Her Bir Kazanana Bir Kaybeden

Ekim 2, 2024
image_print

Kaynak: London Review of Books

Tercüme: Ali Karakuş

Çağdaş finansın ne olduğunu ve ne yaptığını yanlış anlamak çok kolaydır. Aklıselim ve ders kitaplarının her ikisi de finansın parayı A noktasından B noktasına taşıma işi olduğunu söyler. Bu anlatıma uygun olarak A noktasındaki paranın, örneğin bir tasarruf sahibinin banka hesabındaki paranın, B noktasına, büyümek için nakde ihtiyaç duyan bir işletmeye veya yaşamak için bir yer satın alabilmek için konut kredisi isteyen bir bireye faydalı bir şekilde dağıtıldığı örnekler vardır. Buradan, finansın esas olarak ihtiyaç duyan işletmelere ve bireylere, ihtiyaç duydukları anda para sağlamakla ilgili olduğu sonucu kolaylıkla çıkarılabilir. Ve modern finans, aslında bunu yapar da. Ancak günümüzde finansın ilgilendiği, ilgili olduğu esas mesele bu değildir. John Kay, finans endüstrisinin mevcut durumuna ilişkin olmazsa olmaz bir rehber olan ve 2015 yılında yayınlanan Diğer İnsanların Parası adlı eserinde, o tarihte varlıkları yaklaşık 7 trilyon sterlin olan ve ülkedeki herkesin toplam gelirinin dört katına ulaşan Birleşik Krallık bankacılık sektörünün durumundan bahseder. Ancak İngiliz bankalarının varlıkları “çoğunlukla diğer bankalar nezdindeki alacaklardan oluşmaktadır. Borçları ise çoğunlukla diğer finans kuruluşlarına olan borçlardan oluşmaktadır. Mal ve hizmet üretimi yapan firmalara ve bireylere verilen krediler -ki çoğu insan bunun bir bankanın ana işi olduğunu düşünüyordu- bu toplam hacmin sadece yaklaşık yüzde 3’ünü oluşturmaktadır.”

İhtiyaç duyan kişilere/yerlere borç para vermek, modern finans biçiminin ağırlıklı olarak yaptığı bir iş değildir. Modern finansın yaptığı şey çoğunlukla kumar oyunudur. Fiyatların hareketleri üzerine spekülasyon yapar ve fiyat hareketleri üzerine bahis oynar. Bunu şöyle düşünebilirsiniz: farzedelim ki, bütünüyle kendi kendine yetmenin dışında yıllık yüz kasa mangodan oluşan tek bir endüstriyel ihracat ürünü üreten bir toplulukta yaşıyorsunuz. Parayı hasattan sonra değil de hasattan önce almak işinize geldiği için, mango mahsulünün gelecekteki mülkiyetini kasası bir dolara bir komisyoncuya satıyorsunuz. Komisyoncu, mahsulün haklarını hemen, kötü hava koşulları nedeniyle mangoların kıt olacağı ve bu nedenle daha değerli olacakları söylentisini duyan bir tüccara satıyor ve bu tüccar kasa başına 1,10 dolar ödüyor. Uluslararası emtia piyasalarındaki bir spekülatör bu söylentiyi duyuyor ve gelecekteki ürünü ondan 1,20 dolara satın alıyor. Piyasalardaki trendleri yakalayan ve bunların devamı üzerine bahis oynayan uzman bir ‘momentum tüccarı’ (evet, bunlar var) geliyor ve mangoları 1,30 dolara satın alıyor. Uzman, aykırı bir tüccar (onlar da var) ise fiyatlardaki trendi fark ederek, bunun sürdürülemez olduğu sonucuna varıp mangoları 1,20 dolara açığa satıyor. Diğer piyasa katılımcıları açığa satıştan haberdar oluyor ve fiyatları önce 1,10$’a, sonra da 1$’a düşürüyorlar. Başka bir spekülatör, bu büyüme sezonunda havanın mango için çok elverişli olacağının tahmin edildiğini, bu nedenle mahsulün özellikle bol olacağını duyuyor ve fiyatı 90 sente kadar düşürüyor, bu noktada ilk komisyoncu piyasaya yeniden giriyor ve mangoları 90 sentten geri satın alıyor, bu da fiyatın 1$’a dönmesine neden oluyor. Bu noktada mangolar hasat ediliyor ve ada dışına gönderilerek gerçek bir müşterinin mangoları, örneğin kasasını 1,10 dolardan satın aldığı perakende piyasasında satılıyor.

Gerçek bir değişimin gerçekleştiği tek işlemin son işlem olduğuna dikkat edin. Siz mangoları yetiştirdiniz ve müşteri de onları satın aldı. Bu gerçek işlemin dışında kalan her şey finanstı -fiyat hareketleri üzerine spekülasyon. Sizin mangolarınız oldukları zaman ile müşterinin mangoları oldukları zaman arasında dokuz işlem vardı. Hepsi de sıfır toplamlı birer faaliyetti. Bazı insanlar para kazandı, bazıları kaybetti ve bunların hepsi dengelendi. Bu süreçte hiçbir değer yaratılmadı.

Finans işte bu. Dünyadaki tüm ekonomik faaliyetlerin toplam değerinin 105 trilyon dolar olduğu tahmin edilmektedir. İşte bu ekonomik faaliyet; yukarıda anlattığımız gerçek işleme konu mangolardır. Bu gerçek faaliyetten doğan finansal türevlerin değeri -yani hayali ticaret- 667 trilyon dolardır. Bu da finansı, dünyanın en büyük işi yapıyor. Ve ürettiği şeyler açısından bakıldığında gerçek dışı ve faydasızdır. Hiçbir şey yapmıyor ve hiçbir değer katmıyor. Modern finans sadece bir spekülatörün diğerine karşı bahis oynamasıdır ve her bir kazanan için, her bir işlemde, tam olarak eşdeğer bir kaybeden vardır.

Tekrar etmekte fayda var. Zengin olmanın başka yolları da var ve toplumumuzda servet edinmenin klasik üç yolu da hala geçerli. Bunlar: miras devr almak, zenginle evlenmek ya da çalmak. Ancak maaşlı bir işte çalışarak zengin olmak isteyen sıradan bir vatandaş için finans, açık arayla en mümkün yoldur. Durum bu olmasına rağmen, finans alanında yaptıkları ve yapacakları şeyler, işe yaramaz faydasız şeyler olacaktır. Bunu güçlü bir duyguyla ifade ediyorum: bu faaliyet hiçbir şey üretmiyor ve toplum için toplamda hiçbir fayda yaratmıyor, çünkü her kazanç eş değeri olan bir kayıpla dengeleniyor. Hepsinin toplamı sıfırdır. Toplumun daha kapsamlı geneli için sağlanan tek fayda, kazananların ödediği vergidir; ancak kaybedenlerin kayıplarının vergiden mahsup edileceğini unutmamalıyız, dolayısıyla net vergi faydası da ilk bakışta göründüğü kadar net değildir.

