Hindistan/Pakistan ve Türkiye’nin Güney Asya Hamlesi

Türkiye-Pakistan stratejik ortaklığının derinleşmesi de Hindistan’ın Keşmir politikalarına karşı uluslararası farkındalığın artırılması ve İslam dünyasında insan hakları savunusunun kurumsallaştırılması bakımından Türkiye’ye “norm-girişimci” rolü kazandırmaktadır.
Nisan 27, 2025
image_print

Açık İşbirliği vs. Örtük Rekabet: Hindistan’ın İslam Karşıtı Politikaları ve Türkiye’nin Güney Asya Hamlesi

Türkiye’nin uluslararası ilişkiler bağlamında tarihsel, kültürel ve dini etkileşim içinde olduğu ülkeler düşünüldüğünde, genellikle yakın coğrafyasında yer alan Orta Doğu, Balkanlar ve Kafkasya ön plana çıkar. Bununla birlikte, küreselleşmenin etkisi ve Müslüman nüfusun dünya genelindeki dağılımına bakıldığında, Endonezya, Malezya ve Pakistan gibi Türkiye’den coğrafi olarak uzak, ancak tarihi ve dini açıdan yakın ilişki kurulabilecek ülkeler de önem kazanmaktadır.

Öte yandan, 2023’te Çin’i geçerek dünyanın en kalabalık ülkesi ünvanını alan Hindistan’ın son günlerde Pakistan’a karşı sertleşen söyleminin ve örneğin İndus Suyu Antlaşması’nı tek taraflı askıya alma kararı gibi fiilî eylemlerinin bölgesel gerilimi hızla tırmandırması yalnızca Güney Asya’daki siyasi istikrarı değil, aynı zamanda uluslararası barış ve güvenliği de tehdit etmektedir. Bu gelişme, Türkiye’nin söz konusu üç ülke ile kuracağı çok katmanlı iş birliğinin stratejik önemini bir kez daha gündeme taşımaktadır.

Öncelikle, Endonezya ve Malezya gibi Güneydoğu Asya ülkeleri ile Pakistan, Osmanlı döneminden itibaren Türk dünyası ile farklı derecelerde etkileşim içinde olmuşlardır. Örneğin, 16. yüzyılda Açe Sultanlığı (bugünkü Endonezya’nın Sumatra Adası’ndaki bölgesi), Portekiz saldırılarına karşı Osmanlı’dan askeri ve teknik destek talebinde bulunmuştu. Aynı şekilde, Güney Asya’da Bengal ve Sind bölgelerinde de Osmanlı’nın kültürel ve siyasi etkisi bir ölçüde hissedilmiştir. Farklı yüzyıllarda devam eden hac yolculukları, deniz ticareti ve dini bağlar sayesinde Malezya ve Endonezya’nın yerel sultanlıklarıyla kültürel alışveriş sürmüştür.

Pakistan cephesine bakıldığında, tarihsel olarak “Hint Alt Kıtası Müslümanları”nın Osmanlı’ya olan ilgisi ve 19. yüzyılda baş gösteren Hilafet Hareketi, Türk-Pakistan dostluğunun temellerini atmıştır. Pakistan’ın 1947’de bağımsızlığını kazanması sonrasında da bu dostluk, özellikle uluslararası platformlarda siyasi destek ve dayanışma şeklinde devam etmiştir. Türkiye’nin de bağımsızlık sonrasında Pakistan’ın diplomatik tanınma süreçlerinde olumlu katkısı olduğu hatırlanmalıdır. Buna karşılık Hindistan’ın, bağımsızlıktan bu yana Keşmir sorunu üzerinden yürüttüğü sert güvenlik politikaları ve özellikle son dönemde Hindistan Halk Partisi (BJP) hükümetinin vatandaşlık yasasındaki değişiklikler, “buldozer adaleti” ve nefret söyleminin kurumsallaşması gibi Müslüman azınlığa yönelik sistematik ayrımcı uygulamaları Türkiye dâhil İslam dünyasında tepki doğurmuş, Pakistan-Türkiye hattındaki stratejik dayanışmayı da pekiştirme gerekliliğini bir kez daha göstermiştir.

Ancak bu ülkeler Türkiye’nin yakın coğrafyasında yer almıyor. Türkiye, bölgesel güç olmanın gereklerine uygun olarak Orta Doğu, Doğu Akdeniz, Balkanlar ve Kafkasya gibi komşu veya yakın bölgelerde varlığını ve etkinliğini öncelikle sürdürüyor. Dolayısıyla, bölgesel krizlerde ya da jeopolitik gelişmelerde bu ülkelerle birlikte hareket etmek, pratik düzeyde her zaman kolay olmuyor.

