir hatırası değil; aynı zamanda geleceğe uzanan bir pusuladır.
Onların mimarisinde, edebiyatında, şehir planlamasında ve yönetim anlayışında gizli olan çok sesli medeniyet fikri; bugün hâlâ Afganistan, Bangladeş, Pakistan, Keşmir ve Hindistan üçgeninde anlatılan bir destan olarak yaşamaktadır. Tıpkı Osmanlıların Ortadoğu’dan Balkanlar’a, Timur’un ise Orta Asya’da insanlık hafızasına kazındığı gibi…