Bu, tarihsel olarak benzersiz bir durumdur. Şimdiye kadar, servetin çoğu toprak ya da ticaret gibi gerçek varlıklara dayanıyordu -genellikle sıfırdan oluşturulmaktan ziyade miras yoluyla ediniliyordu, ancak tevarüs edilmiş olması serveti gerçek servet olmaktan çıkarmıyordu. Bu yeni zenginlik biçimi ise kumara dayanıyor. Bu kadar az şey yapan bir işi bu kadar cömertçe ödüllendirmemiz bizim için ne anlama geliyor? Biz gerçekten ne tür bir toplumuz? Ve bu yeni servet edinme yolu hakkında bu kadar az düşünmemiz ne anlama geliyor? Hepimizin yaşamı devam ettirmek için bağımlı olduğumuzu fark ettiğimiz işlerin; yapanlarına en düşük ödemeleri yaptığımız işler olduğu gerçeğinin ayan beyan ortaya çıkmasının dayattığı değerli ve yapmaya değer iş sorusunun odak noktası haline geldiği kısa bir an oldu pandemi döneminde: bu işleri yapanlar; perakende personeli, nakliye işçileri, teslimat işçileriydi. Bu çıplak hakikati unutmak konusunda mükemmel bir iş çıkardık. Toplumsal düzeyde bu sürdürülemez. Mümkün olduğunca yumuşak bir dille ifade etmek gerekirse, hiç kimse kasıtlı olarak bu şekilde işleyen bir toplum tasarlayamaz. Ancak sıfır toplamlı finansal oyunlara dayalı neredeyse sonsuz servet birikiminin kazananlar için de olumsuz yanları olduğu ortaya çıkmaya başladı.

Bu sistemde her ticaretin bir kazananı ve bir kaybedeni vardır. Birisi para kazanır ve bu nedenle haklı olduğu kanıtlanır; birisi para kaybeder ve bu nedenle haksız olduğu kanıtlanır. Binlerce işlem boyunca tekrarlanan doğru ya da yanlışın bu ikili doğası, finansal açıdan başarılı birçok kumarbazda her konuda haklı oldukları hissini pekiştirir. Mesele yanıldığınızdan daha fazla haklı çıkmanız değildir. Sorun, diğer insanlardan daha iyi olduğunu düşünme sorunudur: diğerlerinin yanıldığı yerde doğru, diğerlerinin aptal olduğu yerde zeki, diğerlerinin duygusal olduğu yerde rasyonel, onların anlayamadığı yerde anlayışlı, onların çekingen olduğu yerde cesur, onların zayıf olduğu yerde güçlü. Ancak bu üstünlük farkındalığı korkunç bir acıyla birlikte geliyor, o da diğerlerinin bunu bu şekilde görmüyor gibi görünmeleridir. Zenginliği görüyorlar ama bunun bir şans, adaletsizlik, toplumsal kaynakların adaletsiz dağılımı ya da bunların hepsinden bir parça olduğunu düşünüyorlar. (Kayıtlara geçsin, ben de bu son görüşü paylaşıyorum).

Ne yapmalı? Bu sorunun cevabı problemin içine kodlanmıştır. Sorun, finansın işe yaramaz olmasıdır. Çözüm; ürettiği tek şey olan yani kazananlara kazandırdığı parayla faydalı bir şeyler yapmaya çalışmaktır. Kumarın bir anlamı olmadığı için, kumar yoluyla para kazanan insanlar hayatlarında yaptıkları merkezi şeyin dışında bir anlam bulma ihtiyacını iliklerine kadar hissediyorlar. Finans milyarderleri sınıfı için ‘hayırseverliğin’ önemi buradan gelmektedir. Yaptıkları işin bir anlamı yoktur; anlam, kazandıkları parayla daha sonra ne yaptıklarında bulunmalıdır. Bir çoğu için zenginlikleriyle yapabilecekleri en değerli tek şey, finans dünyası dışında kendi kafalarındaki imaja uygun bir itibar yaratmaktır. İşte bu nedenle finans dünyasındaki pek çok kişi servetlerine kavuştuktan sonra, kendileriyle ilgili bildiği tek şey olan filozof kral olma isteğini takıntı haline getiriyor. Bunun en güzel örneklerinden biri, daha önce Wall Street Journal‘da hedge fon muhabirliği yapmış olan New York Times muhabiri Rob Copeland tarafından The Fund adlı eserinde hikayesi mükemmel bir şekilde anlatılan Ray Dalio’dur.

Dalio, dünyanın en büyük hedge fonu Bridgewater’ın kurucusu ve ana sahibidir. Long Island’daki Manhasset’te işçi sınıfından bir ailede büyümüş ve ilk çıkışını New York finansında derin kökleri bulunan bir aile olan Leib’ler için yerel bir golf kulübünde golf malzemeleri taşıyıcılığı yaparken kurduğu bağlantılar sayesinde yapmıştır. Emektar Leib, Dalio’yu çok beğendi ve ona borsada bir iş ayarladı, girdiği bu yeni işi de onu Harvard İşletme Okulu aracılığıyla finans dünyasına yönlendirdi. Birkaç yanlış başlangıçtan sonra Dalio 1975 yılında kendi fonu Bridgewater Associates’i kurdu. İlk önemli müşterisi, ıspatlayacak bir şeyleri olan girişken genç fon yöneticilerine oynamayı seven Hilda Ochoa-Brillembourg tarafından yönetilen Dünya Bankası’nın çalışanlar için emeklilik fonuydu. Bu ilişki Bridgewater’ın gitmesine izin verilmesiyle sonuçlandı çünkü “Dalio’nun tüm tumturaklı sözlerine rağmen, Bridgewater’ın Dünya Bankası için önerdiği işlemler aslında sadece faiz oranlarının yükselip yükselmeyeceğine dair bahislerdi” –ama bu ayrılık önemli değildi, çünkü artık Dalio ve fonu ayağa kalkmış ve koşuyordu.