Pakistan ise Türkiye açısından Orta Doğu’ya nispeten daha yakın konumda bulunsa da, coğrafi koşullar ve çevresindeki Hindistan, Afganistan ve İran gibi bölgesel faktörler nedeniyle jeopolitik dinamikler bakımından farklılaşıyor. Mesela, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki enerji politikası ya da Suriye’deki etkinliği, Pakistan’ın bölgesel dinamikleriyle neredeyse hiçbir ilgiye sahip değil. Benzer şekilde Pakistan’ın Keşmir meselesi, Hindistan ile ilişkileri ve Afganistan kaynaklı güvenlik sorunları gibi öncelikleri de Türkiye’nin gündeminden uzak kalıyor.

Ne var ki Hindistan’ın son dönemde Keşmir’de sivilleri hedef alan operasyonlar yürütmesi ve Pakistan’a karşı su paylaşımını bir baskı aracına dönüştürmesi, bize “uzak” görünen Güney Asya’daki krizlerin Ortadoğu-Doğu Akdeniz istikrarını dolaylı yoldan etkileyebileceğini göstermiştir. Bu nedenle Türkiye-Pakistan güvenlik diyaloğu, yalnızca ikili bağlamda değil, Hindistan kaynaklı risklerin yönetimi bakımından da kritik bir boyut kazanmıştır.

Bugün küreselleşmenin geldiği noktada, ülke ve bölge sınırlarını aşan çok sayıda küresel mesele olduğu açıktır. Ekonomik kalkınma, iklim değişikliği, göç hareketleri, enerji güvenliği, salgın hastalıklar ve uluslararası kuruluşlardaki temsil gibi konular, devletlerin gittikçe artan biçimde kolektif eylem arayışına girmesine yol açıyor. Türkiye, Endonezya, Malezya ve Pakistan gibi nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ve bölgesel olarak etkili konumda bulunan ülkeler, bu konularda hem kendi toplumlarının hem de uluslararası toplumun çıkarları doğrultusunda ortak hareket edebiliyor ve bunu güçlendirme arayışında oluyor.

Bu bağlamda, Birleşmiş Milletler’de 2025 Mart’ında kutlanan “İslamofobi ile Mücadele Günü” oturumlarında Hindistan’daki Müslüman karşıtı şiddet vakalarının gündeme gelmesi çok-taraflı arenada oluşan yeni iş-birliği zeminine örnek teşkil etmiştir. Ayrıca, D-8 çerçevesinde son dönemde gündeme gelen “İslamofobiye Karşı Ortak Strateji” kararı, doğrudan Hindistan’daki Müslümanlara yönelik hak ihlallerini izleme ve raporlama mekanizması kurmayı hedefleyerek uluslararası baskı oluşturmayı amaçlamaktadır.

Öte yandan, Türkiye’nin Pakistan ile yürüttüğü MİLGEM korvet projesi, insansız hava aracı satışları ve ortak tatbikatlar, Hindistan’ı son derece rahatsız edebilecek gelişmelerdir. Hindistan, Act East ve Neighbourhood First politikalarıyla Hint Okyanusu-Pasifik ekseninde nüfuz genişletmeye çalışırken Ankara, Yeniden Asya Girişiminin bir parçası olarak Endonezya, Malezya ve Pakistan’la savunma-teknoloji hatları kurarak bölgesel dengeyi etkileyen alternatif bir odak oluşturmaktadır.  Bu durum, uluslararası arenada Türkiye ile Hindistan arasında doğrudan ifade edilmeyen ancak İslamofobi, müslüman azınlık meseleleri ve stratejik savunma sanayii ihracatı başlıklarında hissedilebilen örtük rekabete işaret eder. Dolayısıyla Hindistan’ın Müslüman karşıtı iç politikaları, bölgede Türkiye’nin yumuşak güç söylemini güçlendirirken aynı zamanda diplomatik manevra alanı da yaratmaktadır.