Dalio’nun ayırt edici özelliği yatırım tarzı değildi. Onun hedge fonu, hemen hemen tüm diğerleri gibi, borsanın yönünden bağımsız olarak pozitif getiriyi garanti etmeye çalıştı ve bunu, piyasa yukarı, aşağı ya da yatay gitse de kar etmesi beklenen bir bahis karışımı oluşturarak yaptı. Dalio’nun “yatırımın Kutsal Kase”sini bulduğu şeklinde ürettiği retorik hiçbir zaman gerçekle örtüşmedi. Fonlarının iyi ve kötü yılları oldu. Genel piyasa gerilemesi dönemlerinde yakaladığı yüksek profilli başarılar ona büyük ölçüde yardımcı oldu. Dow Jones endeksinin bir günde yüzde 22,6 düştüğü Kara Pazartesi’nin yaşandığı 1987 yılında, Dalio’nun fonu o yıl için yüzde 27 artış gösterdi. (Çöküş gerçeğinden daha az bilinen bir gerçek, çöküşe rağmen Dow’un yılı başladığı noktanın yüzde 2,3 ilerisinde bitirmiş olmasıdır.) Kredi krizinin yaşandığı 2008 yılında, endeks o güne kadarki en kötü yılını geçirip yüzde 34 düşerken, Dalio’nun Saf Alfa fonu yüzde 9 artış gösterdi. Böylesi muhteşem anlar, çoğu zaman fonların çok sıradan bir performans karşılığında yüksek ücretler talep ettiği gerçeğini gizlemeye yardımcı oldu. Bir çok yılda az veya çok ücretsiz olan sıradan bir endeks takip fonu Bridgewater’ın fonlarından daha iyi performans gösterdi. Ocak 2012’den Aralık 2022’ye kadar geçen on bir yılda Bridgewater’ın Pure Alpha fonu yüzde 17,8 oranında yükselmiştir. Bunun kulağa hoş geldiğini düşünebilirsiniz, ancak aynı dönemde S&P 500 (yatırımcılar tarafından kullanılan en büyük standart endeks) yüzde 273 arttı. Wall Street Journal‘ın 2020 yılında yaptığı bir araştırma, bulabileceğiniz en standart (ve en ucuz) hazır yatırım portföyü olan 60/40 dağılımlı hisse senedi ve tahvil fonunun Bridgewater’ın amiral gemisi olan fondan önceki on bir yılın yedisinde daha iyi performans gösterdiğini ortaya koydu.

Dalio’nun ayırt edici özelliği yatırım performansı değil, çıkardığı gürültü miktarıydı. Kariyerinin ilk günlerinden itibaren günlük -haftalık ya da aylık değil günlük -bir bülten yayınlayarak piyasa trendleri, gelişmeler ve tarihsel eğilimler hakkındaki görüşlerini yayınladı. Uzmanlık alanı, büyük piyasa düşüşlerini tahmin etmekti ve bunu, çöküşlerin gerçekleşmemeye devam etmesi gerçeğine karşın sarsılmayan bir düzenlilikle yaptı. Örneğin 1982 yılında bir Kongre komitesi önünde şunları söyledi: “Son birkaç yılın ekonomisini takip etmek, köşede gizlenen tehlikeleri görebildiğiniz ve bunu haykırarak duyurmak istediğiniz ancak duyulmayacağını bildiğiniz gizemli bir gerilim filmi izlemeye benziyor. Bu durumda tehlike depresyondur.” Bu sözleri sarf ettiği dönem; büyük ekonomik sıçramaların başladığı Reaganlı uzun yılların başladığı dönemdi. Bir meslektaşı “sıfır resesyonların son 15 tanesini o haber verdi” şeklinde şaka yapmıştı ancak sonradan açıkça ortaya çıktığı gibi şaka herkeste ters tepti çünkü piyasa her döndüğünde, çöküşleri öngörme konusunda o kadar gürültülü ve o kadar istikrarlıydı ki Dalio meşhur bozuk saat olarak görülmek yerine, bir peygamber olarak selamlandı. Tanıtım ve zaman zaman başarılı olan büyük bahislerin birleşimi (oldukça rutin genel performans bağlamında) Bridgewater’ı, Mart 2009’da, yönetiminin sahip olduğu varlıklarla ölçüldüğünde dünyanın en büyük hedge fonu haline getirdi.

Dalio bir guru olarak ün kazanmakla giderek daha fazla meşgul olmaya başladı. Yıllar içinde oluşturduğu ve New Yorker‘dan John Cassidy’nin “dünyanın en zengin ve en tuhaf serbest yatırım fonu” olarak adlandırdığı şirketin kurallarını belirleyen bir dizi sıradan kanaatler olan Bridgewater’ın “İlkeleri” hakkında sık sık konuşuyordu. Amaç radikal bir doğruluk kültürü yaratmaktı. Bridgewater’ın tüm çalışanlarının birbirlerine sürekli geri bildirim vermesi gerekiyordu. Özellikle de olumsuz geri bildirimler. Prensiplerden biri, “Hiç kimsenin konuşmadan eleştirel bir görüşe sahip olma hakkı yoktur” şeklindeydi. Herhangi birini gıyabında eleştirmek yasaktı: her şeyi doğrudan muhatabın yüzüne söylemek zorundaydınız. Bridgewater’daki herkese bir tablet bilgisayar verildi ve bu bilgisayarı olumlu ya da olumsuz ‘noktalarla’ doldurmaları, şirketin ve iş arkadaşlarının her yönüne sürekli puan vermeleri istendi. Ofisler, personel arasındaki etkileşimleri kaydeden kameralar ve ses ekipmanlarıyla doluydu ve bunların tümü, daha sonra geri bildirimde bulunacak olan personelin diğer üyeleri tarafından görülebilecekleri bir Şeffaflık Kütüphanesine eklendi. Çalışanlar işe geldiklerinde kişisel telefonlarını teslim ettiler ve sadece izlenen şirket telefonlarını kullanmalarına izin verildi; bilgisayarların tuş vuruşları takip edildi.

Gözetim ve geri bildirim kullanılmaya başlandı. Başarısızlıklar, genellikle Dalio tarafından yönetilen ve çalışanın neyi yanlış yaptığı konusunda sorguya çekildiği, buna neden olan daha yüksek gerçeğin – daha derin, altta yatan zayıflığın – araştırıldığı ‘soruşturmalar’ veya halka açık sorgulamalarla sonuçlandı. Dalio Çin’i ziyaret etmiş ve gördüklerinden hoşlanmıştı, bu nedenle Bridgewater’ın sistemine; İlkeler Kurulu, Denetçiler ve Gözetmenlerin kendi uygulamalarını denetlemek için yarıştığı ve Politbüro adı verilen bir organa rapor verdiği bir yapıyı entegre etti. Çalışanların bir İlkeyi ihlal ederken yakalandıkları, daha sonra sorgulandıkları ve kendilerini düzelteceklerine dair söz verdikleri videolar bir araya getirildi ve İlkeleri aşılamak için kullanıldı. Kıdemli bir meslektaşın yalan söylerken yakalandığı bir dizi videoya ‘Eileen Yalanları’ adı verildi. Yeni hamile bir kıdemli meslektaşın kamuoyu önünde küçük düşürüldüğü ve gözyaşlarına boğulduğu bir diğer video ise “Acı + Yansıma = İlerleme” adını taşıyordu. Dalio bu filmden o kadar memnun kalmıştı ki, Bridgewater’ın binlerce çalışanına e-posta ile gönderdi ve bir versiyonunun şirkete iş başvurusunda bulunan kişilere gösterilmesi talimatını verdi. Kurbana çok fazla sempati duymak, bir işe sahip olamamanın kabul edilebilir mükemmel bir yoluydu. “Şekere bulama şeker bağımlılığı yaratır” bir ilkeydi. Dalio’nun vizyonlarından biri de; İlkelerin bir yazılıma kodlanması ve böylece ne yapacakları konusunda yönlendirilmeye ihtiyaç duyan Bridgewaterlıların bu kahin yazılıma danışabilmesiydi. Proje on yıldan fazla sürdü, 100 milyon dolara mal oldu ve hiçbir zaman faydalı bir şey üretemedi, çünkü İlkeler yani 375 İlke’nin tamamı, bir sürü tatsız laftan ibaretti ve kendi kendilerini yanlışlıyorlardı.

Görünüşe bakılırsa bu, kibir ve yanılsama ile ilgili karanlık komik bir hikaye olmalı ve -Bridgewater’da çalışmak zorunlu olmadığından- insanların zengin olmak için katlanmaya razı oldukları berbat şeylerden ibaret bir hikaye. Molière, Ray Dalio ile çok eğlenirdi, özellikle de Dalio’ya ilk fırsatını veren George Leib’in şanssız torununun iş istediği sahnede. Dalio’nun anında verdiği cevap ne miydi?

Eğer iş için kalifiye iseniz, o zaman özgeçmişiniz kendi başına bunu halletmelidir. Hiç kimse için İnsan Kaynakları departmanımın sürecini sarsamam.

Köpeğim başvuruyor olsaydı, kendi köpeğime bile böyle bir iltimas göstermezdim.

Bu cevapta; kendini beğenmişlik ve nankörlük başlı başına etkileyici olsa da, hayali köpek başvurusu durumu azamatin sınırlarına taşıyor.

Benzer davranışları olan yüzlerce kişilik örneğine rağmen, Copeland’ın derinlemesine raporlanmış kitabı komik değil. Bunun basit bir nedeni var: Bridgewater’ın tüm sistemleri ‘kademeli’ olarak tasarlanmıştı. Fonun iç derecelendirmeleri oluşturulurken en yüksek değer ‘inanılırlık’ olarak belirlenmiş ve inanılırlık zirvedeki Dalio’dan aşağıya doğru inmiştir. Dalio, erdem ve İlkelere uyum konusunda bir ölçüttür ve bu nedenle de radikal açık sözlülük, şeffaflık ve kamusal sorgulama/aşağılama (ve bu amaçlar doğrultusunda gözetim) kültürü aşağıya doğru akmaktadır. Eleştiri, doğruluk ve “soruşturma” her zaman onun tarafından yönlendirilir ve bu ölçüler asla ona uygulanmaz. “Yatırımcılığın Steve Jobs’u olarak adlandırılmasına rağmen, çalışanlar onunla özel biriymiş gibi iletişim kurmuyorlar” şeklindeki övgü dolu Dalio profilleri gerçeğin tam tersiydi: bu, tek bir bireyin kibir ve vehminin bir anıtı olarak yaratılmış, kaba bir ölçekte kurumsallaşmış zorbalık kültürüydü. Zehirli bir şekilde kibirli olanlarda sıklıkla görüldüğü gibi, en büyük yanılsama Dalio’nun kendi alçakgönüllülüğüne olan inancıdır. Ve tüm bunlar daha fazla para kazanmaktan başka bir amaç gütmeden yapılıyor.

George Soros, 1994 yılında Temsilciler Meclisi bankacılık komitesine hedge fonlar hakkında ifade verirken, bu fonların ne olduğuna dair veciz bir tanım yapmış ve bu fonlar hakkında ne yapılması gerektiğine dair bir öneride bulunmuştur. “Ortaklaştıkları tek şey: yöneticilerini, yönettikleri varlıkların sabit bir yüzdesine göre değil, performansa dayalı olarak ücretlendirmeleridir. Açıkçası, hedge fonların sizi ya da düzenleyicileri ilgilendiren bir konu olduğunu düşünmüyorum.” Bu ücretlendirme yöntemlerinin her iki kısmına da itiraz edebilirsiniz -başlangıç olarak fonlar tipik olarak her yıl yüzde 2 ücret verir- ancak genel olarak konuşursak, Soros ile anlaşmaya eğilimliyim. Hedge fonlar her zaman başarısız olur, iflas eder ve kapanır, genellikle de uğradıkları zararı tabiatları gereği karşılayabilecek olan yatırımcıları dışında kimse için herhangi bir zarar üretmezler. Ama bankalar farklıdır. Devletin ve dolayısıyla vergi mükelleflerinin örtülü bir garantisine sahipler, bu da ne yaptıklarının büyük ölçüde bizi ilgilendirdiği anlamına geliyor.

Ticaret Oyunu adlı eser, kumarbazlık olan “finans” işiyle uğraşırken bankalarda neler olup bittiğini anlatan muhtasar bir eserdir. Şok edici ama şaşırtıcı olmayan bir kitap, çünkü Gary Stevenson’ın anlattıkları, küresel mali krizin ardından dışarıdan bakanların bankacılık sistemi hakkında anlattıklarıyla büyük ölçüde aynı. Stevenson’ın hikayesinin büyük bir kısmının çöküşten önce değil, dersler çıkarıldığı ve davranışların düzeltildiği iddia edilen kriz sonrasında yaşanması nedeniyle özellikle şok edicidir. Stevenson’ın kitabından açıkça anlaşılıyor ki, özelleştirilen kazançlar ve toplumsallaştırılan kayıplardan bahseden bizler, daha fazla söze gerek duymaksızın, tamamen haklıydık.