Zaten Türkiye, son yıllarda dış politikada “bölgesel güç” algısından öteye geçerek, küresel ölçekte etkili bir aktör olma yönünde adımlar atıyor. Bu hedef doğrultusunda, coğrafi yakınlık gözetmeksizin çeşitli bölgelerdeki Müslüman ülkelerle işbirliğini artırmak stratejik bir anlam taşıyor. Zira Müslüman nüfusun önemli bir kısmının yaşadığı Endonezya, Malezya ve Pakistan gibi ülkeler, uluslararası arenada belli bir nüfuza ve ekonomik güce de sahiptir. Endonezya, dünyada en fazla Müslüman nüfusa sahip ülke konumundadır. Yaklaşık 280 milyonluk nüfusu ve Güneydoğu Asya’nın en büyük ekonomilerinden biri olması, onu küresel pazarda ve uluslararası örgütlerde etkili kılıyor. Malezya, kişi başına düşen milli gelir ve ihracat performansı itibarıyla Güneydoğu Asya’da önemli bir konumdadır ve İslam dünyası içerisinde ekonomik olarak hayli gelişmiş bir profile sahiptir. Pakistan ise nükleer güç olmasının yanı sıra, yaklaşık 250 milyon nüfusuyla uluslararası arenada dikkate değer bir aktördür. Bu bağlamda Türkiye-Pakistan stratejik ortaklığının derinleşmesi de Hindistan’ın Keşmir politikalarına karşı uluslararası farkındalığın artırılması ve İslam dünyasında insan hakları savunusunun kurumsallaştırılması bakımından Türkiye’ye “norm-girişimci” rolü kazandırmaktadır.

Sonuç: İkili İlişkileri Güçlendirmek, Küresel Meselelerde Beraber Hareket Etmek

Coğrafi uzaklık, Pakistan ile de diğer müslüman bölge ülkeleriyle de bölgesel konjonktürde güçlü bir askeri ya da siyasi ittifak kurmayı elbette sınırlar. Ne var ki küresel düzeyde, İslam coğrafyasının nüfusu en yüksek ülkeleri arasında yer alan Türkiye, Endonezya, Malezya ve Pakistan; din, kültür ve ortak sorunlara yaklaşım noktasında büyük bir potansiyel taşıyor. Farklı bölgesel jeopolitik öncelikler, bu ülkelerin tüm konularda aynı çizgide olmasını tabi ki zorlaştıracaktır. Yine de müslüman dünyanın ortak çıkarları bağlamında küresel ticaret, savunma sanayii, enerji arz güvenliği, uluslararası göç politikaları, kalkınma projeleri ve iklim değişikliği gibi birçok alanda ortak hareket etmek mümkündür. Ayrıca, Hindistan’ın Müslüman azınlığa yönelik ayrımcı politikaları ve Pakistan’a karşı yükselen saldırgan tutumu, söz konusu dört ülkenin (Türkiye dâhil) uluslararası alanda ortak bir hukuk ve insan hakları söylemi geliştirmesini de zorunlu kılmaktadır. Böylece Ankara’nın Endonezya-Malezya-Pakistan üçgeniyle kuracağı ittifak, sadece ekonomik ve savunma eksenli değil, aynı zamanda normatif bir çerçeve de kazanmaktadır.

Türkiye, bölgesel güç kimliğini korurken, aynı zamanda küresel bir aktör olmak istiyorsa, bu ülkelerle var olan bağlarını güncel gereklilikler çerçevesinde yeniden tanımlamalıdır. Bu noktada bugün çok boyutlu dış politika yaklaşımı temel yol göstericidir. Hem yakın çevredeki sorunlara odaklanırken hem de daha uzak coğrafyalarda yer alan, ancak siyasi, ekonomik ve kültürel bağların bulunduğu dost ülkelerle işbirliği alanlarını genişletmek, Türkiye’nin elini uluslararası arenada güçlendirecektir.

Sonuç olarak Endonezya, Malezya ve Pakistan ile Türkiye arasındaki birliktelik, bölgesel meselelerde değil ama küresel konularda çok daha anlamlıdır. Bu güç birliği, Türkiye’nin küresel meselelerde etki alanını genişletmesini ve uluslararası karar alma mekanizmalarında daha güçlü bir konum elde etmesini destekleyecektir. Küresel düzlemdeki uzun vadeli stratejik işbirliklerini ve Türkiye’nin uluslararası arenadaki rolünü şekillendirme potansiyeli yüksektir. Türkiye, bölgesel güç olma hedefini pekiştirdikçe küresel meselelere daha yakından eğilecek, bu süreçte Hindistan’la yaşanan örtük rekabet, Endonezya-Malezya-Pakistan ekseninde geliştireceği ittifaklarla dengeleyici bir unsur olmaya devam edecektir.

 

Dr. Ensar Kıvrak

Dr. Ensar Kıvrak: 1992 yılında Ankara’da doğdu. 2015 yılında Kocaeli Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nden mezun oldu. 2018 yılında Sakarya Üniversitesinde Siyaset Bilimi alanında yüksek lisansını tamamladı. 2024 yılında “Milliyetçilikten Arındırılmış Vatanseverliğin Sosyopolitik Imkânları: Teorik Bir Tartışma” başlıklı teziyle aynı üniversitede doktora derecesi aldı. Halen Sakarya Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünde araştırma görevlisi olarak çalışmaktadır. Evli ve üç kız babasıdır.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

SOSYAL MEDYA