Ticaret Oyunu‘nun açıklığı ve dürüstlüğü Stevenson’ın dışarıdan bakanların bakış açısına sahip olmasından kaynaklanmaktadır. Ilford’da, daha sonra çalışmaya başlayacağı Canary Wharf finans merkezini uzaktan gören işçi sınıfı bir ailede büyümüş. Marihuana sattığı için öğrencisi olduğu gramer okulundan atılmış – sokağında uyuşturucu satıcıları olduğu için bu uyuşturucu curcunasına girmiş, bu yüzden daha lüks mahallelerden gelen çocuklar ondan kendileri için uyuşturucu almasını isterlermiş -ama matematikteki olağanüstü yeteneği sayesinde Londra Borsasında bir yer kazanmış. Oradayken bir ticaret yarışması aracılığıyla Citibank’ta staj hakkı kazandı; stajı işe dönüştürdü ve çok geçmeden Döviz Piyasaları swapları bölümünde bir trader olarak çalışmaya başladı. Döviz Swapları, iki tarafın bir para birimindeki krediyi başka bir para birimindeki krediyle geçici olarak takas etmeyi kabul ettiği ve ilgili faiz oranlarındaki farkın buna göre ödendiği finansal araçlardır. Yüzde 2 faiz ödeyen avrolarımı, yüzde 0 faiz ödeyen dolarlarınızla değiştiriyorum ve aradaki faiz farkını telafi etmek için size yüzde 2 ödüyorum. Bu takası neden yapıyorum? Çünkü dolara ihtiyacım var. Bankaların ve şirketlerin dolara ihtiyaç duymasının pek çok nedeni var. O zamanlar Amerika’nın en büyük bankası olan Citibank, ABD Merkez Bankası aracılığıyla sonsuz miktarda ABD para birimine erişebiliyordu. Stevenson’a göre doların başka bir para birimiyle takas edilmesi ‘bedava para’ demekti: “Döviz Swapları bölümünde çalışan traderlar haftada iki ya da üç kez, günde bir milyon dolar kazanmaya başladılar. Kendi işverenimizin yakında iflas edecek olması kimseyi endişelendirmiyordu. Hepimiz kurtarılacağımızı biliyorduk.”

Citibank’ta daha önce durağan olan döviz takas masası, dev bankanın ana kâr kaynaklarından biri haline geldi. Stevenson doğru zamanda doğru yerdeydi ve doğru becerilere sahipti. Babası postane için çalışıyordu ve yılda 20.000 sterlin kazanıyordu. (Stevenson’ın kitabında hassas duygulara pek yer verilmiyor, ancak kitabın dokunaklı bölümlerinden birinde şafaktan önce kalkıp Seven Kings’ten işe gitmek üzere trene binen babasına pencereden el salladığı anlatılıyor.) Bankadaki ilk yılında Stevenson’a 36.000 sterlin ödenmiş ve 13.000 sterlin ikramiye kazanmıştır. İkinci yılında hala 36.000 sterlin alıyordu ama ikramiyesi 395.000 sterlindi. Dördüncü yılına gelindiğinde, ikramiyesinin kesin miktarını bize söylemeyi bırakıyor, ancak toplamının yedi haneli rakamlarda olduğu çok açık. Çalışanlara beyzbol şapkası vererek “Ya büyük oyna ya da evine git” diyen patronların da teşvikiyle, büyük risklere giriyor bankanın parasını arttırıyordu. Stevenson, bize anlattığına göre, Citibank’ın en çok kar eden çalışanı oldu. Bankalar “risk kontrolleri”nden bahsederler ama burada söz konusu olan 24 yaşında bir genç tarafından her gün milyarlarca doların kumara yatırılmasıdır.

Stevenson’a göre finans alanında doğru düzgün para kazanmak için doğru tercihlerde bulunmak yeterli değil. Herkesin yanıldığı anda sizin de doğru tercihlerde bulunmanız gerekiyor. Stevenson’ın bahisleri, finans balonunun dışındaki yaşam deneyimine dayanıyorlardı. Çöküşten sonra merkez bankaları ekonomilerini canlandırmak için çılgınca para basıyordu. Çılgınca para basmanın ardındaki fikir, bu paranın yeni basılan elektronik paraları kabul eden bankalar üzerinden reel ekonomiye genel bir ekonomik canlandırma şeklinde gireceği yönündeydi. Ancak Stevenson finans dünyası dışında tanıdığı herkesin zor durumda olduğunu görebiliyordu. Stevenson’ın İtalyan meslektaşı Titzy ile yaptığı konuşma:

“Titzy. Sence kimsenin para harcamamasının nedeni kimsenin parasının olmaması mı?

‘Sen neden bahsediyorsun be adam? Nasıl kimsenin parası olmaz?

Aksanında derin bir İtalyanca var. ‘Geeza’ yeni öğrendiği bir kelime ve onu deniyor.

“Bilirsin, insanlara soruyorum ve tek söyledikleri bu. “Lanet olası param yok.”

“Benim lanet olası param yok.” Titzy aksanımı taklit etmeye çalışıyor ve bir şekilde kulağa daha da İtalyanca gibi geliyor. “Hadi ama moruk. Bu bir para sistemi. Hiç kimsenin parasının olmaması mümkün değil. Her şey üstüne koyarak artmalı.

Bu, Stevenson’a Londra Borsası’nda doğru ekonomik doktrin olarak öğretilen şeydi. Stevenson’ın çöküşün ardından gördüğü şey, bu “doğru doktrin”in yanlış olduğuydu:

Ölümcül bir kanseri bir dizi mevsimsel soğuk algınlığı olarak teşhis ediyorduk. Bankacılık sisteminin bozulduğunu ama düzeltilebilir olduğunu düşünüyorduk. Güvenin çöktüğünü ama toparlanacağını düşünüyorduk. Ancak gerçekte olan şey; orta sınıfın – ya da sıradan, çalışkan ailelerin … ve neredeyse dünyanın en büyük hükümetlerinin -servetinin onlardan alınıp zenginlerin eline geçmesiydi. Sıradan aileler varlıklarını kaybediyor ve borçlanıyorlardı. Hükümetler de öyle. Sıradan aileler ve hükümetler fakirleştikçe ve zenginler daha da zenginleştikçe, bu durum orta sınıftan zenginlere doğru faiz, rant ve kar akışını artıracak ve sorunu daha da derinleştirecekti. Sorun kendi kendine çözülmeyecekti. Hatta daha da hızlanacak, daha da kötüleşecekti. Ekonomistlerin bunu fark edememesinin nedeni, neredeyse hiçbir ekonomistin modellerinde servetin nasıl dağıtıldığına bakmamasıdır. On yıllarını “temsili aracı” modellerini ezberleyerek geçirirler -tüm ekonomiyi tek bir ‘ortalama’ ya da ‘temsili’ kişi olarak gören modeller. Sonuç olarak, onlar için ekonomi her zaman sadece ortalamalarla, toplamlarla ilgilidir. Dağılımı görmezden gelirler. Onlar için dağılım sadece sonradan akla gelen basit bir düşünceden başka bir şey değildir. Ahlakçı vitrin süslemesi yani. Sonunda diplomam bir işe yaradı. Bana herkesin nasıl yanıldığını gösterdi.

Dışarıdan gelenlerin zekalarıyla içeridekileri alt etmesinin, ayrıcalıksız ve zor bir geçmişe sahip bir çocuğun daha avantajlı ve daha az açlık ama daha az yetenekle başlayan çocukları alt etmesinin hikayesi olarak Ticaret Oyunu kulağa neşeli bir kitapmış gibi gelebilir. Ancak aksine bu eser, eleştirmenlerin finansal sistem hakkındaki görüşlerini doğrulayan öfkeli ve acı bir anlatı olarak görülmelidir. Aynı zamanda bir travma öyküsüdür. Stevenson, vurgununu yaptıktan sonra ikramiyesini bir daireye harcıyor, bunu istediği için değil, sıfır faiz oranlarından yararlanan zenginlerin paralarını varlıklara yatırdığını, dolayısıyla emlak gibi varlıkların fiyatlarının artmak üzere olduğunu bildiği için yapıyor. “Bu beni endişelendirdi, çünkü bana tonlarca para verilmişti ve bir evim yoktu, bu yüzden gidip ofisin hemen aşağısındaki süslü bir marinadaki süslü bir daireyi inceledim ve istenen fiyatın yüzde 5’ini teklif ettim ve gidip o şekilde satın aldım. Yeni dairesinin duvarlarını, ışıklarını, lavabolarını ve tuvaletlerini söküyor ve onu bir televizyon ve yerde bir şilte ile boş gri-beyaz bir kutu olarak bırakıyor. “Ve her gün sabah 5.30’da uyanırdım ve sonra beş yüz e-postayı okurdum, tam orada, yerde” diye yazıyor.

Stevenson özeni bırakmıştı. Japonya’ya transfer edildi ve hala özensizdi; ayrılışı konusunda son derece isteksiz bir Citibank’tan ayrılışını müzakere etmek için çileli bir dönem geçirdi. Depresyona girmiş ve tükenmişti; deneyimlerini devam ettirmesinin tek yolu başka birine dönüşmek olabilirdi ve Stevenson açıkça bunu yapmak istemiyordu. Ticaret Oyunu‘nu bir zafer ya da yenilgi öyküsü olup olmadığından emin olmadan bitiriyorsunuz. Finans alanında kariyer yapmayı düşünen bir gence vermek için ideal bir kitap, çünkü bu soruya verecekleri yanıt, o dünyada olmanın nasıl bir şey olduğuna dair görüşlerini belirleyecek. Stevenson şu anda ekonomik eşitsizliğe karşı bir kampanya yürütüyor ve son derece bilgilendirici (öfkeli, sert) YouTube kanalı Gary’s Economics’in yaklaşık 400.000 abonesi var. Eğer insanların finans alanında yaptıklarının anlamı kazandıkları parayla ne yaptıkları ise, Stevenson bu anlamı eşitsizliğe karşı bir kampanyacı olmakta buldu. Kendisini besleyen eli olabildiğince sert ve sık ısırmayı seçti.

Dalio dünyanın en büyük hedge fonunu yarattı ve Stevenson dünyanın en büyük bankalarından birinde en iyi çalışandı; ancak saf finansın tüm zamanların bir numaralı şampiyonu Mayıs ayında ölen Jim Simons’tı. Simons, otuz yıl boyunca yıllık ortalama yüzde 66 getiri (ücretler çıkmadan) sağlayan ve hedge fonunun adı Madalyon Fon olan Renaissance Technologies’i kurdu ve yönetti. Bu anlaşılması zor bir rakam: eğer 10.000 dolar yatırır ve otuz yıl boyunca yüzde 66 oranında bileşik getiri elde etmeye bırakırsanız, sonunda 2,35 trilyon dolara sahip olursunuz. Vasat bir ikinci el araba almaya yetecek parayla başlar ve İtalya’yı satın almaya yetecek parayla bitirirdiniz (şu anki GSYİH 2.25 trilyon dolar). Madalyon’da bunun mümkün olmamasının tek nedeni, fonun büyüklüğünü sınırlamak için her yıl kazancını ödeyerek dağıtmasıydı -aksi takdirde, taktiklerini ve teknolojisini gizli tutamayacak kadar büyürdü. Ayrıca Madalyon’a sadece Renaissance Technologies’in çalışanları ve eski çalışanları katılabiliyordu. Bu tercihler Simons’ın radarın çok altında kalmayı tercih etmesinden kaynaklanıyordu – finansla ilgilenmiyorsanız muhtemelen adını hiç duymamış olmanızın nedeni de budur. Ancak hiçbir yatırımcı, spekülatör, kumarbaz ya da sihirbaz Simons ve fonunun finansal performansının yanına bile yaklaşamadı.

David Kynaston, başyapıtı The City of London‘ın 1945-2000 dönemini ele alan son cildini değerlendirirken, bu kitaptaki The City insanlarının önceki ciltlere göre daha sıkıcı olduğunu, çünkü hayatları boyunca yaptıkları tek şeyin finans alanında çalışmak olduğunu gözlemlemiştir. Simons öyle biri değildi: hayatı eski tarz duayenlerin yaşam tarzına sahipti. 1938’de Cambridge, Massachusetts’te doğdu, en sevdiği konuda eğitim almak için MIT’ye gitmeden önce geleneksel, mutlu, matematikle meşgul bir çocukluk geçirdi. Yirmi yaşında mezun olduktan sonra birkaç arkadaşıyla birlikte ödünç scooter alarak Boston’dan Bogota’ya gitmiş ve burada bir fayans şirketinin ortağı olarak iş hayatına atılmıştır. Simons daha sonra ünlü Çinli Amerikalı matematikçi Shiing-Shen Chern’in varlığından etkilenerek doktora yapmak için Berkeley’e gitti. Tezini iki yıl içinde bitirdi. Tezin adı “Holonomi Sistemlerinin Geçişkenliği Üzerine” idi. Biyografi yazarı Geoffrey Zuckerman’a göre Simons holonomiyi “çok boyutlu eğri uzaylarda kapalı eğriler etrafında teğet vektörlerin paralel taşınması” olarak tanımlamayı seviyordu. Simons 1962’de önce MIT’de sonra da Harvard’da ders vermek üzere doğuya taşındı, ancak akademik ücretlerin düşüklüğü nedeniyle hayal kırıklığına uğradı ve iki yıl sonra, o zamanlar da şimdi olduğu gibi dünyanın önde gelen saf matematikçi işvereni olan Ulusal Güvenlik Ajansı’nın bir kolu olan Savunma Analizleri Enstitüsü’nde kriptograf olarak çalışmak üzere ayrıldı. Simons’ın şifre kırma konusunda gerçek bir yeteneği vardı. İşten ve ekstra paradan keyif alıyordu, ancak Vietnam’da savaş patlak verdiğinde Amerika’nın savaşa dahil olmasına karşı çıktı, bunu açıkça söyledi ve işten atıldı.

Simons’ın üç küçük çocuğu vardı ve bir işe çok ihtiyacı vardı. (Zuckerman matematikçilerin bir şakasını aktarıyor: Matematik doktorası ile büyük bir pizza arasındaki fark nedir? Büyük bir pizza dört kişilik bir aileyi doyurabilir.) Asıl ünü “kampüste uyuşturucu kullanımıyla ilgili bir sorun” olan SUNY Stony Brook, Simons’a matematik bölümü başkanı olarak iş teklif etti. Otuz yaşındayken 1968’de bu görevi kabul etti ve kısa süre içinde Simons’ın, alanındaki yeteneklerine ek olarak, hem keskin bir yetenek avcısı hem de mükemmel bir yönetici olduğu anlaşıldı -bu, sık rastlanan bir üçlü paket değildi. On yıl içinde, durgun su göletini ABD’nin önde gelen matematik bölümlerinden birine dönüştürdü. Aynı zamanda kendi çalışmalarını da sürdürdü ve eski akıl hocası Shiing-Shen Chern ile tekrar temasa geçti. Simons eğri üç boyutlu uzaylarla ilgili bir buluş yapmıştı. Chern aynı kavrayışın tüm boyutlara uygulanabileceğini gördü. Çalışmaları 1974 yılında ‘Karakteristik Formlar ve Geometrik Değişmezler’ olarak yayınlandı ve Chern-Simons değişmezleri olarak adlandırılan yeni bir fikir içeriyordu. Bu, Chern-Simons teorisi olarak bilinen bir alanın gelişmesine yol açtı. Simons 1976 yılında geometri alanındaki en büyük ödül olan Oswald Veblen ödülünü kazandı.

Bu çalışma sadece matematik alanında değil, diğer alanlarda da önemli sonuçlar doğurmuştur. Bazıları tarafından Einstein’a en yakın çağdaş eşdeğer olarak görülen fizikçi Edward Witten, 1995 yılında bir konferansta sunduğu tebliğde, Sicim Teorisi’nin beş farklı rakip versiyonunun, Chern-Simons değişmezleri sayesinde -trampetler lütfen- aynı temel matematiksel yapının farklı biçimleri olduğunu göstermiştir. Witten’in M-teorisi olarak adlandırdığı bu teori, sicim teorisinin tüm farklı biçimlerini matematiksel olarak son derece şaşırtıcı ve tatmin edici bir şekilde birleştirmektedir. O zamandan beri teorik fizik alanında hala tartışmalı olsa da baskın olmuştur. Ve Jim Simons’ın çalışmalarına dayanmaktadır.

Tüm bunları yaptıktan sonra – kriptografi, saf matematik araştırmalarının zirvesine ulaşmak, bir üniversite bölümü kurmak ve yönetmek – Simons kırk yaşında işi bıraktı. Para ile ilgili çözülmemiş bir kaşıntısı vardı. Her zaman entelektüel olarak piyasalara ilgi duymuş ve küçük yaşlardan itibaren zenginlerin işlerinin fakirlerden daha kolay olduğunu fark ettiğinden zengin olmamayı da açıkça önemsemişti. Ancak Zuckerman’ın da dediği gibi şans “yüzlerce yıllık yatırım dünyasında devrim yapmayı umarak dördüncü kariyerine başlayan kırk yaşındaki bir matematikçinin yanında değildi.” Yani çok zengin olacaktı.

Simons’ın fonu Renaissance Technologies, kendisinin piyasalarda para kazanmanın yeni bir yolunun bulunabileceğine dair ön sezisine dayanıyordu. Bridgewater gibi hedge fonların varlık nedeni piyasa koşullarından bağımsız olarak -yukarı ya da aşağı, yağmur ya da güneş -fark etmeksizin para kazanma becerisiydi. Simons için yeni olan şey bu hırs değil, bunu yeni bir dizi matematiksel teknikle başarma niyetiydi. Planı, piyasadaki matematiksel kalıpları bulmaktı: fiyatların hareketinde görünmeyen sinyaller, bu fiyatların gelecekteki hareketlerini ortaya çıkarıyor ve tahmin edilmelerini sağlıyordu. Bu, bir yatırımcının bir şirkette gerçekten neler olup bittiğine dair bilgi edinmek için şirketi derinlemesine incelediği ve fonlarını buna göre tahsis ettiği “temeller” yatırımının tam tersiydi. Warren Buffett bu “temeller” ekolünün en tanınmış ve en zengin temsilcisidir. Simons temel bilgileri önemsemiyordu. Bir hissenin, tahvilin ya da emtianın gerçek değerine yönelik bir ilgisi yoktu. Fiyatların gelecek hafta nereye gideceği umurunda değildi: şu anda, bugün nereye gittiklerini bulmanın bir yolunu bulmak ve girip çıkmak ve parasını kazanmak istiyordu. Bir ya da iki büyük bahis değil, on binlerce küçük bahis oynamayı ve zamanın yüzde 51’inde kazançlı çıkmayı planlıyordu. İhtiyacı olan tek şey buydu: haklı olmak değil, sadece çoğu zaman haklı olmak.

Ara söz: Geçen yıl arxiv.org’da yayınlanan son derece tatmin edici, tuhaf ve çok az haberlere konu olan bir bulgu, bunun yazı tura atarken elde ettiğiniz olasılıkla tamamen aynı olduğunu gösterdi. Bir madeni paranın yazı ya da tura gelme olasılığının her atışta tam olarak eşit olduğunu düşünerek yetiştirilmiş olabilirsiniz. Şaşırtıcı bir şekilde bunun doğru olmadığı ortaya çıktı. Enerjik bir şekilde çevrilen ve havada yakalanan bir madeni paranın en son yukarı bakan tarafa düşme olasılığı yüzde 2 daha fazladır. İş başındaki prensipler aerodinamik gibi görünmektedir: atılan paranın etrafındaki hava akımı, bir önceki atışı tekrarlama olasılığını, onunla çelişme olasılığından çok daha fazla olası kılmaktadır. 52/48 (Bu durum 2007 yılında bir teori olarak öne sürüldü ve teyid sürecinde 350.757 kez yazı tura atan Amsterdam Üniversitesi’den Frantisek Bartos ve 49 meslektaşı tarafından teyid edildi.) Kendi itiraflarına göre, gezegendeki en zengin insanlardan bazıları servetlerini; yazı tura atarak elde ettiğiniz oran ihtimallerinin aynısına dayanarak kazanmışlardır.

Bir soygun filminde olduğu gibi bunu yapmak için, Simons bir ekip oluşturdu. Şirketin başarısını mümkün kılan, Simons’un matematik dehası kadar, bir Menschenkenner, yani insan doğasını tanıyan biri olarak sahip olduğu beceriydi. Finans piyasalarını zaten bilen kişilerden uzak durdu. Bütün mesele zaten var olan yatırım bilgeliğini yeniden üretmek değildi. Bunun yerine işe aldığı kişiler doktora düzeyinde matematikçiler, fizikçiler ve bilgisayar bilimcileriydi. Rönesans’ın kullandığı teknikleri özetlemek basittir -fiyat hareketlerinde gizli kalıplar aramak -ancak hem ilgili matematik çok karmaşık olduğu için hem de Simons gizlilik konusunda takıntılı olduğu için ayrıntılı olarak açıklamak imkansızdır. Eğer insanlar Rönesans’ın ne yapıyor olduğunu bilselerdi, rekabet avantajı ortadan kalkardı. Çalışanların bağlılığını sağlamanın eşsiz bir yolu vardı: şimdiye kadarki en iyi performans gösteren yatırım varlıkları havuzu olan Madalyon fonuna münhasır erişim.

Finansal piyasalar sıfır toplamlıdır. Rönesans para kazanıyordu, bu yüzden başka biri kaybediyordu. Kim kaybediyordu? Şirket içinde bu konuda farklı sonuçlar vardı. Simons, “Fransız tahvil piyasasının yönünü sık sık tahmin eden küresel bir hedge fonunun yöneticisinin daha sömürülebilir bir katılımcı olabileceğini” düşünüyordu. Meslektaşlarından birinin başka bir açıklaması vardı. “Çok sayıda diş hekimi var” diyen meslektaşı, “hem aşırı alım satımlarıyla hem de piyasanın yönünü tahmin etme konusunda kendilerine aşırı güvenmeleriyle ünlü farklı bir tüccar grubunu” tanımladı. Bir başka Renaissancer ise üçüncü bir görüşe sahipti. “Bizler vasat tüccarlarız, ancak sistemimiz asla kız arkadaşlarıyla kavga etmez -kavga, piyasalarda modeller ortaya çıkarak türden bir şeydir.” Öyle ya da böyle, ister diş hekimlerinden, ister hedge fonlardan, ister kız arkadaşıyla kavga etmiş insanlardan yapılmış olsun, Rönesans başkalarının hatalarını tahmin ederek ve bunlardan kazanç sağlayarak eşi benzeri görülmemiş bir başarı elde etti.

Tüm bu faaliyetlerin toplamı sıfır olduğundan, Renaissance’ın sosyal maliyeti veya faydası firmanın faaliyetlerinde değil, katılımcılarının kazandıkları parayla ne yaptıklarında bulunmalıdır. Simons, hayırseverliğe odaklanmak için 2010 yılında Rönesans’ı yönetmeyi bıraktı. Bilim ve matematiğe odaklanan kuruluşlara 4 milyar ila 6 milyar dolar arasında bağışta bulundu ve ayrıca bir üniversiteye tek seferde yapılan en büyük bağışı yaptı: Stony Brook’a 500 milyon dolar. Demokrat Parti’ye de önemli bağışlarda bulunmuştur. Simons’ın öldüğünde net serveti 31.4 milyar dolar olduğu için muhtemelen daha fazla hayırseverlik faaliyeti olacaktır. Tabii ki diş hekimleri de, eğer elde etmiş olsalardı, karlarıyla bir şeyler yaparlardı, bu nedenle insanlığın geri kalanı için genel sonuçlar hakkında net olmak zor.

Ancak Renaissance’ın genel bilançosu Simons’tan ibaret değil. O emekli olduğunda eş CEO olarak görevi devralan iki kişiden biri olan Robert Mercer, hayatı boyunca özgürlükçü davaların destekçisi olmuştur. Fazla konuşmuyor ve kendini açıklamıyor ama Zuckerman’ın The Man Who Solved the Market (Piyasayı Çözen Adam) adlı kitabı onu, uzmanlık alanındaki dehası, asma köprüyü kaldır devlet politikalarını yok et şeklindeki basitliği tarafından dengelenen bir kişi olarak tasvir ediyor. Mercer, Steve Bannon’ı siyasi akıl hocası olarak atamıştır. Bannon’un tavsiyesi üzerine, kendisi ve aktivist kızı Rebekah, aşırı sağcı portal Breitbart News ve veri analiz şirketi Cambridge Analytica’yı destekledi. En önemlisi, Donald Trump’a çok para verdi ve Trump’ın tüm milyarder destekçileri arasında en önemlisi olarak anıldı. Bunu en iyi bilecek konumda olan Bannon’a göre “Mercer, Trump devriminin temelini attı.” “Son dört yıldaki bağışçılara baktığınızda en büyük etkiyi onların yaptığı su götürmez bir gerçek.” Mercer, Trump’ı Bannon’u işe alması için teşvik etti ve ilk yönetiminin tonunun belirlenmesine derinden dahil oldu. Rönesans’tan meslektaşı David Magerman’ın dediği gibi, Mercer “başkanımızın etrafını kendi adamlarıyla sardı ve bu adamların ülkemizin yönetimi üzerinde çok büyük bir etkisi var, çünkü koltuklarının parasını Robert Mercer ödedi.”

Bunun bir ironi sayılıp sayılmayacağından emin değilim. Belki de ironi için fazla kasvetli. Ancak gerçek şu ki, hem son derece zeki hem de iyi bir insan olan Jim Simons’ın dünya üzerindeki ana etkisi, Rönesanstaki meslektaşına Donald Trump’ın başkan seçilmesine yetecek kadar para kazandırmak oldu. Tüm bunlar modern finansın olduğu şeyin ve ve olduğu bu şeyin şu anki yaşam biçimimizdeki acayip derecede büyük rolünün bir sonucudur. Tarihsel ve coğrafi olarak bizden uzak bir toplumda çöküşü teşhis etmek kolaydır. Yakın mesafeden görmek ise daha zordur.

*Kaynak: John Lanchester, Review of Books –Cilt. 46 No. 17 12 Eylül 2024

Değerlendirilen Kitaplar:

– The Fund: Ray Dalio, Bridgewater Associates and the Unravelling of a Wall Street Legend, Rob Copeland

– The Trading Game: A Confession, Gary Stevenson.

Tercüme: Ali Karakuş